"Elimden edebiyatın toprağı tuttu"

Ceplerine Çiçek Dolduran Çocuk kitabının yazarı Tolga Gümüşay, “Çocukluğu rüyalara benzetiyorum. Gerçek yaşamdan daha güçlü duygular vardır içimizde. Rüyadan çıktıktan hemen sonra onları çok güçlü hissederiz. Bazılarını eski albümlere bakarken ya da bir koku duyduğunuzda anımsarsınız. Ben de oturdum onları öyküleştirdim. Edebiyatın toprağı tuttu elimden” diyor. 

Günışığı Yayınları editörlüğünü Semih Gümüş’ün yaptığı Köprü Kitaplar Koleksiyonu’yla çocukları ve gençleri, çağdaş Türk edebiyatının usta yazarları ve günümüzün yeni yazarlarıyla buluşturuyor. Geçmiş ve bugün arasında köprü vazifesini gören seride şimdiye kadar yirmi sekiz kitap yayımlandı. Bu koleksiyonda yayımlanan son kitap Tolga Gümüşay’ın kaleme aldığı ‘Ceplerine Çiçek Dolduran Çocuk’ oldu. Kitapta farklı öyküler yer alıyor fakat her bir öykü aynı çocuğun hikâyesini anlatıyor. Otobiyografik özellikler taşıyan öykülerde bir çocuğun büyüme yolculuğunu okuyoruz. Kitabı okurken insanın çocukluğuna dönmemesi mümkün değil. Ben de çocukluğumun en maceralı yıllarına gittim. Kendi bahçemi yapar, etrafını tahta parçalarıyla çevirdiğim alana babamın ve komşumuzun bahçesinden aşırdığım çiçekleri dikerdim. Sadece çiçekle de yetinmezdim. Domates ve biber fidelerini toprağa özenle yerleştirip büyümelerini beklerdim.  Kelebek avcılığım da ayrı bir macera. Avcılık derken hayvan dostlarını kızdırmayayım. Çocukça bir macera. Bir gün ziyaret ettiğimiz yerde duvarda asılı kelebekleri ve altlarında Latince adlarını görünce çok heyecanlanmış kelebek koleksiyonu yapmaya karar vermiştim. Bir iki denemeden sonra kelebek yakalama maceram elimi eşek arısının sokmasıyla sona ermişti. Maceralarımı burada bırakayım yoksa askerlik anıları gibi uzayıp gider. Kitaba yeniden dönecek olursak Gümüşay’ın metinlerinde beni de çocukluğuma döndüren küçük bir çocuğun ilk heyecanını, korkularını, sevinçlerini okuyoruz. Semih Gümüş yazdığı önsözde önemli bir noktaya dikkat çekiyor. “Bizim edebiyatımızda çocuklar az anlatılmıştır. Bunun başka nedenleri de olmakla birlikte, edebiyatımızın toplumsal sorunlara duyarlılığın yüksek oluşu, sıranın çocuklara gelmesine çoğu kez izin vermemiştir. Bu eksikliğin bir nedeni de az önceki sözlerimde: Çocukları tanımanın zorluğu.” Aslında Gümüşay’ın başarısı tam da burada. Öykülerinde bir çocuğun gözünden sevgiyi, paylaşımı, dostluğu, yokluğu, köyde yaşamı ve çocuk olmayı, aile ilişkilerini bir nakış gibi işliyor. Ceplerine çiçek dolduran çocuğun hikâyesini Tolga Gümüşay’la konuştuk. 

Kitabınızın otobiyografik bir çalışma olduğunu söyleyebilir miyiz? Ceplerine çiçek dolduran çocuk siz misiniz?

Evet ceplerine çiçek dolduran çocuk benim. Roman ve öykü kurmaca edebiyat türleri. 

Ancak muhakkak ki içinde yaşamın değişik evrelerinde yaşanmış konuları bir araya getiren, daha etkili hale dönüştürülmüş yazar yorumları, kurmacaları var. Genel hissiyat açısından kitabıma baktığımda benim kendi çocukluğum ve gençliğimden çıkardığım bir kitap diyebilirim. Aklıma imgeler geldikçe, önüme fotoğraflar düştükçe, kendimi zorlayarak bilincimin gizemli sandığını karıştırarak ortaya çıkardığım bir kitap oldu. Özellikle çocukluk bölümleri tamamen otobiyografik. 

Kitabın sonunda çocukluğunuza ait bir fotoğraf var, cepleri çiçeklerle dolu bir çocuk.

Edirne Uzunköprü’de doğdum. Aslen Gönenli bir ailenin çocuğuyum. Annem öğretmen, babam subaydı. Çocukluğum Türkiye’nin farklı kentlerinde, kasabalarında geçti. Subay lojmanlarının arkasında uzun yeşil alanlar ve çiçekler vardı. Yedi cepli bir tulum giyerdim. Hayatımın ilk özgürlüğü lojmanların arkasındaki bahçeydi.  O bahçe tabi o zaman uçsuz bucaksız bir dünya gibi gözükürdü. Ceplerime çiçek doldururdum, yedinci cep boş kalmış diye sevinip ona da bir şeyler koyup eve gelirdim, aynada kendime bakar güzel ve donanmış hissederdim kendimi. Çiçekleri bazen anneme hediye ederdim, bazen de çay bardaklarına koyardım. Yıllar sonra da şunu düşündüm: Aile arasında da ceplerime çiçek doldurmayı tatlı bir çocukluk anısı olarak konuşmuşuzdur, tulumum da meşhurdur. Aslında yazar olarak da insan olarak hayatımda yapmaya çalıştığım şeyin bu güzel bir metaforu. Hayatım seyahat ederek geçiyor. İstanbul’u çok seviyorum, İstanbul’un sokaklarına dalarak, farklı insanları dinleyerek, başka yaşamların kıyısında durarak, başka yazarların kütüphanelerinde yolculuk ederek aslında ceplerime çiçekler doldururum.  Hayatıma güzellikler eklemek sonra da bunu insanlarla paylaşmak istedim.

Vicdanlı ve merhametli bir çocuğun hikâyesini okuyoruz. Bu aslında bir çocuğun büyüme hikâyesi. Çocukluğunuza yeniden dönüp bakmak size nasıl geldi? Ne gördünüz orada?

İnsan çocukken ne olduğunu bilmiyor. Bugün ona vicdanlı ya da merhametli diyoruz ama ben vicdanlı ve merhametli bir çocuğun hikâyesini yazmaya çalışmadım. Kendi çocukluğumu yazmaya çalıştım. Hayata öyle bakıyordum, mutlu büyümüş bir çocuktum. Annem ve babamla ilişkilerim her zaman iyi oldu. Sevgi ve güvenle büyüdüğünüzde farklı bakış açısı kazanıyorsunuz. Öykülerdeki bozacı, eve gelen horoz ya da sizi kötülüğe iten bir arkadaşınız da olsa tüm bunlara güvenli bir yerden bakıyorsunuz. Her çocukta her bebekte olan bir özellik. Tabi ki herkes benim kadar şanslı olmamış olabilir. Ailevi nedenlerle o su bulanmış olabilir. Kendi yaşamıma da baktığım zaman memur orta sınıf bir ailenin çocuklarının benzer yaşamları olduğunu düşünüyorum. Yaratıcılığa bizi iten çok şey vardı. Yaşamımıza dışsal faktör daha az giriyordu. Yaratıcılık can sıkıntısından çıkar bizim neslin çocuklarının canı çok sıkılırdı. Ya kenara çekilip somurtursunuz ya da edebiyatla bizi buluşturan yaratıcılığı tetikleyen şeyler olur. Kendi çözümlerinizi, kendi eğlencenizi yaratmaya başlarsınız. Koridoru futbol sahasına çevirmeler, çiçekler toplamak vb. yaşamı oyuna çevirirsiniz. 

‘Yavru Vatan’ öykünüzde yer alan arkadaşlarınızdan biri Hanifi. Dedesinin bir sözünü anımsatıyor. “Sen yola çık toprak elinden tutar senin” diyor. Kitabınızı yazarken sizin elinizden de çocukluğunuz mu tuttu? 

Çok güzel bir tespit. Yazarken de öyle düşünürüm. Elinden tutar senin o toprak. Yazarken yaratabilmek, yazarken sizin de ne yaratacağınızı merak etmek ve yolda değişime hazır olmanız, okurun da kalpten yazılan ürünü hissederek size yol arkadaşlığı yapması. Kitabın serüveni özetle bu. Çocukluğu rüyalara benzetiyorum. Gerçek yaşamdan daha güçlü duygular vardır içimizde. Rüyadan çıktıktan hemen sonra onları çok güçlü hissederiz. Çocukluk da biraz öyle. Bazılarını eski albümlere bakarken ya da bir koku duyduğunuzda anımsarsınız. Ben de oturdum onları öyküleştirdim. Edebiyatın toprağı tuttu elimden. 

Bugünkü çocuklarla kendi çocukluğunuzu karşılaştırdığınızda ne tür farklılıklar gözlemliyorsunuz?

Reklamcılıkla da uğraşıyorum. Bu nedenle dönemin ruhu nedir, araştırmaların sonuçları nelerdir takip ettim, reklamcılıkta buna dikkat edersiniz. Ama edebiyat öyle bir şey değil. Benim en çok sevdiğim yazar hâlâ Herman Hesse’dir. Ruhuma dair çok fazla ışık yakmıştır. Onun satırlarında kendimi buluyorum. İnsan hakkında yazarsanız insanın var oluşları hakkında yazarsınız. Çocukluk ve gençlik dönemi de insan olma halini kapsayan bir süreç. Masumiyete hâlâ inanıyorum kendimi ya da birini yeterince anlatabilirsem okurla bir buluşma duyusu oluşturabilirim diye düşünürüm. 

Bugünün çocuklarına gelirsem bu çocukların canı sıkılmıyor, onlara zaman yetmiyor. Bizim canımız sıkılırdı. Hayatı eğlenceli hale getirmek için çabalardık.

Bugünse teknoloji o kadar gelişmiş durumda ki teknolojinin eğlendirme kapasitesi çok yüksek. İki kişinin basket sahasında oynamasını sosyallik sanıyoruz ama bugünün çocukları dünyanın farklı yerlerinden çocuklarla oyun oynuyorlar ve eğleniyorlar. Yetişkinler için de böyle. Ebeveynler, yaşadığımız çağ çocuklara imkân sunduğu için çocuklar da daha az yaratıcı, daha az çaba sarf eden, önlerine konulmuş labirentlerin içinde yol bulmaya çalışıyorlar. Kendi dünyalarını yaratma konusunda onları bizlerden biraz daha geride görüyorum ama biz daha az kaynaktan besleniyorduk. Ortalama bir ailede baba rol model alınır, dede babaanne aynı ortamdadır, yakın akrabalarda görüştükleriniz varsa onlara bakarsınız ya da öğretmeninize… Biz kitapların, gazetelerin olduğu dünyadan geliyoruz. Bütün gün odasından çıkmıyor dediğimiz çocuklar o kadar farklı kaynaklardan bilgi sahibi oluyorlar ki bir bakıyorsunuz bitcoin konusunda ya da çok farklı bir konuda başka siteleri inceleyip analiz yapıyorlar.  Yeni nesil, yüzeysel ama zengin bir veri akışının ortasındalar. O yüzden de biraz odaklanma sorunları var. Hepimizin ilk kez karşılaştığı bir durum.

AYNI ÇAĞIN İÇİNDE FARKLI ÇOCUKLAR 

‘Bozacı’ veya ‘Yavru Vatan’ öykülerinizde sınıfsal farklılıkları görüyoruz. Çocuklar o sınıfsal farklılığı eskiden nasıl yaşıyordu? 

Sınıfsal farklılık vardı. Asker çocuğu olduğumuz için dönemin ayrıcalıkları vardı. Futbol sahamız vardı, güvenli bir alan olduğu için gece de dışarı çıkabiliyorduk. Çocukların derslerine, giyimlerine özen gösteren bir zümrenin içinde büyüdüm. Bursa’da ilkokula gittiğinizde o sınıfsal farkı çok anlamıyorsunuz. Serbest meslekle, ticaretle uğraşan aileler var. Daha sonra Erzurum Anadolu Lisesi’nde yatılı okudum. Birden bu fark daha çok ortaya çıktı. Okula gelene kadar karlı yollardan geçen, kurtların saldırısına karşı mekanizmalar geliştiren, lastik ayakkabılarla ayakları donacak hale gelen sınıf arkadaşlarınız oluyor. Bu çocukların okulun yanı sıra tarlada da işleri vardı. Aynı çağın içinde zor koşullarda olan çocuklarla tanışıyorsunuz. Çocuk halinizle bir farklılık olduğunu anlıyorsunuz. Ben kalbi açık olmaya çalışan bir çocuktum. Onlar da dışarıdan gelen bir yabancıyı merak ediyorlardı. Hikâyede anlattığım gibi yavru vatana çıkacak kadar onlara güvendim. Hayatımın en önemli dersini aldım. Erzurum Anadolu Lisesi’ndeyken Doğu Anadolu bölgesinde yaşayan ailelerin çocuklarıyla beraberdim. O farklılık okulda ortadan kalkıyordu, herkesle birlikte yaşamayı öğreniyorsunuz. Bu farklılıkların da size bir şey öğrettiğini görüyorsunuz. Herkesin aynasında kendinizi görüyorsunuz. Farklı kültürlerin bir arada yaşayarak birbirini anlamaya çalışması, herkese saygı duyarak ve herkesten bir şey öğrenebileceğini bilerek yaşaması önemli. 

Son öyküde dedenize dair ayrıntılar var. Çocukluğunuz boyunca gofret, çikolata saklı sandığımız dolaptan mecmualar çıkıyor ve o mecmualar kitaplarınız için esin kaynağı oluyor. Anlattığınız kendi dedeniz mi? Öyleyse sakladığı mecmualar hangileriydi ve sizi nasıl besledi?

Benim dedemdi. Balıkesir Gönen’de babamın izni olduğunda her sene bir iki kere giderdik. Öyküde anlattığım gibi dedemin kantini vardı ve oraya giremezdik. Merak uyandırıcı bir yerdi. Hayatımda da giremediğim tek oda oldu orası. Dolapları çikolatalarla dolu zannederdim. Yıllar sonra dedemi görmek için o odaya girdim, mistik bir havası vardı. Bahçeye açılan pencere ve o bahçenin yeşilliği, hikâyenin başında dedemin hortumla suladığı bahçenin yaşamla bağı… 

Sonuçta o dolabı maalesef hayatın tatsız karşılaşmalarından biri ölümle ilk defa yüz yüze geldiğimde gördüm.  Dolabı açtığımda içinde kitaplar olduğunu gördüm. Yenigün mecmuaları vardı. 1940’ların II. Dünya Savaşı döneminin sayıları vardı. O dönemin mecmuları ciltler halindeydi. Nasıl bahçe yapmak gerekir, deniz banyosu neden faydalıdır, pul koleksiyonu nasıl yapılır gibi bilgilerden tutun da tefrika romanlara kadar pek çok şey vardı dergilerde. Sonra Hayat mecmuaları, 70’li yıllara ait gazeteler vardı. Cilt cilt Mesneviler vardı. Özellikle o mecmualar kitaplarıma esin kaynağı oldu. Popüler kültürün parçası oldukları için kitaplarımda bana ışık tutmuşlardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi