Mutlu Hesapçı
Ferzan Özpetek “Biz bir hiçiz ama her şeyiz” derken, insanın içindeki umudu parlatıyor
Ferzan Özpetek filmlerini hep bekliyorum; çünkü her filmi bir şekilde hayatla bağımı güçlendiriyor. Acısıyla, tatlısıyla, renkleriyle insanın her halini anlatıyor. Filmlerinde mutlaka kendime ait bir şey buluyorum. Mesela bir masa etrafında toplanan insanlar... En sevdiğim şey. Ama o masadaki sandalyelerin zamanla eksilişini görmek de bir o kadar hüzünlü. O masaya eşlik eden yiyecekler, içecekler, müzikler ve anlatılan hikâyeler ise hayatın kendisi gibi; anlamlı, sade ve derin.
İşte bu yüzden Özpetek’in son filmi Elmaslar’ı yine büyük bir heyecanla bekledim. Nihayet Türkiye’de vizyona girdi. Basın gösteriminde izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım; bazı sahnelerde ve diyaloglarda ise zaman sanki durdu, ben orada kaldım.
Film, 1970’lerin Roma’sında prestijli bir terzi atölyesinde çalışan kadınların hayatlarını ve aralarındaki güçlü bağı anlatıyor. Kadınların birbirini dinleyen, bakışlarla anlaşan, el ele verip zorlukların üstesinden gelen halleri; kardeşlik, dostluk ve dayanışma duygusunu öylesine içten aktarıyor ki, kendinizi hikâyenin bir parçası gibi hissediyorsunuz. Ferzan Özpetek, Elmaslar’da kadınların dayanışmasından, hayatın geçiciliğinden ve insanın yeniden parlayabilme gücünden söz ediyor.
Bir kadın olarak filmde kendime yer buldum; kadınların hem hayatın doğal akışında hem de oynamak zorunda kaldıkları roller içinde sıkışmışlıklarını hissettim. “Hangisi benim, ne istiyorum, nasıl bir hayatın içinde yer almak istiyorum?” diye düşünürken yönetmenin cümlesi yankılandı: “Biz bir hiçiz ama her şeyiz. Karıncalar gibiyiz; önemsiz görünürüz ama bir araya gelince…” İşte tam da burada filmin asıl gücü başlıyor. İçinizde bir umut ışığı yanıyor; filmin sonunda ağlayıp boşalıyor, yenilenmiş hissediyorsunuz. Elmaslar, herkesin kendinden bir parça bulacağı, “yalnız değilim” duygusunu çoğaltan bir film. Ferzan Özpetek ile Elmaslar vesilesiyle buluştuk; filmi, duygularımı ve bu hikâyenin kalbini konuştuk. Söyleşimizin tamamını pazartesi günü https://www.youtube.com/@mutluhesapci izleyebilirsiniz.

“Elmaslar” filminiz Türkiye’de nihayet vizyona girdi. Çok bekledik, iyi ki geldiniz. Filminiz, dünyanın değişik ülkelerinde, hatta İtalya’da öyle bir rekora doğru gidiyor. “Ne zaman Türkiye’de olacak?” diyerek heyecanla bekledim. Beklediğime değdi, çok etkilendim. Buradaki heyecanınızı öğrenmek isterim. Bütün filmlerinizi seviyorum, hep bir araya geliyoruz ama... benim için galiba Cahil Periler ‘i geçip böyle bir başyapıt gibi bir şey olarak hissediyorum.
Çok sağ olun, çok teşekkürler. İtalya’da “başyapıt” diyenler oluyor ama yani onlara çok takılmamak lazım. Önemli olan seyirci üzerindeki etki. O çok hoşuma gidiyor benim. Hayatta en önem verdiğim şey festival veya ödül değil, esas şey seyirciyle ilişki. Yine ödüller aldı film değişik mecralardan ama festivallere katılmadı çünkü 18 Aralık’ta vizyona girdi. Hatta Disney filmlerine karşı çıktı. Ve ona rağmen çok çok iyi gitti.
“İtalya’nın en sevilen iki üç yönetmeninden biri olarak beni tanımlıyorlar, bu çok gurur verici”
İtalya’da 3 milyona yaklaşan büyük bir kitle... Seyirci neden bu kadar sevdi, diye sorsam?
Ben de bilmiyorum. Ama İtalya’nın en sevilen 2-3 yönetmeninden biri olarak beni tanımlıyorlar, bu çok gurur verici. Arkadaşım Mina, diyor ki “Sen İtalya’nın en sevilen yönetmenisin.” Bir yerde yanlış da söylemiyor. Çünkü sanki başka birisinden bahsediyormuşum gibi bahsediyorum şimdi. Öyle bir sevgileri var ki… Hani derler ya, “Kör, başka bir şey görmez, sadece onu görür.” O şekilde.
“İtalyan sinemasında on altı yıl boyunca asistanlık yaptım”
Ne güzel. Üstelik bir sinemacının bu kadar çok sevilmesi daha anlamlı. Bu filmin hikâyesi, projesi nasıl ortaya çıktı?
Ben çalıştığım kadın oyuncularla bir film yapmak istiyordum. Çünkü onlarla olan ilişkimi, bir film hakkında konuştuğum zamanları vermek istiyordum zaten filmde de var o: bir senaryoyu okumak, tartışmak konusu. Öyle yaptığım zaman hep onlardan çıkan fikirler, onlarla yapılan duygu alışverişi çok etkiliyordu beni. Çok hoş oluyordu. O yüzden dedim ki böyle çekilsin. On yıl önce falan “böyle bir film yapmak istiyorum” dedim. O zamanki prodüktörüm de “Tabii olabilir, nasıl olabilir?” dedi. Ama başka projeler girdi. İki sene önce “Böyle bir şey yapacağım, kesin karar verdim.” “Nasıl, nerede yapacağız bunu? Güzellik salonu mu olacak kadınların olduğu, neresi olacak?” diye düşünürken aklıma on altı yıllık asistanlık dönemim geldi. Yönetmen olmadan önce İtalyan sinemasında on altı yıl boyunca asistanlık yapmıştım. O dönemde çeşitli terzihanelere giderdim; yönetmeni götürürsünüz, notlar alırsınız, oyuncularla ilgilenirsiniz… Orada kostümcülerle ilişkilerim çok hoş olmaya başladı. Oscar’lı kostümcülerle tanıştım. Onlardan biriyle, Pierrottozzi ile (Visconti’nin Leopar’ını, Fellini’nin Satirikon’daki başları yapan kişiyle) çok samimi olduk. Sonradan fark ettim ki o dönemin üzerimde çok büyük etkisi olmuş. Sinemaya başladığım zaman detay, renk ve ışık konusu beni çok etkilemiş şeyler.
“Bu filmde de kendimden çok şey var”
Bir de tabii yıllar geçtikten sonra bunun hikâye ve duygusal karşılığını bulup bir filme dönüşmesi çok acayip bir şey değil mi? Yaşadığınız her şeyi zaten filmlere koyuyorsunuz, değil mi?
Kendimden çok şey koyuyorum filmlerime, öyle bir şey evet. Filmdeki çocukla benim çok ilişkim var. O kırmızı balık, benim kırk yedi yıldır balığımdır. Kendimden çok şey var bu filmde de.

“İlk sahnede daha kolay oldu çünkü kameraları hissetmiyordum”
Bu hayatın gelip geçici olduğu, ölümlü olduğu ve herkesin aslında içindeki o ilahi adalet uyandırarak, iyilik duygusunu da harekete geçiren, umut veren bir film. İçimizdeki umut ışığı sönmüştü ve içimizde elmaslar parladı diye baktım ben filme. Sizde uyandırdığı duygu neydi? Bir de kendiniz oynuyorsunuz. Kendinizi oynamak nasıldı?
O biraz şöyleydi... İlk sahnede daha kolay oldu çünkü kameraları hissetmiyordum. “Kameraları düşünme,” diyordum kendime. Filmin sonunda benim için çok ağır oldu. Hatta orada bir yakın planım var. Mesela o sahneyi izlerken “Acaba çok mu uzun oldu?” diye düşündüm. Ama seyirci hep şöyle dedi: “Bizi çok ağlattı. İki kız kardeşin kavgası ve sizin o planınız bizi çok ağlattı.” Çünkü orada duygularım çok kuvvetliydi. O sahnede aklıma gelen o kadın, hayatımda gerçekten olan bir oyuncuydu. Boynundan rahatsızdı, sonra kaybettim onu. O yüzden o sahnede bakışımda gelip geçen hayat, biten şeyler vardı. Ve filmin sonunda o göze bakarken söylenen şey çok doğru: “Kalbin karıştırdığı şeyler.”
“Filmin bu kadar etki yaratacağını bilmiyordum”
Evet, ben de sonunda ağladım. Bir de şöyle bir şey var; hayatın yansımasını anlatmışsınız. Sizin filminizi izlediğimiz zaman aslında hayatın bir oyun olduğunu, bir şekilde kendimizin de oynamak durumunda kaldığımızı hissediyoruz. Kadın olmanın zorluğu, sinema mı tiyatro mu hikayesi… Çok katmanlı meseleleri iç içe geçirmişsiniz. Ve mesela ev hanımı bir komşum bile paylaşımımdan sonra “çok heyecanla bekliyorum” dedi. Hiç beklemezdim, sizin filmlerinize heyecanla gideceğini. Sizce neden bu kadar sevildi?
Film çıktığı zaman biz — ben, prodüktörüm, oyuncular — bu kadar etki yaratacağını bilemiyorduk. Belki bir filmimde çok beklentim olmuştu, o da iyi gitmeyen filmimdir: Kutsal Yürek. Ama bu filmde “iyi gider” diyordum. Mina’ya ve diğer arkadaşlarıma gösterdim, “Bayıldık” dediler. Film İtalya’da 18 Aralık’ta çıktı, Noel zamanı, en yoğun dönem… Büyük patlama yaptı. Kuyruklar, insanların konuşmaları... Sicilya’da Katanya’ya gittim, sinema sahibi dedi ki: “Ferzan Bey, size çok teşekkür ediyorum. Bu filmi mi alsam, Disney’inkini mi diye düşünüyordum. Sizin filmi aldım, şimdi üç salonda birden oynatıyorum.” Ben de çok sevindim. Ama gerçekten seyircinin tepkisi çok özel. Jenerik akarken seyirciler tiyatrodaymış gibi ayağa kalkıp alkışlıyor. Arkadaşlarım arayıp “Ferzan, Milano’da seyirci ayakta alkışladı” diyor. Objektif, sert eleştiri yapan bir kadın yönetmen arkadaşım aradı, “Bu film bomba, salonun tepkisini görmeliydin,” dedi. Bizim hayatımızda hep hayal kırıklığı olabilir, o yüzden ben hep diyorum ki “bekleyelim bakalım.” O bekleyelim bakalım derken film baya ilerledi.
“Türk seyircisinin tepkilerini çok merak ediyorum”
İzlenmenin, ilginin bu kadar büyük olacağını düşünmüyordunuz tabii.
Peki, sonra düşündüğünüzde neden sevmiş olabilirler?
Bilmiyoruz, bakacağız ona. Türk seyircisinin tepkilerini çok merak ediyorum. Bir tek şanslılığımız var; film İtalyanca ama Türkçe altyazılı. Alman bir gazeteci bile ağlayarak “Alt yazılara bakmadan seyrettim, çok etkilendim” dedi.
Filmografiniz içinde bu kadar çok kişiye ulaşmak, bir de tabii anlaşıldığınızı düşünmek... Siz nasıl konumlandırıyorsunuz bu filmi?
Benim şu anda kafamda gelecek film var. “Bakalım bundan sonra ne çıkaracaksınız?” sorusu dönüyor hep. Bir de ödül almak, festivallere katılmak olayının dışında bir şey bu: seyircinin üzerindeki etki. O etkinin hâlâ sürmesi beni çok ilgilendiriyor.
“Film 100 ülkeye satıldı”
Harika. Genelde ödüllü filmler gişede çok iş yapmaz ama bu film hem ödüllü hem de çok izleniyor.
Venedik’teki Gümüş Kurdela Ödülü de var. Evet, oranın bütün gazetecilerinin verdiği ödül o. Dediler ki “Bu filme bütün ödülleri verelim, yılın filmi seçelim.” Kostüm, görüntü yönetmeni, oyuncular, herkes — hepimize o ödül verildi. Ödülün üzerine de küçük bir elmas koymuşlardı. Aynı şekilde Ciak dergisi de “Yılın Filmi” ödülünü verdi. Şu anda 100 ülkeye satıldı. 15 gün önce 73’tü. Dünya satışçımız aradı, “100’e vardık,” dedi. Tabii bu tanıtım süreçleri beni çok yoruyor ama güzel bir yorgunluk.

Türkiye’de sinemalar biraz sıkıntıda. Umarım burada da çok izlenir. Biraz heyecan ve canlılık gelir sinemalara diye düşünüyorum.
Ben bu konuda çok “şöyle olacak” diye düşünmüyorum, tahmin edemiyorum. Bir kere Türkiye’de sinemalar çok pahalı. O beni düşündürüyor.
“Kadınlara elmasları yakıştırdım”
En azından bir halk günü yaptılar; insanlar aslında sinemaya gitmek istiyor. Filmin adı Elmaslar. Biz kadınların aslında ne kadar yüce, iyi ve değerli olduğunu hissettirdiniz. Özellikle bizim ülkemizde ve bazı ülkelerde bunu hissedemediğimiz için bunun altını siz çizin istiyorum. Kadına değer verdiğiniz için kendi adıma teşekkürler.
“Elmaslar” ismi neden?
Çünkü elmasın anlamına bakın: çok dayanıklı, her şeye direnen bir taş. Zorluklar karşısında dimdik durabilen bir yapısı var. Kadınlara onu yakıştırdım. Bir de filmi izleyince o anlam daha da belirginleşiyor.
“Erkek izleyiciler de çok fazla,” demiştiniz.
Evet, çok ilginç. Bayağı erkek seyirci var, çok coşkulu. Bu da beni çok mutlu ediyor.
İnşallah bu filmi izleyerek kadınların değerini biraz daha fark ederler. Biraz daha duygularına ve hayata sahip çıkarlar.
Her adamın bir teyzesi, annesi, akrabası vardır terzilik yapan. O yüzden hikâyede herkes bir şey buluyor.
