FELSEFE BİR ELİT UĞRAŞI DEĞİL!

İnsan evrimi nasıl gerçekleşti? Düşünce nasıl oluştu? İnsanın ayağa kalkması, ateşi kontrol altına alması, ellerini kullanarak adeta elinin, kolunun, ayaklarının uzantısı olan el aletlerini yapması, yerleşik düzene geçiş, tarım devrimi, kent devletlerinin oluşumu, devletin inşası ve felsefenin ortaya çıkışı nasıl bir süreç izledi? Tüm bu izleği Sadık Usta’nın son yayımlanan ‘Şüphenin Tarihi-Felsefeye Giriş’ kitabında okumak mümkün. Usta’nın daha önce yayımlanan beş cilt olarak yazdığı ‘Dünyayı Değiştiren Düşünürler’, ‘Şair ve Matematikçi Ömer Hayyam’, ‘Fıçılarda Yaşamak-Sıradışı Hayatlar’, ‘Ütopya ve Masalbilim’ kitapları var. Yazar felsefeye giriş niteliğinde olan ‘Şüphenin Tarihi’ kitabıyla ise okurları insanlık ve düşünce tarihinde bir yolculuğa çıkarıyor. Ancak bunu karmaşık ifadelerle değil, yalın bir dille yapıyor. Felsefenin Antik Yunan’da başlamadığını kökeninin Mısır’da atıldığını ortaya koyan Sadık Usta, son on yılda felsefeye ilginin arttığını, krizlerin yaşandığı dönemlerde ütopyaların yazıldığını, Türkiye’nin de böyle bir süreçten geçtiğini belirtiyor. Sadık Usta’yla yeni kitabını konuştuk.

‘Pianet des Ungehorsams’ isimli ütopik bir kitabın yaşamınızı değiştirdiğini okumuştum. “Ütopyalar insanlık tarihinin ilk toplum ve devlet tasarılarıdır” diyorsunuz. Kitap isimlerinizde de ütopya sözcüğü dikkat çekiyor. Bahsettiğiniz kitap yaşamınızı nasıl etkiledi ve ütopya nedir?

O kitabı okuduğumda 23 yaşındaydım. Yarı fantastik yarı ütopik bir kitaptı. Bilimkurgu da denilebilir. Bir gezegene gidiliyor, paranın, emrin geçmediği, hiyerarşinin olmadığı bir toplum var. İnsanlar şiddet içermeyen sivil direnişle düşmanlarına karşı kendilerini savunabilme potansiyeline sahip. Dünyadan giden insanlar apar topar buradan kaçmak zorunda kalıyor. Orayı sömürmeye gidiyorlar ama başaramıyorlar. 23 yaşımdan çok önce sosyalist bir grubun içinde çalışmalar yürütüyordum. Sınıfsız toplum, toplumsal mücadele benim için önemliydi. Kurmak istediğim dünyayı tasvir ediyordu. O nedenle kitap beni çok etkilemişti. Ütopya kavramıyla da ciddi anlamda orada karşılaştım.

ÜTOPYA KAVRAMINI İLK THOMAS MORE KULLANIR

Ütopya Yunanca bir kelime. Topos yer demektir. -u ön takısı olumsuzluk ön takısıdır. Mert-namert sözcüklerinde olduğu gibi. Olmayan yer, olmayan ülke anlamına geliyor ütopya. Bir de -ia var. O da diyar demek. Thomas More Antik Çağ külliyatını çok iyi biliyor. Rönesans düşünürlerinden biri aynı zamanda. 1930’ların başında İngilizleri yönetiyor. Bu kitabı yazmaktaki amacı; adım adım Avrupa’da bir köylü devriminin geldiğini görüyor. Muazzam bir sömürü var. Sefaleti görüyor. Sanayi devrimi başlamak üzere. Yün ve dokumacılık yoğunlaşıyor. Sanayinin ilk yoğunlaştığı yer o alan. Yün demek koyun, koyun da mera anlamına geliyor. Köylüler topraklarından kovuluyor, mecburen hırsızlığa başlıyorlar.  Üç kez yakalanırsa idam ediliyorlar. Bir ağıla sürünün sürüklenmesi gibi köylüler de buna sürükleniyor. Thomas More bu tehlikeyi görüyor ve köylülerin özgürleşeceği bir dünya tasavvur ediyor. Para, özel mülkiyet yok. Devlet var fakat insanlar eşit, özgür. Köylüler istedikleri gibi tarlalarında çalışabiliyorlar. İkinci önemli nokta ise More mezhepler savaşının geldiğini görüyor, Katolik kilisesine karşı isyanın büyüdüğünü görüyor.

“KRİZLERİN YOĞUNLAŞTIĞI DÖNEMLERDE

ÜTOPYALAR YAZILIR”

Bugün yaşadığımız sürece bakınca insanların bir ütopyaya ihtiyaçları yok mu? Ne dersiniz?  Rusya’nın başka bir ülkeyi işgal etmesi, Türkiye’deki baskıcı siyasal iklim, Avrupa’nın ikiyüzlülüğü…

Tarihin belirli dönemlerinde toplumsal krizler o kadar yoğunlaşır ki o krizler toplumların zihninde mevcudun eleştirilmesinin zorunlu olduğunu kavratır. Fakat o dönemlerde gelecek belli değildir. Krizlerin yoğunlaştığı dönemlerde ütopyalar yazılır. Rönesans ütopyaları vardır: Thomas More’un Ütopya’sı, Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi ve Francis Bacon’ın Yeni Atlantis kitabı. 1850’lerde sosyalist ütopyalar yeşerir. Çünkü kapitalizmin, sanayileşmenin insanların bunalımına yanıt vermediği görülür. Türkiye de şu an böyle bir dönemde. Kriz içinde olduğumuz çok açık. Bu bir çığ gibi adım adım gelişiyor. İnsanlar bu dünyadan memnun değil. Pandemi de tuz biber ekti üstüne. Ben de bir ütopya tasarlıyorum. Sibirya’nın ortasında Hazar Denizi büyüklüğünde bir gölün etrafında şekillenmiş bir toplum. Teknoloji, yaşam, üretim, modeli farklı bir toplum modeli…

“İNSAN ÖLÜM ÜZERİNE ÇOK ÖNCE DÜŞÜNMEYE BAŞLIYOR”

Kitabınıza insanın varoluşuyla başlıyorsunuz. Dik durmasından parmaklarını kullanmasına, dilin gelişiminden tarım devrimine, kentlerin oluşumuna kadar tüm süreci anlatan bir bölüm var. Devletin kökeni ardından felsefenin başlangıcı ve farklı topraklardaki gelişiminin izini sürüyorsunuz. Nasıl bir yöntem izlediniz.

Yazma sürecini düşünürken düşüncenin nasıl oluştuğunu sordum. 35 felsefe kitabı inceledim. Bunların büyük bir kısmı Türk yazarlar, birçok değerli isim var. Bunların yanı sıra Almanlara, İngilizlere, Fransızlara ait eserler var. Almanca çok sayıda kitap okudum. Hiçbirinde görmediğim bir şey yapmam gerektiğini düşündüm. Düşüncenin insan zihinde nasıl şekillendiğini insanlık tarihi sürecinde anlatmanın daha doğru olacağını düşündüm. Felsefenin tıpkı teknoloji gibi bir zihnin gelişiminin ürünü olduğunu göstermek istedim. İnsanlar alet yapmaya başlayınca zihinsel gelişme de peşinden geliyor, bir sarmaşık gibi birbirine bağlı bu. İki ayak üzerinde dikilmek, ateşi bulma ve kontrol altına almak, barınaklar inşa etmek, alet üretmek… Bu sürecin arkasından önemli bir devrim geliyor: Çakmaktaşının kullanılması güzellik anlayışını geliştiriyor. Ardından ölü gömme törenleri başlıyor. İnsanın ölüm üzerine düşünmesinin çok önce başladığını görüyoruz. Ölülerin yanlarına takılar, mızrak uçları, süs eşyaları, yemek bırakıyorlar. Ölümü bir yolculuk gibi düşünüyorlar. Yüzleri canlı gözüksünler diye kırmızıya boyanıyor. Sonraki süreçte atları da kesilerek gömülüyor. Çin de mesela köleler de buna ekleniyor, boğazlanarak gömülüyorlar.

Okullarda evrim teorisi müfredattan çıkarıldı. Kitabınızda dinler tarihiyle ilgilenilmediğinden söz ediyorsunuz. Diyanet İşleri’nin İlim Dergisi’nde yayımlanan ‘Ülkemizde Ateizme Yönelme Sebepleri’ başlıklı yazıda ve Konda’nın yaptığı araştırmada deizmin ve ateizmin yükseldiği görülüyor. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Bana tarikatlardan, cemaatlerden gelen mesajlar var, deizme kayanlar oluyor. Yaratıcıya inanmak istiyorlar. İnsan beyni metafizik üreten bir organ. Toplumlardan inanç olgusunu tümüyle kesmek mümkün değil! Bunun aydınlanmayla, eğitimle alâkası yok. Beyin bilgiye merak salar, edinemediği bilgi boşluk yaratır. O boşluğa tahammül edemez. Mevcut bir bilgiyle dolduramadığı zaman o merak ettiği olgunun nedenini yüce bir ruh kavramıyla geliştiriyor, vakıf olamayacağımız yüce bir güç. Bu cinler, periler de olabilir illa tanrı olmak zorunda değil. Son dönemde enerji kavramı sıklıkla karşımıza çıkıyor. Ateistler arasında yaygınlaştı enerji. Aslında tanrıdan başka bir şey değil. Hepsi ateist ama başka bir gezegene inanıyorlar Dinden kopmakla birlikte başka bir yerden inancın tuzağına düşüyorlar. Bunu küçümsemiyorum, bunun ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. İnancın kötü olduğunu düşünmek kadar kötü bir şey olamaz. İnanç kendini bulma arayışıdır.

Peki felsefe ne işe yarar? Toplumumuzda “Felsefe yapma” gibi felsefeye, ya da düşünmeye, düşünen insana ilişkin bazı ifadeler var. Felsefeden uzak bir toplum muyuz?

Bu anlayışlar bütün toplumlarda var. Burada yaşadığımız için öyle zannediyoruz. Toplumların refah düzeyi, eğitimi arttıkça felsefenin de gerekli olduğu düşünülüyor.  Bizim toplumumuzda gerilik söz konusu, kabul ediyorum. Felsefeye bakış Türklere has bir olay değil. Felsefe anlaşılamadı, anlatılamadı. Felsefe dünyası, akademiler felsefenin bir elit uğraşı olduğunu ve sıradan insanların bunu anlayamayacağını, karmaşık bir düşünce sistemine sahip olduğunu hissettirerek insanlarda bir ürküntü yarattılar. Felsefe bir kulübe, cemaate girmek gibi algılanmıştır hata yapmışlardır.

“KAPİTALİZM İNSANLARA FELSEFE YAPTIRMAZ”

Kapitalist sistem insanlara düşünecek vakit bırakmıyor ki… Medyayla beynimiz de uyuşturulmuş durumda. Bu bir sistem sorunu değil mi?

Gelişmiş kapitalist ülkeler felsefeye önem verdiklerini söylerler ama insanlara felsefe yapacakları bir alan bırakmazlar. İnsan orada sadece bir çark gibi. Belirli bir hayat standardı reklamlar üzerinden pompalanır. Almak zorundasın yoksa statün düşer. Bunu kullanmak zorundasın, şunu okumazsan seninle konuşulmaz ki… Ya da şu filmi görmeden bir şey görmüş sayılmazsın ki… Topluma belirli bir tüketim dayatılıyor, ömrümüzü tüketiyoruz, felsefe yapmaya vakit bulamıyoruz. Bu insanların kendilerine yabancılaştığı, zombileştiği sürece doğru gidiyor ancak yalnızlaşan insanların bu durumdan çıkmaları için felsefe lazım. İnsanlarla ilişkiler nasıl olacak? Hayatımızı nasıl anlamlandırabiliriz? Mutluluk nedir? Nasıl mutlu olabiliriz? Bunların hepsi felsefenin sorularıdır. Her insan bunları ister. Tüm bu bağlantıları felsefe sağlar.

“62 YAŞINDAYIM FELSEFEYE İLGİNİN İLK KEZ

ARTTIĞINI GÖRÜYORUM”

Baskı dönemleri sanatta bir yükselişe, patlamaya sebep oluyor. Felsefede bu durum nasıl olur?  

Baskı dönemlerinde insanların düşünmeyi unutacakları, tiyatro yapamayacakları ya da roman yazamayacakları anlayışı var. Oysa baskı dönemlerinde tiyatronun eleştirel gücü devreye giriyor. Edebiyat, sanat, felsefe devreye giriyor. 62 yaşındayım son on yılda ilk defa felsefeye ilginin arttığını görüyorum. Sadece felsefe kitapları basan yayınevlerinin sayısında da bir artış var. Felsefeyle ilgili siteler var. Sanal ortamda dergiler çıkarılıyor. Eskiden böyle bir durum yoktu. Youtuberlar oluştu ki amatör felsefe kavramlarını alıp detaylı anlatıyorlar. Bir milyon kez izleniyor. Yüzbinlerce takipçileri var. Sadece izlenmiyor altına 2500 yorum yazılmış. Kedimden de biliyorum. Farklı bölümlerde okuyan gençlerin felsefe heyecanını görüyorum.

Kitabınızda felsefenin halkçı bir yaklaşımla yapılmasından söz ediyorsunuz. Bir topluma felsefe nasıl sevdirilir?

Bilimle uğraşmanın amacı bulgularımızı geniş kitlelere yaymak değil mi? Ben bir adım daha atalım kavramları sadeleştirelim, dilimizi yalınlaştıralım diyorum. İnsanların bunları kendi hayatlarında kullanabilmeleri için araçlarını kolaylaştıralım. Felsefe ne kadar yaygınlaşırsa seviye yükselir biz de daha soyut, daha derin, zihnimizde saklı kalan temel sorunlara farklı yaklaşabiliriz. Halk içindeki seviyesinin yükselmesiyle felsefecilerin de daha yüksek zihinsel bir düzeye geleceğini düşünüyorum. Felsefe halk arasında yaygınlaşırsa vasatlaşmaz. Yalın bir dille anlatamayan felsefeci de asıl sorunu anlamamış demektir.

“FELSEFE MISIR’DA BAŞLADI”

Antik Yunan’dan felsefeyi başlatmıyorsunuz. Mısır, Hint, Çin felsefesiyle ilgili bilgiler var kitabınızda. Cevat Şakir, Azra Erhat dönemin aydınları mitolojideki Yunan tanrılarının Anadolu tanrıları olduğunu söyler. Melih Cevdet Anday Hititler üzerine araştırmalar yapar. Güneşin Anadolu’dan doğduğunu ifade ederler. Siz Mısır’a dikkat çekiyorsunuz. Felsefe Mısır’dan mı Yunanistan’a geçiyor?

Yunan ana karasında değil Batı Anadolu’da başladığına vurgu yaparlar, kültürel sahiplenme de söz konusudur. Ben onların da gerisine gidiyorum. Bunların hepsinin kökeni Mısır. M.Ö 1000 yıllara kadar Pers İmparatorluğu Mısır’ı işgal ediyor. Akdeniz bölgesi Mısır kolonisi. O zaman Girit’te Mikene Uygarlığı var. Kartaca Mısır kolonisi. Güney İtalya, Sicilya keza öyledir. Batı Anadolu Mısırlıların çok etkilediği bir bölge. Thales aslında Fenikelidir. Kıvırcık saçlı, yanık tenlidir. Annesi Fenikeli ama babasının nereli olduğu belli değil. Thales sık sık Mısır’a gider ve bütün bilgilerini oradan alır. Milet’in şöyle bir avantajı var: Akdeniz’de yoğun bir ticari faaliyeti var. İnsanlığın üretiminde büyük bir sıçrama. Kölecilik Mısır’da, Hindistan’da, Çin’de, Mezopotamya’da da var, köleler hizmet sektöründe kullanırdı ama Yunanistan sanayi devriminde olduğu gibi onlarla birlikte muazzam bir üretim devrimi yaptı. Deniz ticareti fikir alışverişi, dinlerin alışverişi, teknolojik alışveriş anlamına gelir. Kıyı kentlerimiz birer bilim ocağıdır, oralarda mayalanma olmuştur. Felsefenin kökeni M.Ö 4000’lerde Mısır’da atılmıştır. Farabi 10.yüzyılda “Felsefe yeniden anayurduna döndü” der. Farabi’nin o cümlesinin anlamı şu: Felsefe Yunan’da başlamadı. Ortadoğu’da Mezopotamya’da başladı. Yunanistan’a doğru genişlemiş, mayalanmış ve oradan bize tekrar dönmüştür. Bu tezi kanıtlamak için de Mısır, Hint, Çin ve Yunan felsefesinin ilk metinlerini karşılaştırdım. Evreni algılayışlarını, ana maddelerin nasıl ortaya çıktığını, toplumların sorunlarının neler olduğunu ve bir dizi hâlâ devam eden sorunlarımızın nasıl ele alındığını karşılaştırdım.

“BATI KENDİNE KÜLTÜREL KÖKEN BULMAK ZORUNDAYDI”

1700’lerin ortasından itibaren batı sömürgeciliğe adım atarken dünyanın geri kalanının uygarlaşması için kendilerine bir kültürel köken bulmak zorundaydı. Hristiyanlık, Yunan ve Roma kültürü dediler sonra Yahudileri de işin içine kattılar. Temelleri Musa ile atılan Hristiyanlıkla devam eden, felsefe anlamında da Yunan’dan etkilenen, devlet anlayışlıyla da Roma’dan beslenen bir uygarlık kökeni tanımladılar. Aydınlanma önemli roller oynadı, sömürgeciliğe destek verdi. Akademi de bu böyle olageldi. İtirazlar da oldu. Schopenhauer, Hegel gibi filozoflar Hint, Çin felsefesini keşfetti. Bizim ülkemizde de felsefenin Yunanistan’da başladığı inancı devam ediyor. İslamcıların farklı düşündüğünü zannederler ama hayır onlar da bu şekilde düşünüyor. Yunan felsefesi özgün bir felsefedir, sistemleştirme söz konusudur. Metafizik olağanüstü bir bilincin yansımasıdır. Büyük bir dalgadır yükseliştir. Bu reddedilemez. Felsefenin olmazsa olmazı Aristoteles’in Metafizik kitabıdır. Aristoteles insanların düşündüğü bütün kavramların kökenine inmeye çalışır. Hangi yöntemle düşünüldüğünü araştırır adeta bir otopsi yapar gibi.

ÇOK SATANLAR                                                                                                   

1. Tiamat, İhsan Oktay Anar

2. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

3. Suç ve Ceza, Dostoyevski

4. Üç Kız Kardeş, İclal Aydın

5. Hayatın Sesi, Gülseren Budayıcıoğlu

HAFTANIN KİTAPLARI    

HAVA

Buket Uzuner

Everest Yayınları

Buket Uzuner’in Tabiat Dörtlemesi; Su, Toprak, Hava romanlarında adını Türk Mitolojisi’ndeki Tabiat Ana’dan alan ‘Umay Nine’ karakteri Seferihisar’da 1800 yaşındaki tarihi zeytin ağacına verildi. Doğanın izini edebiyatta da sürüyoruz. Buket Uzuner’in Tabiat Dörtlemesi’ndeki Hava romanını okurlara bir kez daha hatırlatmak için listeye ekliyoruz.

ZEYTİN KUŞU

Zeynep Göğüş

Everest Yayınları

İlk romanı Işık Ülkesinden ile Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan Zeynep Göğüş, Zeytin Kuşu’nda destansı bir direnişin hikâyesini anlatıyor. Şehirlerde rant elde etmek için yapılan kentsel dönüşüm ile köylerde mermer ocağı açmak için yapılan ağaç kıyımı beklenmedik bir isyanı ateşler. Geçmişlerini ve geleceklerini korumak isteyenler haklarına sahip çıkacak, meydanlarda bir araya gelecek; köy ve kent birbirine omuz verecektir. Kendilerini ister istemez öncü olarak bulan Zeta ve Bulut hem dış hem de iç dünyalarında yaşadıkları değişimlerin üstesinden gelmeye çalışırlar. Zeytin ağacını kökünden sökmek barbarlık değilse neydi? Yansa da kesilse de köklerinden yeniden doğardı yedi canlı ağaç; sürgün verirdi; ne ok ne de kılıç işlerdi ona. Mücadele nedir bilirdi bu ağaçlar, yaşlı gövdelerinin yayvan kökleri derin kuytularda el ele vermişti, hem de yüzlerce yıl boyunca. Madencilik için zeytin ağaçlarının kesilmesini onaylanan yasa tasarısının ardından Zeynep Göğüş’ün Zeytin Kuşu romanını anımsayıp haftanın kitaplarında yer veriyoruz.

ÇÖZÜLME

Tevfik Uyar

Destek Yayınları

Tevfik Uyar’ın kaleme aldığı sarsıcı bir roman yayımlandı: Çözülme. Halktan gelen tüm itirazlara rağmen ülkenin en güzel arazileri dünyanın en hızlı büyüyen şirketlerinden biri olan Krayonik’e satılmıştı. Ne kendisini ağaçlara zincirleyen aktivistler ne de ruhunu henüz şeytana satmamış siyasetçiler on futbol sahası büyüklüğünde dünyanın en büyük yeraltı deposunun kurulmasını engelleyebildi. Krayonik, artık yerin altına da hâkim olmak istiyordu. Uyar’ın kitabı Destek Yayınları’ndan çıktı.

CEHALET TUTKUSU

Neyi neden bilmek istemeyiz? 

Timaş Yayınları

Bilginin ve bilgiye ulaşma yollarının yeniden tanımlandığı günümüzün hakikat sonrası, post-endüstriyel dünyasında gerçekle yalanı ayırt etmek zaman zaman imkânsız hale geliyor, bu da kasıtlı olarak bilmemeyi seçen insanların sayısının gitgide artmasına neden oluyor. Filozof, sosyolog ve hukuk teorisyeni Renata Salecl Cehalet Tutkusu’nda, insanlık durumunun daima bir parçası olduğunu savunduğu “cehalet”i ve bağlantılı olarak “inkâr” kavramını masaya yatırıyor; hem travmatik bilgiye ulaşmaktan kaçınan insan doğasını hem de ideolojik mekanizmaları sekteye uğratacak bilgiyi inkâr yollarını insanlık durumu üzerinden açıklıyor.

KİTAP KURTLARI                                                                                                 

SAVAŞ VE BARIŞ

Brigitte Labbe

Günışığı Kitaplığı

Çevrildiği tüm ülkelerde, her yaştan okuru felsefeyle buluşturan “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin yedinci kitabı savaş ve barış kavramlarını tartışıyor. Uzun süre savaş ortamında yaşamamış insanlar, hep birlikte barış içinde yaşamanın doğal olduğuna inanabilir. Oysa, barışı korumak için, barışın hiç de doğal bir durum olmadığını bilmek ve bunu hiç akıldan çıkarmamak büyük önem taşıyor. Türkçe’ye Azade Aslan tarafından çevrilen kitap, Rusya’nın Ukrayna topraklarını işgal etmesiyle birlikte savaş ve barış kavramlarının neden önemli olduğunun çocuklar tarafından daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir.

DÜNYADA BİR ZEYTİN AĞACI

Didem Güzey Ekinci

Yeniİnsan Yayınları

Zeytin Ağacı hikâyesi, kökleri ile uçmak arasında kalan romantik ruhlu bir ağacın hikâyesidir. Zeytin, Anadolu’nun en kadim ağacıdır. Ömrü binlerce yıl sürer. Leylekler, kırlangıçlar, yaban kazları ve doğa sever insanlar onun en yakın dostlarıdır. Taşlık dinlemez, yokuş bayır dinlemez, köklendiği her yerde göğsünü gere gere ayağa dikilir. Nehirlere yol gösterir, yıldızlara göz kırpar ve çocuklarla oyun oynar. Her çocuğun zeytin ağacını tanıma hakkı vardır. Çocukları o kadar sever ki daracık parklarda, apartman aralarında oynamalarına üzülür, onlarla kırları ve ormanları paylaşmak ister. Yeniİnsan Yayınları’ndan çıkan kitap, zeytinin kıymetini bilmeyen, topraklarımızı madenciliğe açan ve kâr hırsları nedeniyle doğayı katleden, zeytin ağaçlarını kesen insanlara inat çocuklara bu kutsal ağacın hikâyesini anlatıyor.

ARİTMETİK İYİ KUŞLAR PEKİYİ

Cemal Süreya

Can Çocuk

Çocuklar için yazmak... Yazarsın. Yalnız şunu unutma: Çocuklar her şeyi anlar. Her şeyden söz edebilirsin onlara. Bilgiçlik taslayan şeyler yazma. Daha içten ol. Serüvenlerden, düşlerden söz et. Sözgelimi, lacivert ipek helikopterler uçsun yazılarında. Senin işin, onlarda okuma tadı yaratmaya çalışmak... Can Yayınları Cemal Süreya'nın Çocukça dergisindeki “Aritmetik İyi, Kuşlar Pekiyi” adlı köşesinde, 1984-85 yılları arasında yazdığı on iki yazıyı bu kitapta bir araya getiriyor. Her yaştan okurun keyifle okuyacağı yazılara, Mustafa Delioğlu'nun çizimleri eşlik ediyor.

KARDEŞ MARDEŞ DEME BANA!

Kaan Elbingil

Günışığı Kitaplığı

“Berk” dizisiyle sevilen yazar Kaan Elbingil ilk çocuk romanında, neşesi ve tasasıyla sevgi dolu bir aileyi anlatıyor. Paylaşmayı sevmeyen bir tek çocuğun ve ekonomik sıkıntılarla boğuşan ailesinin hayata tutunmasını, sürpriz bir konuğun dönüştürücü etkisini kaleme alıyor. Yazar aile olmanın kan bağı gerektirmediğini, paylaşmanın ve dayanışmanın sihrini eğlenceli bir üslupla resmediyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi