Gürbüz evlatlardan milyon euroluk yıldızlara

Bulunduğu ortamda yoğunluğu arttıkça sinsi sinsi etrafındakileri zehirleyen karbonmonoksit gibi kapitalizm de başta futbol olmak üzere sporun hemen her türüne bir şekilde temas edip onu zehirliyor, anlamından, içeriğinden uzaklaştırıp bir tüketim nesnesi, tüketim köprüsü haline getiriyor. Lisanslı ürünler, sporcunun ayağına geçirilen ayakkabılar, koluna takılan saatler, başındaki şapkası, sırtındaki tişörtü, duş jelleri, traş bıçakları sporcuların sağlıklı gülüşlerinin ardı sıra yağıyor üzerimize.

                20 Ekim 1993. Sonbaharın kışa yüzünü çevirdiği soğuk bir çarşamba akşamı. Çatıdaki çubuk anteni evirip çevirsek de bir türlü net bir yayın alamamanın neticesinde futbol izleme sevdasıyla tutuşup akrabanın soğuk köy evinde battaniye altında izlediğim bir maçtır Manchester United&Galatasaray maçı. İlk on dört dakikada iki gol yemenin şoku ve “zaten böyle olacağını biliyordum” gizli itirafı ile suratlarımız bir anda düşerken gelivermişti Arif Erdem’in jeneriklik golü. Ümit Aktan’ın haykırışları eminim hâlâ pek çok kişinin kulaklarındadır. Bir anda seyri değişen maç Galatasaray’ın 3-2 öne geçmesiyle beraber bambaşka bir boyuta evrilmişti. Yerimizde duramıyor, giderek sesi kısılan, çatallanan Ümit Aktan’ın nidalarıyla millî duygularımız kabarıyor, sonrasında bir gol daha yiyip maçı berabere bitirsek de o an majestelerinin bu süper güçlü takımını kendi evinde yeniyor olmanın doyumsuz hazzını kılcal damarlarımıza kadar hissediyorduk. İhtiyacımız vardı çünkü buna. Ekonomisi zorda, kabuğunu kırmaya çalışan, terörle boğuşan bir ülkenin gelişmiş bir Avrupa devleti karşısında vatandaşlarına kendini iyi hissettirecek en güçlü enstrümanı olup çıkmıştı o anda futbol. Toplum olarak birlikte keyif aldığımız mutlu olduğumuz, birlik ve beraberliği en çok sergileyebildiğimiz anlardı belki de bunlar. Olimpiyatlarda Naim Süleymanoğlu ile halter diye bir spor olduğunu, ellerini pudraya daldıran adamların “Harpp!” sesiyle beraber onca ağırlığın altında kızarışını izlemeye başlamış, “Cep Herkülü”müz sayesinde ayrı bir gururlanır olmuştuk. Ama hâlâ bizim için spor eşittir futboldu. 

                Oysa sporun futbola eşitlenmediği zamanları da yaşamıştı bu topraklar. Hatta sporun farklı amaçlarla kullanılmaya çalışıldığı zamanlar da olmuştu. Her ikisi de İletişim Yayınları sayesinde okuyucuya ulaşan “Atletik Politika” ve “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar” hem spor ve ideoloji arasındaki ilişkiye temas ediyor hem de Geç Osmanlı-Erken Cumhuriyet dönemlerinde beden terbiyesi ve spor alanında yapılanları meraklısına sunuyor. 

                Selim Rumi Civralı “Atletik Politika”da Eski Türk topluluklarında şaman törenlerinden Çanakkale Cephesi’nde savaşan ve bunu bir spor olarak gören Anzak’ların ulusal bir Avustralya kimliği oluşturmasındaki etkisine, Türkiye’de sporun gelişiminde etkisi görülen Balkan oyunlarından Özal dönemine damgasını vuran Naim Süleymanoğlu’nun Türkiye’ye getirilişine kadar spor ve ideoloji arasındaki ilişkiye ilginç örneklerle değiniyor. Civralı’nın Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya esir olan  İtilaf Devleti askerlerinin esir kamplarında Türk askerleriyle yaptıkları maçların anlatıldığı bölümler Michael Caine, Sylvester Stallone gibi beyaz perde yıldızları ile Pele, Bobby Moore gibi futbol efsanelerinin birlikte rol aldığı Escape to Victory (Zafere Kaçış) filmini anımsattı bana.  

Riyazat-ı bedeniye

                “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar” kitabında Geç Osmanlı ile başlayıp tek parti iktidarının sonuna kadar erken cumhuriyet tarihi boyunca yönetici sınıfın spora olan bakış açısını oldukça detaylı bir şekilde ele alan Akın ise -her ne kadar Franco’ya atfedilse de- Portekizli diktatör Salazar’ın 3F formülünü (fiesta, fado, futbol) anımsatıp bugün turizmle birlikte eğlence-boş zaman sektörünün amiral gemisi sayılan sporun tarih boyunca gelişimini okuyucuya kısaca sunuyor. Özellikle 19.yüzyıl itibariyle Avrupa orijinli olarak toprağı hükümranlığın esası kabul eden zihniyetten vazgeçilip nüfusa dayalı devlet anlayışına geçildiğine dikkat çeken Akın, beden terbiyesi ve sporun halk sağlığı politikalarına eklenmesinin Victoria İngilteresi dönemine denk geldiğini hatırlatıyor. Kitabının asıl bölümünü yıkılan bir imparatorluktan yeni kurulan Cumhuriyet’e sporun -özellikle yönetici elitler açısından- toplumdaki önemine dair örneklere ayıran Akın’a göre Osmanlı’da ilk spor emarelerine 19.yy’ın ikinci yarısından sonra askerî okullarda rastlayabiliyoruz. İktisadi ve sosyal kalkınma çalışmaları için gerekli olan sağlam, becerikli ve disiplinli insan gücününü yetiştirilmeye çalışılan bu dönemde zamanla bazı sivil okulların da jimnastik derslerini riyazat-ı bedeniye adı altında programlarına dahil ettikleri; yüzyılın sonuna doğru aşiret mekteplerinde de “ilkel çocuklara zaman ve mekan bağlamında disiplin duygusunu aşılamak ve onları vücut sağlığına özen göstermek anlamında medeniyetle tanıştırmak” için ayak talimi dersleri verildiğine değiniliyor. II.Abdülhamit döneminde de zamanın ruhuna uygun olarak beden egzersizleri bireysel ve toplumsal sağlık ve maddi refahla ilişkilendiriliyor ve ilk spor kulübü olan Beşiktaş Osmanlı Jimnastik Kulübü’nün nüveleri teşkil ediliyor. Sporla ilgili kulüplerin, birliklerin sayısı artmaya, terbiye-i bedeniye dersleri ülke sathına yayılmaya başlıyor. I.Dünya Savaşı’nın ayak seslerinin duyulduğu zamanlarda ise kültür-fizik hareketleri giderek daha militarize bir amaca yöneliyor.

TİCİ’den TSK’ya

                Savaş yorgunu bir coğrafyada kurulan genç Cumhuriyet döneminde de spor ve beden terbiyesi sayesinde sağlıklı ve terbiyeli gençler yetiştirmek amaç ediniliyor. 1922’de ilk merkezi spor teşkilâtı olarak Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı (TİCİ) kuruluyor. Devletin fiziki kültür alanında politikalarının yürütücüsü görevini gören TİCİ bir yandan sporun yurt sathında yaygınlaşması için çalışırken diğer yandan da uygulanan sporların çeşitliliğinin artması için çalışmış,  futbol dışında atletizm, basketbol, halter, bisiklet, boks, yelken, hokey gibi spor dallarının da gelişmesi için çalışmış, ilgili federasyonların kurulmasını sağlamıştır. 1 Ekim 1926’da verdiği demeçte Atatürk konuyla ilgili yetkililere seslenmiş ve yönetimin spora olan bakışını şu sözlerle özetlemiştir:

                "Efendiler, gürbüz ve yavuz evlatlar isterim. Bunlar yetiştirmek, tedbirlerini ve mesuliyetini üzerine almış adamlarsınız. Bu neticeyi görmezsem, hakkınızdaki muhabbetim, itimadım o zaman zail olur. Fakat sizin kadar vatansever insanların bunda başarıya ulaşamayacaklarına ihtimal verilebilir mi?"

                1930’larda Almanya’dan uzmanlar davet edilerek beden terbiyesi ve spor sisteminin iyileştirilmesi için raporlar hazırlatılmıştır. Alman uzman Carl Diem’in raporları sonrası çalışmaları yetersiz görülen TİCİ adını Türk Spor Kurumu (TSK) olarak değiştirmiş ve artık tam anlamıyla Cumhuriyet Halk Fırkası’nın idaresine geçmiştir. 1938’de yürürlüğe giren Beden Terbiyesi Kanunu ise Türkiye’de spora olan yaklaşımı kökünden değiştirmiştir. Kanuna uygun olarak aynı yıl Beden Terbiyesi Genel Direktörlüğü kurulmuş ve başkanlığına Tümgeneral Cemil Tahir Taner atanmıştır. Bu dönemde “sporda disiplin, elit atletler yetiştirmek yerine bütün bir gençlik kitlesinin ortalama fiziki yeteneklerinin yükseltilmesi, milli müdafaa için hazırlık, profesyonellik ve benzeri şekilde sporu suiistimal eden yaklaşımların meni, beden terbiyesi ve sporda rasyonelliğin ve bilimsel metotların tatbiki” prensip olarak kabul ediliyordu. Yarışmacı sporlar ve futbol, bireyselliği öne çıkarması, rekabeti teşvik etmesi nedenleriyle sorunlu olarak kabul ediliyordu. 13 Nisan 1940’da Beden Terbiyesi Kanunu’nun uygulama detaylarını içeren nizamnamenin yayınlanmasıyla süreç farklı bir hâl almaya başlamıştır. Yiğit Akın’a göre bu gelişmeyle beraber spor kulüplerinin tanımı değişmiş, her kulüp bundan böyle rekabeti körükleyen odaklar yerine toplumun fiziki aktivitesini yükselten ve ona milliyetçi duygular aşılayan bir müessese olarak yeniden tanımlanmıştır. Hemen öncesi ve sonrasında topyekûn savaş fikrinin de tesiriyle spor ve beden fizik hareketleri toplumun geneline yayılmaya çalışılmış beden terbiyesi mükellefiyeti adı altında zorunlu -ancak yaptırımı olmayan- eğitimler II.Dünya Savaşı’nın bittiği 1945 yılına kadar verilmeye çalışılmış, 1964 yılında Danıştay, mükellefiyeti 1961 Anayasası’na aykırı bularak iptal etmiştir.

                Geleneğin sona erdiği ve Türkiye’nin kabuk değiştirdiği 1950 sonrasında spora bakışın da farklı bir boyut kazandığı görülüyor.Yine Akın’a göre “spor, özellikle de futbol bu dönemden sonra elit sporcuları merkeze alarak büyük ölçüde ticarileşmiş, kitlesel tüketime yatkın bir yapıya doğru evrilmiştir.”

Biyo-iktidar

                Arif’in Old Trafford’da Manchester ağlarını havalandırıp bizi heyecana boğduğu o zamandan bugüne çok şey değişti. O zamanlar ekran başında dikilip çatıdaki babamıza maçı yayınlayacak kanalın en iyi görüntüsünü yakalayabilmek için direktifler veriyor, icabında o kanalı iyi gösteren televizyonlu komşunun/akrabanın evine şıp diye damlayabiliyorduk. Şimdi arada bir ekrana düşenleri saymazsak spor organizasyonlarını izleyebilmek için Beinsport, S Sport, D Smart, Exxen gibi bir sürü farklı platforma üye olmamız gerekiyor. Komşumuzun evine de artık eskisi gibi rahatça oturmaya gidemiyoruz. Bulunduğu ortamda yoğunluğu arttıkça sinsi sinsi etrafındakileri zehirleyen karbonmonoksit gibi kapitalizm de başta futbol olmak üzere sporun hemen her türüne bir şekilde temas edip onu zehirliyor, anlamından, içeriğinden uzaklaştırıp bir tüketim nesnesi, tüketim köprüsü haline getiriyor. Lisanslı ürünler, sporcunun ayağına geçirilen ayakkabılar, koluna takılan saatler, başındaki şapkası, sırtındaki tişörtü, duş jelleri, traş bıçakları sporcuların sağlıklı gülüşlerinin ardı sıra yağıyor üzerimize. Spor daha pek çok şeyde olduğu gibi ıslak, yapışkan, tüketimsever bir şeye, radyoaktif bir canavara dönüşüyor. Birtakım(!) hanımefendiler beyefendiler için sağlıklı olma isteğinin dışında kimi zaman “görülme” arzusuyla, kimi zaman kapitalist normların dayattığı bedensel forma ulaşabilmek için dolduruluveriyor spor salonları. Milyon euroluk transferlerin konuşulduğu spor camiası pek çok ülkede suç dünyası ve iktidarlarla birlikte hareket ediyor. Foucault’un da dikkat çektiği üzere biyo-iktidar ve anatoma-politik üzerinden spor “hem disipline edici, hem de düzenleyici etkilere sahip bir iktidar teknolojisi” haline gelmekte. Biz ise tüm bunların ötesinde Messi’nin PSG’ye Ronaldo’nun Manchester’a gidişini heyecanla izliyor, voleybolcu kızların şortlarını, sporcuların cinsel tercihlerini konuşuyor, madalyasını hocasının boynuna takan boksör kızımızı yerlere vurup, okçulukta altın madalya getiren gencimizi kim yetiştirdi tartışmalarına boğuluyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi