Kahrolsun istibdat, yaşasın güçler ayrılığı!

Bugün ülkemizin yönetim şeklini tarif eden “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” 17 Nisan 2017 tarihinde yapılan şaibeli referandumda “güya” kabul edildi ve 2018 TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte fiilen yürürlüğe girdi.

1,4 milyon oy farkıyla Evet’in kazandığı iddia edilen referandumda 2,5 milyon mühürsüz oy pusulasının kanuna ve önceki sayısız YSK karar ve genelgesine rağmen geçerli sayılması referandumun ahlakını da meşruiyetini de yerle bir etti.

“Durun, ne oluyor?” demeye kalmadan “Atı alan Üsküdar’ı geçti” dedi iktidar. Başlarına yıkmalıydı gök kubbeyi muhalefet. Yapmadılar. Yapamadılar.
Hileyle geldi bugünkü ucube sistem.

Ucube çünkü Anayasa hukuku literatüründe böyle bir sistem yok. “Başkanlık sistemi” desen değil. Başkanlık sisteminde kuvvetler ayrılığı esas çünkü. Zaten bu nedenle “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”, “Türk tipi başkanlık sistemi” gibi uydurmasyon adlar veriyorlar getirdikleri düzene.

Bakmayın Cumhurbaşkanının daha geçen hafta “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçerek tarihimizde ilk kez güçler ayrılığı sistemini tesis ettik” dediğine. Düpedüz güçler birliği bizdeki. Zaten tam da o amaçla icat ettiler. Parlamento gibi, yargı gibi “ayak bağlarından” kurtulup çabuk karar vereceklerdi. Uçuracaklardı Türkiye’yi.

Cumhurbaşkanı hızını alamadı ve “Yargının bağımsızlığıyla birlikte tarafsızlığını da anayasal güvenceye alarak hukuk sistemimizin önemli bir eksiğini gidermiş olduk” da dedi aynı konuşmasında. Mimiklerine bakılırsa ciddiydi.

Hatta bir de “Adalet dağıtamayan, vatandaşına adaletle hükmedemeyen devlet, tıpkı temeli çürümüş yıkılmaya mahkum bir bina gibi gider” dedi.
Neymiş? Yıkılırmış.

Devletin değil ama, iktidarın yıkılışını dört gözle bekliyoruz. Az kaldı!

···

2017 referandumunda “Hayır” kampanyası yürüten CHP, dağıttığı “Neden hayır?” başlıklı el ilanında on madde sıralıyordu:

1. Tek adam rejimine Hayır

2. Parti devletine Hayır

3. Meclisin tasfiyesine Hayır

4. Sorumsuz yönetime Hayır

5. Teslim alınmış yargıya Hayır

6. Ekonomik krize Hayır

7. Teröre Hayır

8. Ortak değerlerin tahribine Hayır

9. Bölünmeye Hayır

10. Seçilmiş krallığa Hayır

Dört buçuk yıllık uygulamadan sonra CHP’nin bu öngörüsüne “Haksızmış” diyebilir miyiz bugün?

Rejim tam bir tek adam rejimi olmadı mı? TBMM’nin çıkardığı kanundan fazla kararname imzaladı cumhurbaşkanı. Her şeye o karar veriyor. Atamalara, ihalelere, kupon arazilerin kime kaça satılacağına, yapılacak köprünün yerine, vergi oranlarına, asgari ücrete… Saymakla bitmez. Yangın söndürmeye koşmak için bile Cumhurbaşkanının talimatını bekliyorlar. “Seçimli otokrasi” diyor dünya Türkiye’deki rejime. Demokrasi filan diyen yok.

Parti devleti olmadık mı? Valiler, kaymakamlar, asker, polis, bürokrasinin tamamı… Hepsi Akapenin emir erleri olmadı mı? Son 20 yılda Türkiye’nin en büyük kayıplarından biri de devletin kurumsal devletten parti devletine dönüşmüş olması değil mi? Bugün yaşamakta olduğumuz siyasi, sosyal ve ekonomik sorunların temelinde bu yok mu?

Meclisin bir değeri kaldı mı konu mankeni olmaktan öte? Bütçeyi bir memur sunuyor meclise sol kaşını kaldırarak. Bir de gelip azarlıyor halkın temsilcilerini. Milletvekillerinin sorularına cevap verilmiyor. Bürokratlar “Size söyleyemem, mahrem bilgidir” deme cüretini gösterebiliyor. Meclisin başkanı cumhurbaşkanının ağzının içine bakıyor. “Cumhurbaşkanı isterse Montrö’yü de fesheder. Lozan’ı da” diyor. Heheeyt! Yeniden milletvekili seçilmesi cumhurbaşkanının keyfine bağlı ya, “Halifeliği de getirir” demediğine şükrediyoruz biz de.

Yönetimden hesap sormak mümkün mü? 400 milletvekili bir olacak da herhangi bir bakana hesap soracak. Ölme eşeğim ölme. Hırsızdan hesap sormak için rejim değiştirebilecek çoğunluk aranıyor.

Yargı cumhurbaşkanının kılıcına dönüşmedi mi?

Ekonomi krizde değil mi “Ben ekonomistim” diyen tek adamın idaresinde?

Ya terör? Son kaldığı söylenen 120 teröristin 1668’ini İmamoğlu almadı mı İBB’ye?

Ortak değerler? Kurumlar? Cumhuriyetin ziyneti fabrikalar? İktisadi teşebbüsler? “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”? “Köylü milletin efendisidir”? “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir”? “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.”? Laiklik? Atatürk? Yurtta sulh, cihanda sulh? Ahlak? Devlet terbiyesi? Bunlardı bizim değerlerimiz… Hepsi bozuk para gibi harcanmıyor mu?

Bölünme? Belki vatanı değil henüz ama, milleti bölmediler mi?

Seçilmiş kral değil mi cumhurbaşkanı? Saraylarıyla, uçak ve araba filolarıyla, altın varaklı koltuklarıyla, yediği içtiğiyle, şatafatıyla… Etrafını saran şaklabanlarıyla, “Duşakabinoğulları” mankenleriyle… Majestelerinin medyasıyla, akademisyenleriyle, sanatçılarıyla, trolleriyle… Benim vergilerimle yaşadığı saltanatla…

Bütün uyarılar haklı çıktı. Kuvvetler ayrılığının yok edildiği bir ortamda kaçınılmazdı bu zaten.

···

“Kuvvetler ayrılığı yoksa hürriyet de yoktur” diyor Montesquieu. Hem de bundan 275 yıl önce. “Yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin tek elde toplandığı bir sistemde hiçbir şekilde hürriyet olmaz” diyor “Kanunların Ruhu” adlı eserinde. Yıl 1748.

“Avrupa’nın çoğu krallıklarında yürütmenin yetkileri sınırlandırılmıştır… Üç kuvvetin padişahın şahsında birleştiği Türk ülkesinde ise korkunç bir istibdat hüküm sürmektedir…” diyor Montesquieu.

275 yıldır formül belli: güçler ayrılığı.

Cumhuriyetimizin 100. yılını bari bu hedefin gerçekleşmesi için vesile edelim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kaya Türkmen Arşivi