Zülfü Livaneli’nin distopik romanı sahnede: Son Ada

Hân-ı Yağma

Bu sofracık, efendiler -ki iltikâma muntazır 

Huzurunuzda titriyor -şu milletin hayâtıdır;

Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muhtazır! 

Fakat sakın çekinmeyin, yiyin/ yutun hapır hapır… 

Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizindir; 

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir; 

Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir? 

Şu nâdi-i ni’am; bakın kudumunuzla müftehir!  

Bu hakkıdır gazânızın, evet, o hak da elde bir…

Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı zi-safâ sizin; 

Doyuncu, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!


Bu satırlar Tevfik Fikret’in meşhur Hân-ı Yağma şiirinden. Fikret şiirini İttihat ve Terakki'nin kötü yönetimini, yolsuzluklarını eleştirmek için kaleme almıştı. Ondan yıllar sonra Cem Karaca, Fikret’in şiirini ‘Yiyin Efendiler’ adıyla yorumladı. Çünkü yemeye doymadılar. Yiye yiye de bitiremeyeceklerini sandılar ama dünyanın yok oluşunu, ısınmayı ve buna bağlı oluşan yangınları hep birlikte yaşıyoruz. Sermayedarlar işlerini sürdürmek için sürdürülebilirlik yalanına sarılırken çözümü de bireye yüklüyor.  Üretimi yavaşlatmaktan söz eden yok!  


Vatanseverlik ve milliyetçilikte kimseye söz bırakmayanlar yandaş şirketlerini zengin etmekle meşgul. Gazeteci Çiğdem Toker T24’teki köşesinde ‘Yüzde 1 İçin’ başlıklı yazısında Akbelen’deki ağaçların Türkiye'nin tamamının enerjisinin sadece yüzde 1'ini üreten iki santral için kesildiğini Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) verilerine dayanarak yazmıştı. Sadece yüzde bir için tüm bu olan bitenler. Muğla’nın Akbelen Ormanları’ndaki talanın görüntüleri ekranlarımıza düştükçe Fikret’in dizelerini ve Cem Karaca’nın yorumunu hatırlamamak mümkün mü?  Gazeteci ve belgesel yönetmeni Kazım Kızıl’ın çektiği fotoğraflar ise tarihe düşülen önemli belgeler. Özellikle jandarmanın ormandaki gaz maskeli fotoğrafları korku filmini andırıyor. Toprağına, ağacına, kuşuna sahip çıkan bir halk, halkın karşısında sermayedarlar ve onu koruyan kolluk gücü. Hikâye değişmiyor. İşte bu değişmeyen hikâyeyi bize edebiyatla ve tiyatroyla anlatan bir eserden söz edeceğim bugün. Geçen hafta Moda Sahnesi’nde Tiyatroadam’ın Zülfü Livaneli’nin ‘Son Ada’ isimli romanından uyarladığı oyununu seyrettim. ‘Son Ada’ Zülfü Livaneli’ye 2009 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandırmıştı. Yaşar Kemal kitapla ilgili “Edebiyatta görkemli bir söz vardır, büyük kapıdan girmek. Bu, büyük bir eserin yazarı demek. Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir” der.  Kitapta ütopyanın yani düşsel güzellikteki bir adanın nasıl bir distopyaya dönüştüğünü okuyoruz. Birbirleriyle dost, birlikte yiyip içen, eğlenen insanlar gün geliyor adaya emekli bir devlet başkanının gelmesiyle değişiyor. Otorite karşısında boyun eğen, korkuyla yüzleşen ve çıkarlarının peşinde koşan insanların hikâyesi Son Ada’daki. Yaşar Kemal Son Ada kitabının önsözünde Güney Amerikalı yazarların diktatör öyküleri yazdıklarını ama Zülfü Livaneli’nin romanının farklı olduğunu belirtiyor.  “Beklemediğim bir yenilikti Zülfü’nün getirdiği. Zülfü’nün yarattığı yeniliği okuyucuya bırakmak istiyorum ya, yapamıyorum. Önce zalimliği gözükmeyen gizli bir zalim. Gururlu ama gururu hiç belli değil. Böylesi adamda ne bulunursa onda da var ama hiç belli değil ya da davranışlarını saklıyor. Biz adamları tanıyoruz. Onları çok iyi tanıyoruz.” Demokrasi adı altında dayatılan sistemler, tek adam iktidarları hiç şaşırtmıyor. Son Ada’daki devlet başkanı da “Biz oy çokluğuyla bu kararı aldık” diye boşuna diretmiyor. Livaneli kitabın sonunda yer alan söyleşisinde 1970’lerde seslendirdiği Mesleki Baba’ya ait bir deyişe yer veriyor.  “Mesleki’m, artar eksilmez / Zulüm yavaşça yavaşça.”  Livaneli “Her diktatörlük, başlangıçta kendi çıkarlarını toplumun çıkarı gibi göstermeye dikkat eder. Başlangıçta kimseyi ürkütmemeye çalışır. Sonra gücü ve kendine güveni arttıkça, dişlerini yavaşça göstermeye başlar. Elbette bu saptama Fransız Devrimi gibi şiddetli altüst oluşlar için değil, sözüm ona demokratik yollarla iktidara gelen seçilmiş krallar için geçerlidir” diyor. 

Tiyatroadam’ın romandan uyarladığı oyunun başarısı tam da bu diktatör tanımıyla ilgili. Oyunda devlet adamını tek bir kişi canlandırmıyor. Her bir oyuncu diktatörün farklı hallerini sergiliyor. Aslında bu durum insanın iyi ve kötülüğüne dair çelişkiye dikkat çekiyor. Gücü ele geçirdiğimizde bir diktatöre dönüşebilir miyiz sorusu oyunun merkezinde duruyor. Diktatörü bu şekilde anlatma çabası ve durumun gülünçlüğü pratik bir şekilde tasarlanan, üste geçirilen kostümlerle pekiştiriliyor. Oyunculukların yanı sıra oyunda dikkat çeken ve anlatımı güçlendiren unsurlardan biri de dekor. Yarım ay şeklinde tasarlanan dekor bazen adayı anlatan bir ekran bazen de adalıların evleri oluyor. Dekorun üzerini kaplayan kitap sayfaları ise romana güzel bir gönderme. Romanın en dikkat çeken karakteri bakkalın sessiz sakin duran, engelli, kambur oğluydu. Oyunun sonunda bu çocuğun içinde tuttuğu çığlığın hepimizin çığlığına nasıl dönüştüğünü görüyoruz. Livaneli müzikleriyle bezeli Son Ada’nın hikâyesini romanı sahneye uyarlayan, yöneten bir de üstelik oyuncular arasında yer alan Deniz Özmen ve Berk Yaygın ile konuştuk. 

Deniz Özmen


Son Ada romanını sahnelemeye nasıl karar verdiniz? Metnin yapısı tiyatroya uyarlanmasını kolaylaştırdı mı?

Deniz Özmen: Yaklaşık 11 yıl önce Son Ada romanını okumuştum ve çok etkilenmiştim. Okuduğum romanları oyunlaştırmayı seviyorum. Bunlar içinde Son Ada’nın ayrı bir yeri vardı. Anlatılan diktatörün hikâyesi ama o diktatörün klişe bir şekilde sunulmamış olması önemliydi. Yani bir yerde bir kötü var ve bütün problemler de onun suçu gibi bakmıyor.  Daha önce sahnelediğimiz oyunların sahneleme biçimine benzer bir tarzda Son Ada’yı oynamaya karar verdik. Yazılı anlatımı görsel anlatıma çevirirken didaktik olmamak için de bazı epik yöntemlerden yararlandık. Oyunda anlatıcı tek bir kişi değil. Bazı şeyleri koro söylüyor. Hikâyeyi seyirciye anlatırken dekorda yer alan kostümlerle “Bakın size oyun oynuyoruz” vurgusuyla oyunu sunmaya çalıştık. Bunun için geleneksel Türk Tiyatrosu ilham kaynağımız oldu. Sahnede pratik karakter değişimleriyle oyunu sahneledik. Bu avantajlar olmasaydı böyle bir romanı uyarlamaya cesaret edemeyebilirdik. 

Berk Yaygın: Yaşadığımız hayattan mutlu değiliz ve bir şeylerin değişmesi gerektiğini düşünüyoruz. Oyunları da buna göre belirliyoruz ama sahnenin üzerine çıkıp bu iyidir bu kötüdür gibi bir yaklaşımdan uzak durmaya çalışıyoruz.  Bu oyunda da bir kötümüz var ama biz elimize bir fırsat geçirirsek neye döneriz sorusu önemliydi. Sen bir şey söyledin mi, bu kötülüğün ortağı mısın, değil misin? Son Ada ses çıkarmayanlardan bahsettiğimiz bir oyun oldu. Seyircinin ben şu an neredeyim ve ne yapabilirim sorusuyla salondan çıkması kıymetli.

Berk Yaygın

Romandaki ayrıntıları sahnede seyirciye etkili bir biçimde yansıtıyorsunuz. Müzik de bunda önemli bir rol üstleniyor diyebilir miyiz?

D.Ö: Zülfü Livaneli’nin bir romanını uyarlayacaksanız müzikten bağımsız bir şey düşünemezsiniz. Ayrıca müzik epik tiyatronun olmazsa olmaz parçası. Bir de didaktikliği kırması için de önemli bir unsur. Ayrıca söylediğimiz şeylerin vurgusunu artırmak için de kullandığımız bir öğeydi. Oyunu hazırlarken Livaneli ezgilerinden yola çıkmalıyız diye düşündük. Üniversiteden mezun olmuş iki öğrencim vardı. Oyunda 1 numarayı oynayan Vakur Pehlivan ve kamburu oynayan Emir Baran Sezginer, onlar da ekibe katıldı. Oyunun müzik direktörleri. Bu ezgileri belki ilk duyduğunuzda Livaneli şarkısı demiyorsunuz ama kullanılan bütün müzikler Livaneli ezgilerinden yola çıkarak oluşturuldu.

“KAÇARAK KURTULMAK MÜMKÜN DEĞİL”

Bir ütopya ülkesi nasıl oluyor da bir distopyaya dönüşebiliyor?

B.Y: Orada gizli bir mesaj olduğunu düşünüyoruz. Ege’ye Akdeniz’e kaçalım, bir balıkçı köyünde yaşayalım gibi hayaller kuran insanlar var. Bu pek çoğumuzun hayali. Zülfü Livaneli romanıyla aslında buradan kaçabilirsin ama kurtulamazsın demiş oluyor bizlere. Örneğin Urla’ya gidebilir, sakin bir iki yılın ardından yeni seçilen bir belediye başkanıyla her şey değişebilir. Bazı şeyler düzelmedikçe bu sadece Türkiye için de geçerli değil, herhangi bir yere kaçarak kurtulmak mümkün değil! İnsan zaaflı bir yaratık, bugün böyleyken değişebilir. Buna kâr hırsı da diyebilirsiniz ya da kâr hırsını korkunun paravanı olarak da düşünebilirsiniz. 

KORKUNUN YERİNE SEVGİYİ KOYDUĞUNUZDA OYUN BOZULUR”

Bu durumu sadece kâr hırsıyla açıklayabilir miyiz?

D.Ö: İnsanın zaafları var evet fakat oyunun sonundaki gibi Livaneli’nin bahsettiği şekilde dünyayı sevgi kurtaracak. Korkunun yerine sevgiyi koyduğunuzda oyun bozulur aslında. Tiyatro yapma amacımız da salondan ayrılan seyircinin yüreğinde biraz daha sevgi kıpırtısı yaratmak.

Adalılar sessiz kalırken yazar hep uyarıyor. Hatta başkanın korktuğu için böyle davrandığını söylüyor. “İşlediği cinayetler, üzerine bir lanet gibi çökecek” diyor. Bir taraftan boyun eğen bir halk, bir taraftan korkan ama korktuğu için çevresine korku salan bir lider var. 

D.Ö: Korkunun iki yansıması. Biri korktuğu için boyun eğiyor, diğeri de korktuğu için şiddete eğilim gösteriyor. Birini çıkarıp yerine başka bir şey aşıladığınızda problem çözülebilir. İyi edebiyatçının yüzeyde gözükmeyen ama derinde aşılamak istediği mesaj bu. Bizim de özeleştirimiz burada. Bize dokunmayan yılan bin yaşasın diyoruz, ses çıkarmıyoruz, razı oluyoruz. Romandaki 1 numara da öyle. Adası alınacağı için başkanın yanına geçiyor, diğer adalılar da zengin olma vaatleriyle başkanın yaptıklarına karşı çıkmıyorlar. 

“ONLARA ÖNCE CEHENNEM SONRA CENNET GÖSTERİLDİ”

Fotoğraf: Bu bölümde Kazım Kızıl’ın çektiği Akbelen fotoğrafları / ormanda ağaçların arasında gözüken maskeli jandarma fotoğrafını kullanalım

Oyunda nasıl bir ada yok ediliyorsa şimdi de Akbelen Ormanları yok ediliyor. Köylüler yaşam alanları için mücadele ediyor. Daha önce Kazdağları’nda, Fatsa’da, başka yerlerde de benzer durumları yaşadık. Oyunda ekolojik dengenin nasıl bozulduğunu izliyoruz. Rant uğruna, bir grup sermayedarın yaşam alanlarımızı yok etmesiyle ilgili düşünceleriniz nedir?

B.Y: Burada da tıpkı bizim oyunumuzda olduğu gibi orayı yakmak yıkmak istiyorlar. Oyundan bir replikle yanıt vereyim. Onlara önce cehennem gösterilmişti sonra cennet. Adanın iskanıyla ilgili sıkıntısı var, başkan bir numarayı köşeye sıkıştırıyor sonra da vaatte bulunuyor. Akbelen Ormanları ülkenin zenginliklerinden biri.  Kafalarına koyduklarını er ya da geç yaptıklarını görüyoruz. Bu da çok can sıkıcı bir şey. 

D.Ö: İnsanın zaaflarını ortaya çıkarmak üzerine bir sistem kurmuşuz. Dış odaklıyız, erdemleri değerleri dışarıda görüyoruz. Onları kıymetli buluyoruz. Akbelen’deki köylüler direniyor, toprağına sahip çıkıyor, değerlerini o topraktan alıyorlar ve o yüzden orada durabiliyorlar. Sahnelediğimiz bir başka oyun Einstein’ın İhaneti’nde serseri “İnsanın doğası böyle” diyor. Einstein “Hayır, insan kendisinin de yaratıcısıdır” diyor. İnsan zaaflarından arındırabilir. 

Son Ada oyunu 13 Ağustos Pazar günü Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda sahnelenecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi