Büyükada'nın çamları anlatıyor

‘Ağaçların Rüyası’ kitabıyla okurla buluşan Oylum Yılmaz, “Ruhumuz sadece bize ait değil, çam kozalaklarının, kestanelerin, meşe palamutlarının içinde de yaşıyoruz ve onları kesip yok edip görmezden geldiğimiz her an ruhumuzdan da bir şeyler kaybediyoruz” diyor.

Türkiye’de doğal parklar maden sahalarına dönüşürken, zeytinliklerin imara açılması için türlü pazarlıklar yürütülürken, adalar için de imar planları yapılırken ağaçların sesini kulağımıza fısıldayan bir romanla çıkıyor Oylum Yılmaz karşımıza. Ağaçların Rüyası’nda ağaçlar anlatıcı rolünde. Çocuklukları Büyükada’da geçen iki kız arkadaşın; Füsun ve Nihan’ın büyüme yolcuğunu okuyoruz. Bu yolculukta bize adanın çamları yol gösteriyor. Ağaçların bir karakter olarak okurun karşısına çıkması, seslenişleri ve yaşananları belleklerinde tutmaları insanı ister istemez düşündürüyor. Kazdağları’ndaki kayın, göknar, kızılçamlar ya da Akbelen’deki çam, meşe, kızılağaç, kestane ve çınar ağaçları tüm bu doğa katliamına ne söylerdi diye. 

Füsun ve Nihan’ın evlerini kapatıp adadan giden veya yıllardır sessiz, kimsesiz kalan evlere girmeleriyle adeta bir oyun gibi başlayan maceraları, bir dönem yüzlerce çocuğa ev sahipliği yapan Rum Yetimhanesi’ne kadar uzanıyor. Yetimhanede yaşananları, çocukların seslerini, ağlayışlarını ağaçlar anlatıyor. Ağaçların Rüyası’nda okuru bir düş yolculuğuna çıkaran Oylum Yılmaz kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Romanda anlattığınız hikâyeyi neden bir rüya olarak tanımladınız?

Ağaçlarla bilinç düzeyinde bir iletişimimizin olması, aramızdaki bağlantıyı hissetmek benim kişisel rüyam her şeyden önce. Diğer yandan eğer insanlar ve ağaçlar birbirleriyle konuşabilselerdi bu ancak rüyalarımızda olurdu diye düşünüyorum. Belki de zaten öyledir.  

Kitabınızda çocuklukları Büyükada’da geçen iki arkadaşın; Füsun ve Nihan’ın hikâyesini okuyoruz. Diğer karakterlerin yanı sıra ağaçlar da bedenleriyle, dallarıyla, açtıkları çiçeklerle birer karakter olarak karşımızda. Öyle değil mi?

Romanda olan biten her şeyi Füsun, çok sevgili arkadaşı Nihan’a anlatıyor. Ama bütüne baktığımızda, ya da bana öyle geliyor ki bu hikâyeyi bize aslında adanın çamları anlatıyor. Ağaçları hem bir karakter hem de bir anlatıcı-kahraman olarak kurmaya çalıştım. 

Londra’da yaşıyorsunuz. Şehrin parkları orman gibi. Londra’nın parkları mı size bu düşü kurdurdu? Yoksa Büyükada’da büyüyen bir çocuk olarak adanın ağaçları mı? Kitabınızı nasıl kurguladınız?

Bu romanı yazmaya başladığımda henüz Londra’ya yerleşmemiştim. Dolayısıyla her şeyi Büyükada’nın ağaçları başlattı diyebilirim. Fakat Londra dünyanın en yeşil şehirlerinden biri. Doğal parkları, devasa ormanları, anıt ağaçları, korulukları şehir hayatının tam içinde. Gündelik koşuşturmacaların arasında siz fark etmeden bir şekilde ağaçlar yaşamınıza sızıveriyor. Velhasıl Büyükada’nın çamlarının, at kestanelerinin başlattığını Londra’nın meşeleri, çınarları, salkım söğütleri devam ettirdi diyebilirim. 

Yazın canları sıkılan ve macera arayan iki arkadaş Füsun ve Nihan. Bir gün biraz korkulu ama cesaret de isteyen bir macerayı düşlerken buluyorlar kendilerini. Adada evlerini kapatıp giden komşuları Madam Dina’nın evine girme planı yapıyorlar. Madamın evine girmelerinin ardından bu heyecan ve merak peşlerini bırakmıyor. Bu yolculuk Rum Yetimhanesi’ne kadar uzanıyor. Neden? Her bir evin hikâyesinin oraya sürüklenmesinin sebebi nedir?

Bu sürüklenmenin sebebi aslında Füsun. Çünkü her şey sanki can sıkıntısından ve kendiliğinden başlamış gibi anlatıyor Nihan’a, bize Füsun. Ama kısa bir süre içinde güvenilmez bir anlatıcıyla karşılaştığımızı anlıyoruz. Füsun’un bile isteye girdiği, hatta belki de önceden hesapladığı bir macera bu. Ancak günün sonunda onun da planlarının tutmadığını, hesapların birbirine karıştığını görüyoruz. Haliyle de giderek bir sürüklenme ve büyüme hikâyesinin içinde buluyoruz kendimizi. 

“Zamanlar arasında dolaştığım bir metin oldu”

Nihan’ın girdiği her evden aldığı saatler var. Saatlerin Rum Yetimhanesi ile bağı ne? Saat ve zaman tüm bu akış içinde bize neyi anlatıyor?

Vakti zamanında Büyükada Rum Yetimhanesi’nde okuyan, yaşayan çocuklar hem bir el sanatı öğrensinler hem de yetimhaneye maddi katkı sağlansın diye buradaki işliklerde çalışırlarmış. Saat atölyeleri, terzi atölyeleri varmış. Ağaçların Rüyası’na karışan saatler o gerçek atölyelerin hatırasından geliyor. Diğer yandan bugünden kendi gençliğimin geçtiği doksanlı yıllara, anne babamın çocukluğuna değen altmışlara uzanan hikâyesiyle zamanlar arasında dolaşmaya çalıştığım bir metin oldu Ağaçların Rüyası. Füsun’la Nihan’ın kapalı evlere gizlice girerek peşine düştükleri, zamanı yanlış gösteren kurmalı saatler, birbirinin içine geçen homojen bir zamanı anlatmaya çalıyorlar. 

Adayı bir türlü gelmek bilmeyen gemiyi beklediğiniz ıpıssız bir deniz fenerine benzetiyorsunuz. Adada büyümek nasıl bir duyguydu?

Çok güzeldi, anlatamam. Ama iş gençliğe geldiğinde benim de en büyük hayalim adadan çıkıp bir an önce şehre, yeni bir yetişkin hayata kavuşmaktı. Bu anlamda taşra sıkıntısıyla ada yaşamını biraz, çok değil ama biraz, benzetebiliriz. Ağaçların Rüyası özelinde ise gençlik sıkıntısı hikâyedeki hareketi başlatan tetikleyici unsur işlevini görüyor. 

Füsun annesini anlatırken “Annem kadınları ve kız çocuklarını olmuş insan kabul eder, kötülüğü, sapkınlığı, önünü arkasını düşünmeden iş görmeyi olmamış insandan sayıyorum” dediğinden söz ediyor. Bu iki kız çocuğuna biçtiğiniz rol aynı zamanda onların toplum tarafından küçük yaşlardan başlayarak sürekli büyütülme, çocuk olduklarının kabul edilmemesinin de bir isyanı mı?

Evet. Söz gelimi anne babanızın, ya da herhangi bir aile büyüğünüzün hoşuna gitmeyen, yanlış bir şey yaptığınızda oğlan ya da kız olmanız üzerinden size bir tür terbiye verilmeye çalışılması, bence toplumun altını oyan en büyük yanlış. Bu lafta bir hassasiyet gibi görünüyor olabilir ama bence insan ruhunu geri dönülmez biçimde yaralıyor. Toplumsal cinsiyet ilk kurtulmamız gereken şey. Ağaçların Rüyası’nda da bütün olan bitenin arkasında, toplumsal cinsiyet baskısına karşı kahramanların duyduğu öfke bir nabız gibi atıyor.

"Ruhumuz çam kozalakları, kestaneler, meşe palamutlarında da yaşıyor”

Ağaçları dünyanın inatçı, sessiz ve şedit bekçileri olarak tanımlıyorsunuz. İnsan ruhunu da bir kozalağın içine üflediklerini yazıyorsunuz. Sizce insan doğanın bir parçası olduğunu ne zaman unuttu? Ruhumuzu üfledikleri kozalaklara ne yaptık?

İnsan ruhunun kozalaklara üflendiği ya da epifiz bezinin kozalakla temsil edildiği estetik algı insanın doğayla yolunu ayırdığı, o başka ben başka dediği zamanı işaret ediyor. Ve bir zamanlar var olduğunu sandığımız doğa insan bütünlüğünü özlemenin simgelerinden biri haline geliyor. Bizim ruhumuz sadece bize ait değil ki zaten, söz gelimi çam kozalaklarının, kestanelerin, meşe palamutlarının içinde de yaşıyoruz biraz ve onları kesip yok edip görmezden geldiğimiz her an ruhumuzdan da bir şeyler kaybediyoruz. Kayıplarımızın yerini de sanatla, edebiyatla, hikâyelerle doldurmaya çalışıyoruz. 

“Rum Yetimhanesi’ne gitmeyelim diye korkutularak büyüdük”

Rum Yetimhanesi’ne dair çocukluğunuza ait bir anınız var mı? Siz de arkadaşlarınızla yetimhanenin bahçesine, binaya girmeye çalıştınız mı? Çocuklar bu büyülü, ihtişamlı binadan nasıl uzak tutulurdu?

Biz buraya gitmeyelim diye korkutularak büyüdük hep, gelene geçene ateş eden deli bir bekçi, herkese saldıran vahşi köpekler ve geceleri içeriden yükselen hayalet bebeklerin ağlama sesleri. Korkar gidemezdik. Bu korku ağı hem oradan biz çocukları, gençleri korumak için örülürdü hem de yanı başımızda yaşanan tarihi bir dramı örtbas etmek, görmezden gelmek, gerçeğin hikâyesini değiştirmek için. Başarısız olunduğunu da söyleyemem. 

Hikâyenin Rum Yetimhanesi’ne dayanması ve ağaçların dile gelmesi aslında ağaçların belleğini unutmama, orada yaşananları insanlığa hatırlatma çabası mı?

Ağaçlarla bilinç düzeyinde bir iletişim kuramamamızın temel sebeplerinden biri zaman algısı. Ağaçlarla insanların zaman algısı aynı değil. Onlar çok daha ağır, yavaş akan bir başka zamanın içinde yaşıyorlar bilimsel olarak. Dolayısıyla insanların örtbas etmeye çalıştığı ve hızla unuttuğumuz yakın tarihli bir dramı, yetimhaneyi saran çam ormanındaki ağaçların bizden daha iyi bilip hatırladığını hayal ettim. Biz hatırlamıyorsak da ağaçlar unutmadı diye düşünerek yazdım. 

Son sayfalarda her bölümün başında yer verdiğiniz epigraflar var. Bunlar zaman içinde okumalarınız sonucunda aldığınız notlar mı yoksa Ağaçların Rüyası kitabı üzerine çalışırken yaptığınız okumaların sonucu mu?

Bu soru için çok teşekkür ediyorum size. Evet, kitap üzerinde çalışırken aradığım, romana yakıştırdığım şiirler hepsi. Ama özellikle kendi kuşağımdan bir şair olan Neslihan Altun’un Anmadan Olmaz Düğün Çiçeklerini adlı kitabında yer alan şiirleriyle Ağaçların Rüyası arasında imgesel bir bağlantı olduğunu zannediyorum. O yüzden bütün metni daha çok onun şiirleriyle birlikte düşündüm ve yazdım diyebilirim. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi