"Seçimi kadınlar ve gençler belirleyecek"

“Yeniden Refah Partisi’nin kadın haklarıyla, kadına karşı şiddet yasalarında değişiklik talepleri, bunlar karşısında AKP’nin sırf iktidarda kalmak için bu taleplere ses çıkarmaması, Özlem Zengin’e yeterince destek olunmaması, muhafazakâr kadınlara gelecekte neyle karşı karşıya kalacaklarının işaretini veriyor.”

Bugün 23 Nisan 2023. 103 yıl önce Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı koşullarında dahi sarayın iradesine karşı durarak halkın egemenliğine inanmış, Ankara’da I. Meclis’i açmıştı. Ulusal egemenliğin ne anlama geldiğini belki de fazla özümsemeden, II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’la birlikte yaşanan siyasal süreçte ülke hızla İslamcı ve şovenist siyasete hapsolurken, Cumhuriyet’in kurucu değerleri de aşınmaya başladı. Bu aşınmanın sonunda kör topal işleyen demokrasimiz yerini bir tek adam düzenine bıraktı. 

AKP elbette bir sebep değil, sonuç. Bunun sebepleri çokça yazıldı, tartışıldı. Biz de bugün sayfamızı henüz Türkiye’ye başkanlık sistemi dayatılmamışken Siyaset Bilimci Deniz Yıldırım’ın kaleme aldığı ‘Saray Rejimi’ kitabına ayırıyoruz. Yıldırım’la saraydan yönetilen bir iktidarla, parlamenter sisteme dayalı, katılımcı demokrasi arasındaki farkı, Saray Rejimi’nin ne olduğunu, 21 yıllık AKP dönemini konuştuk ve 14 Mayıs’taki seçimlerin neden kritik olduğunu anlamaya çalıştık.

● AKP iktidarını bir saray rejimi olarak tanımlıyorsunuz. Üstelik kitabınızı başkanlık sistemi henüz netleşmemişken kaleme almıştınız. Saray rejimi ifadesiyle tam olarak neyi kastediyorsunuz? Neden saray rejimi?

Saray, cumhuriyet rejimiyle karşıtlık ifade eder. Bu adlandırmayı sahiplenmekle toplum yoksullaştıkça saraydan yönetilen bir ülke imajı verirsiniz. Destek aldığınız toplum kesimleriyle aranızdaki bağın aşındığı ortaya çıkar. Bunu fark ettikleri için saray yerine külliye demeye başladılar. Ancak iktidarın kendisini nasıl adlandırdığına bakarak değil, olguların bütünlüğüne bakarak ilerlemek gerekiyor. Henüz başkanlık rejimi gelmemesine rağmen saray adlandırmasını yapmayı tercih ettim. Fiilen Türkiye’nin 1908-1909’da da padişahın ve sarayın gücünün kırıldığı bir anayasa değişikliği yapılmıştı. Sadece cumhuriyet tarihi içinde de değil. 1909’dan beri saray tarafından yönetilmekten uzaklaşmış, meclis ağırlıklı bir rejime geçmiştik. Ankara’da açılan bir meclis aracılığıyla Kurtuluş Savaşı verdik. 1921 Anayasası bunu taçlandırdı, meclis hükümeti sistemi getirdi. Aynı şekilde 1924 Anayasası bunu belirli değişikliklerle sürdürdü. 1961 Anayasası yürütmenin aşırı güçlenmesi karşısında yeniden yasama organını frenleyici, dengeleyici merkezi bir kuvvet, çift meclis sistemi getirdi. Cumhuriyetin, demokrasiye geçişin özünde meclis ağırlıklı bir sistem vardı. Ancak 2014 sonrasındaki gelişmelere baktığımızda gücün merkezinin yasamadan yürütmeye, yürütme içinde de bakanlar kurulunun etkisizleştirilmesiyle tek kişiye, cumhurbaşkanına kaydırıldığını gördüm. Buna uygun anayasa değişiklikleri yapmanın da an meselesi olduğunu ifade etmek için önden uyarmak istemiştim. Keşke gerçek olmasaydı haklı çıkmasaydım.

Bu rejim dönüşümü, başkanlık sisteminin kabulüyle tamamlandı mı?

Aslında tamamlandığı söylenemez. Mustafa Kemal Atatürk tüm siyasal ve toplumsal devrimlere cumhuriyet adını verir. Konuşmalarında, yazılarında bunu sıklıkla görebilirsiniz. Cumhuriyet sadece bir yönetim değişikliği değildir. Eğitimden, kadın haklarına, toplumsal yaşamdaki reformlara, çağdaşlaşma reformlarına, laiklik gibi olguların bütünü içinde cumhuriyeti algıladığını görüyoruz. Buradan bakarak saray rejiminin de bu genişlik içerisinde okunması gerektiğini düşünüyorum.  Kendi kuşaklarını yaratabilmesi, kalıcılaşması için kültürel, ideolojik, toplumsal alanda, yaşamda da buna uygun dönüşümleri sağlamak zorunda. Eğitim sistemine baktığımızda veya medyada belirli oranda başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Güçlü bir propaganda yapılıyor. Ancak kendi kuşağını yaratma anlamında gençlik içinde başarılı olduğu söylenemez. Bu durum maddi koşullardan da bağımsız değil. Cumhuriyet kadroları kurtuluş savaşı vermiştir ama halk gibi yaşamıştır. Bugün sürekli halkı fedakârlığa çağıran ama kendileri asla fedakârlık yapmayan bir yönetici kadro var. Bu da inandırıcılığı zedeliyor. Kurutuluş Savaşı’ndaki milli seferberlik ruhuna benzemek istiyorlar ama olmuyor. Çünkü bizzat o ruhu ve cumhuriyet devrimleriyle ortaya çıkmış yönetim şeklini, toplumsal ilişkileri, hakları da ortadan kaldıracak bir ittifaklar içine girmiş durumdalar. Son noktanın toplumsal yaşamın tamamıyla dinselleştirilmesine dayalı olarak gelişecek daha karşı devrimci hamlelerle olacağını düşünüyorum. İttifak içindeki partilerin taleplerine baktığımızda da kadın haklarına, toplumsal yaşama dönük cumhuriyetin elde kalan belki de en önemli kazanım alanına yeni bir saldırı olasılığı yüksek. Siyasi yönetsel ayağı tamamlanmış görünebilir ama toplumsal ayağı tamamlanmadı. Bu seçim; toplumsal ayağının tamamlanıp tamamlanmayacağının belirleneceği bir seçim.

Kadın haklarına yönelik konuya dikkat çektiniz. AKP onu destekleyen kadın seçmenine sırtını dönmedi mi? AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in yalnız bırakılmasını, tehdit edilmesini hatırlayalım. Önceki seçimlerde kadınlar kapı kapı dolaşıp AKP için oy istiyorlardı. Şimdi kadın haklarında geriye bir gidiş söz konusu. Hizbullah’ın uzantısı olan bir partiyle iş birliği yaptılar. Bu durum kendi tabanı içinde kırılma yaratır mı?

Bu seçimi kadınların ve gençlerin belirleyeceğini düşünüyorum. Kadınların kazanılması adına iktidarın siyasi aklının iyi çalışmadığı bir dönemden geçiyoruz. 1990’lı yıllarda özellikle Refah Partisi’nin yükselişi döneminde İstanbul’da kent yoksulluğunun yükseldiği dönemde yapılan çalışmalarda şunu görüyorduk: Kadınların ev ev gezmesi sayesinde Refah Partisi’nde kadın desteğiyle büyüme söz konusuydu. Bu daha sonra da devam etti. İki açıdan AKP’nin kadınları kaybetme riski var. Muhalefetin de bunu ne kadar işleyeceğine bağlı olacak tabi. Hüda-Par gibi Hizbullah’la bağı olan Konca Kuriş cinayeti hafızalardan silinmemiş durumda. Yeniden Refah Partisi’nin kadın haklarıyla, kadına karşı şiddet yasalarında değişiklik talepleri, bunlar karşısında AKP’nin sırf iktidarda kalmak için bu taleplere ses çıkarmaması, Özlem Zengin’e yeterince destek olunmaması, muhafazakâr kadınlara gelecekte neyle karşı karşıya kalacaklarının işaretini veriyor. Sosyal açıdan da kadınları kaybetme riskleri var.

“İKTİDAR TENCEREYİ DİKKATE ALMIYOR”

Tencereyi, pazarı dikkate almıyorlar. Soğan konusunu neredeyse bir alay konusu haline getirdiler. 2019 yerel seçimleri öncesinde de benzer bir durum olmuştu. O zaman göstermelik tanzim satışlarla, PTT üzerinden satış yaptırmalar gibi birtakım pansuman tedavilerle bu işi çözüyoruz havasına girmişlerdi. Bugün ise neredeyse mutfakla iktidarın kurmak istediği anlatı arasında bir zıtlık var. “Biz otomobil yapıyoruz, siz soğan diyorsunuz” diyorlar. Çocuklarını doyurmayı düşünen, okula aç gönderen anneler var. İktidarın bu açıdan kötü bir sınav verdiğini düşünüyorum.

Saray rejiminin üç ilkesi olduğunu, bunların da ilkel birikim, İslamcılık ve istibdat olduğunu belirtiyorsunuz. Bunları biraz açar mısınız? İlkel birikimi nasıl sağladılar?

Bir kişiyle özdeşleştiriyoruz her şeyi. Bu böyle kendiliğinden bir kişi tarafından ayakta tutulmuyor. Bunun ekonomik, siyasal ve ideolojik ayağı var. İlkel birikimde ekonomi dışı dinamikler devrededir. Siyasi iktidarın, devletin gücü ekonomi üzerinde belirleyicidir. Acele kamulaştırma, özelleştirmeler, yandaş grupların zengin edilmesi, ihaleler, inşaat, enerji, madencilik alanına kamu kaynaklarının aktarılması ve buna karşı duruşların zor gücüyle bastırılması. Bunun siyasi ayağı istibdat ayağıdır. Toplumun tamamının rızasını kazanmanız mümkün değil. Bu kişileri ikna edemezsiniz. Bunu yönetebilmeniz için demokratik araçlar yeterli değil! İki seçim arasında istibdat pratikleri artıyor. İnsanlar konuşmaya korkuyor. Abdülhamit döneminde yaşananlar da budur. Meclisi etkisiz kılan bir model. Üçüncü ayak ise ideolojik ayaktır. Sıradan, inançlı, Müslüman kimliğe sahip insanların pratiğinden söz etmiyorum. İktidarın kendi dar elit grubuyla oluşturduğu modeli, toplum gözünde haklı göstermek ve onu sağlamak için manevi araç olarak dini kullanması neredeyse dinin, inancın temsilcisi gibi kendini sunması. Bunu da İslamizasyon ayağı olarak görüyorum. Üç ayaktan birini çeksek saray rejimi aksar, sakatlanır.

“BUGÜN GELİNEN NOKTA; STATÜKOCU OTORİTERLİK”

AKP’nin ilk dönemini tasfiye dönemi olarak ifade ediyorsunuz. İnşa dönemini ise Saray Rejimi olarak tanımlıyorsunuz. Şimdi geldiğimiz nokta için yeni bir tanım yapmak mümkün mü?

Kültürel hegemonyayı kuramadıkları muhakkak. İktidarın şöyle bir yöntemi var: Karşısına alternatifini koyamıyorsa onu tasfiye ediyor, o alanı boşaltıyor. Yayıncılık alanında sorunlar var. Kitap basım sayılarında, okurların kitap alım sayılarında düşüş yaşanıyor.  Geçim derdi öne çıktığında yaratıcılık giderek azalmaya başlıyor. İnsanlar temel geçim ihtiyaçlarına yönelmişken kitap almak, tiyatroya gitmek, sinemaya gitmek lükse dönüşmüş durumda. Bunun bilinçli yapıldığını düşünüyorum. Desteklenenlerin kendi dünyalarından olması bilinçli. Kitabımda çeşitli teorilere göndermeler yapıyorum. Carl Schmitt’in diktatörlük tarifi vardır. Saray merkezli rejimde 2014 sonrası, 2017 referandum süreci yeni bir düzeni kurma adına kurucu momentlerdi. Bugünkü durumda ise kendilerinin vurguladığı şey; kazanımları korumak. Yani 20 yılın kazanımlarını korumak. Schmitt’e referansla koruyucu bir otoriterlik söz konusu, statükocu. AKP’nin 20 yıldır en fazla kullandığı propaganda malzemesi değişimi temsil etmekti. Bugün gelinen nokta ise statükocu otoriterlik olarak adlandırılabilir.

KILIÇDAROĞLU’NUN KAPSAYICI TOPLUM ÇAĞRISI

Bu yıl Cumhuriyet’in 100.yılını kutlayacağız. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk egemenliği saraydan alıp halka vermişti.  16 Nisan 2017’de yapılan referandumla halk iradesinin tamamen tek bir kişiye teslim edilmesinin önü açıldı. Kurtuluş Savaş koşullarında dahi egemenliğin halkta olduğu bir meclisten söz ediyoruz.  Cumhuriyetin yurttaşa ne sağladığını tam olarak kavrayamadığımız için mi bu noktaya geldik?

Belki de. Sonuçta gerçekten egemenliğin bütünüyle bir kişi tarafından kullanılması, buna karşın ulusal egemenliği temsil eden, bütünü oluşturan yurttaşların sırf iktidarın tutumlarını eleştirdikleri için geçmiş seçimlerde zillet olarak tanımlandığı bir süreç yaşadık. Yani benim milletim diye tarif edilen yerde kapsayıcılık yok.  Dışlayıcı bir millet tarifi var. Kılıçdaroğlu’nun çıkışları önemli. Kapsayıcı bir toplum sözleşmesi çağırısı olarak görmek gerekiyor. Dışlayıcı siyaset anlayışının Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamında da kıymetli olacak.

“MASADA TOPLUMSAL BARIŞ VAR”

Kitabınızda “Türkiye’de sağ ne zaman sarsılsa, tabanı kırılganlaşmaya başlasa en kolay yol olarak vatan, millet siyasetine başvurur” diyorsunuz. En son Destici, Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Erkan Baş’a “Tito artığı” demişti. Erdoğan’ın buna benzer sayısız ifadesi var. Selahattin Demirtaş’a “Selo” diye hitap etti ve milliyetine ilişkin açıklamalarda bulundu. Tüm bunlar bize neyi gösteriyor? Ayrıştırıcı bir siyasal iklimde Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Aleviyim” açıklamasının önemi nedir?

İktidar siyaseti bölme ve toplama işlemi olarak görüyor. İkiye ayırıyorlar. Kendilerinden yana olanlar bir de karşı olanlar. Derinlemesine bir ideolojik veya siyasal program ayrımı olarak görmeyelim bunu. Üç gün önce ayrı gördükleri “Sizinle ittifaka katılacağım” dese en yerli ve en milli olur. Zaman içinde yaşadık. Temel mesele kriter ne? Onların yanındaysanız yerli ve millisiniz. Bir yandan millet tasarımı, birlik vurgusu yapılırken buna karşı bu yönetme şekliyle bunun sağlanamayacağı örneğin istibdat karşısında Osmanlı’nın bölünmesinin önüne geçmek için imparatorluğun bütün unsurlarının demokratik olarak temsil edildiği meşruti meclisin olması gerektiğini savunanlar birliği savunuyordu. Daha ileri gideyim. ‘Üç Tarzı Siyaseti’ yazan Yusuf Akçura Kahire’deki bir gazetede bunu tefrika ettirdiğinde hep aklında bugünkü Türkçülükten farklı olarak demokratik olarak birlik siyaseti vardı. Bütün mesele bunların demokratik olarak mı bir sistemi savunacağı yoksa otoriter bir sistemi mi savunacakları? Bugün bir otoriter sağ konsolidasyon, baskı rejimini topluma vaat ediyorlar. Bunun karşısında olanlar da artık olarak ifade ediliyor ya da inançla bir yaftalama siyaseti izleniyor. Bu yeni bir durum da değil! Ekonomi işin içine girdiğinde toplum bunu yeterince tatmin edici bulmuyor.

Kılıçdaroğlu tam da bunu görüp ileri bir hamle yapıyor. Toplumsal bir barış modeli var masada. Bunu önemli buluyorum. “Gelin bunları aşalım, ortak yaşamımızı kurallarla belirleyelim, önümüze bakalım” diyor. Bu bir toplumsal huzur ve barış meselesi. Bunu yeterince tüm muhalefet partileri alana yansıtacak mı, bu önemli.

“LAİKLİĞE EN ÇOK YOKSULLARIN İHTİYACI VAR”

Kitabınızda “Türkiye hâkim sınıflarının gelişme tarihi, laik-bilimsel eğitime ihanetin de gelişme tarihidir” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Sermayenin Soğuk Savaş dönemiyle birlikte 1945 sonrası kurulan dönemde aydınlanmacı, bilimsel, laik eğitimden taviz verme konusunda son derece hızlandığını düşünüyorum. Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından tutun da müfredat programlarının değişimine kadar bugün de aynı şekilde eğitimin, iktidarın hegemonik ideolojisine uygun şekilde yapılandırılması, yoksul çocukların sınıf atlama imkanlarının ellerinden alınması, orta halli ailelerin çocuklarının daha iyi bir geleceğe sahip olması için kredi çekerek çocuklarını özel okula göndermesi bir anda yaşanmış bir şey değil.  

Bugün laikliğe en çok bu ülkenin yoksullarının ihtiyacı var. Olumsuzluklar kaderle örülüyor. Soma’da, Zonguldak’ta en son Adıyaman’da depremzedelere bu söylendi. Toplumun maddi açıdan yoksullaştırıldığı, iş kazalarına kurban gittiği bir ortamda iktidarın bunu inançla, dinle haklı göstermeye çalışmasına itiraz etmek gerekir.

Öykü kitabınız ‘Mümkün’ umutla bitiyordu. 14 Mayıs’taki seçimlerin kritik önemi nedir? Yeniden parlamenter sisteme geçilebilir mi? Bu işin sonunda bir umut görülüyor mu? Ne dersiniz?

Umudu kaybedersek yaşamak mümkün olmaz. Umut görüyorum, sessizlik hali var tam bir seçim atmosferi yok ama hâlâ kırılgan bir ortam var. İktidar şunu yapıyor: Evet bir şeyler iyi gitmiyor ama ben gidersem her şey daha kötüye gider yaklaşımı var. Muhalefetin bunu kırması lazım. Muhalefetin bugüne kadar savunmada olduğunu düşünüyorum ama şimdi eli kuvvetli. Türkiye’nin en büyük şehirlerini yönetiyor muhalefet. Buraları daha görünür kılmak lazım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi