Dünya ne yana düşer biz ne yana?

Örneğin farkındalık eğitimleri ile çalışanların kaygı, stres ve varoluş problemlerinden kurtulmaları bu konuda harcanan çabalardan biriydi. Ancak bu durumda alttan alta çalışanlara tüm sorumluluğun kendilerinde olduğu düşüncesi de işlenmekteydi. İş yerinizde mutlu değil misiniz? Çalışma şartları size ağır mı geliyor? Demek ki içinizdeki potansiyeli açığa çıkaramamışsınız kuzum!

                Cuma günü itibariyle milyonlarca öğrenci yaklaşık üç ay sürecek tatile girdiler. İki yıllık pandemi sonrası ilk kez normal eğitim sürecini tamamlayıp bu tatile hak kazandılar. Umarım önümüzdeki yıllarda da pandeminin açtığı yaraları sarabiliriz. Zira bu yıl çeşitli emarelerle kendini belli eden eğitim-öğretimdeki aksaklıkların yarattığı tahribatın boyutu zamanla daha iyi anlaşılacaktır.

                Tatile giren öğrencilerin yanında on iki yıllık zorunlu eğitimini tamamlayıp örgün eğitim dışına çıkan yaklaşık bir milyona yakın genç “öğrenci” sıfatının var ettiği çatının dağılmasıyla beraber yaşamın acımasız yüzüyle karşılaşma durumunda kalacak. Kimileri her geçen yıl niteliğini ve geçerliliğini yitirse de bir üniversite diploması edinebilmek için akademik mücadelesine devam edecek. Büyük bir kısmı ise -ne hızla akıp gittiğini ancak ilerleyen yaşlarında daha iyi anlayacakları - hayat ırmağında savrulan bir yaprak gibi kâh akıntıya kapılarak kâh çırpınarak “Ben varım!” deme mücadelesini verecek. Ve ne yazık ki Demir Perde toplumlarının SSCB’nin dağılmasıyla beraber modern zamanın ne denli gerisinde kaldıklarını görmeleri gibi mevcut eğitim sisteminin günümüz ihtiyaç ve beklentilerini karşılamada ne kadar yetersiz kaldığının ayırdına da bu zamanda varacak gençlerin çoğu.

                Müteakip defalar bu satırlarda ifade edildiği üzere eski anahtarın yeni kilidi açamaması gibi mevcut eğitim sisteminin de değişen öğrenci profiline, toplumsal gerçeklere, teknolojiyle şekillendirilen geleceğe göre yeniden dizayn edilmesi şart görünüyor. Zira geçmişin doğaya endekslenen pastoral şartlarının bakirliği, sanayi devrimi ile kayboluverdi. Hayatımızın her hücresine sızan, DNA’sına işlenen “Hız” kendi sistemini ve beklentilerini yaratıyor. Dünya yakalanması zor bir hızla değişiyor.

 Yeni çalışma etiği

                Çalışma yaşamı ve çalışan profili de bu değişimden payını alıyor. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümü öğretim üyelerinden Veysel Bozkurt bu konuyu, kaleme aldığı “Püritanizmden Hedonizme Yeni Çalışma Etiği” kitabında irdeliyor. Bozkurt’a göre Sanayi Devrimi’nin ortaya çıktığı dönemde Batı toplumlarını derinden etkileyen Püritan anlayış kurtuluşa ermek için, haz almaya yönelik her türlü arzuyu bastıran, sıkı çalışma disiplinini, çok üretip az tüketmeyi savunan, buna karşılık elinde biriken kaynağı rasyonel olarak kullanmayı vurgulayan bir felsefeyi ortaya koyuyordu. Böylece zamanla püritan etik ya da çalışmanın yüceltilmesi kapitalizmin ethos’u -ahlaki yapısı- haline getirilmiştir. Sanayi Devrimi kapitalizmin beygirlerini hunharca kırbaçladıkça dünya bu tekinsiz yolculukta farklı noktalara savrulup durmaya, gündelik yaşam, gelenekler, beğeniler kapitalist ideolojinin tezgahından geçirilip şekillendirilmeye  başlanmıştır. Endüstri Devrimi’nin ilk yıllarında -Max Weber’in de vurguladığı üzere- dünya büyüsünden sıyrılıp rasyonelleştirilmekte, bürokrasiye teslim edilen ve -yine Weber’in tabiriyle- “Demir Kafes”e sıkıştırılan insanlık duyguların rafa kaldırıldığı, sistemli, akılcı ve verimli bir şekle sokulmaya çalışılmıştır. Bu anlayışın ortaya çıkışında iki büyük hristiyan mezhebini karşılaştıran Bozkurt’a göre katolikliğin büyük "öte dünyalılığı", en yüksek ideali ortaya koyan asketik (çileci) bir özellik gösterip taraftarlarına bu dünyanın nimetleri karşısında umursamazlık içinde olmayı öğütlerken, benzer bir öğüdü veren İngiliz, Hollandalı, ve Amerikalı Püritenlar Katolikler ve diğer Doğu dinlerinin çoğundan daha fazla bu dünyalı olmuşlardır. “Bir diğer ifade ile iki mezhepte bireylere bu arzularını bastırmayı, kendilerini kontrol etmeyi öğütlüyor. Ancak birincisinin öte dünyalılığına karşı ikincisi daha seküler, yani bu dünyalıdır. Püritanların asketizmi, daha çok üretmek, buna karşılık, daha az tüketmek şeklinde kendini gösterir. Meslek kavramı tanrı buyruğu olarak kabul edilir ve çok çalışmak kutsallaştırılır.”*

                İster dini ister ahlaki, hangi saikle yapıldığına bağlı olmaksızın kapitalist dünyaya can suyu olan bir hayat görüşü bu öyle değil mi? Sonuçta 19.yüzyılın dünyasında yılda beş bin saate yakın çalışma süresi sergileyen işçinin en büyük faydası sermaye sahibi olan patronunaydı. Kasanın hep kazanması gibi bu düzende de patronlar her daim gemilerini yüzdürebiliyorlardı. Taylor ve Ford’un temellerini attığı Fordis-Taylorist sistem ise aranıp da bulunamayan efsanevi -kayıp altın şehir- El Dorado idi adeta. Seri üretim sayesinde üretimi beklenmedik şekilde hızlandıran Fordizm işçilere güvenli, emniyetli ancak oldukça yavan bir yaşam sunuyordu. Ancak Fordizmin sunduğu güven çoğu zaman çalışanlarda yabancılaşma duygusunun doğmasına neden oluyordu. Avusturalyalı ressam John Brack’in elinden çıkan 1955 tarihli “Collins St, 5 p.m.” tablosu o dönem çalışanlarının ruh halini çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır.

                Geçmişte üretimi artırmak için “daha” kırbacını şaklatan kapitalyanın baronları bugün tüketimi azdırmak için insanlığın tepesinde dikilmektedir. Pembe renge feminem anlam yükleyen, tek taş olmadan evlenme teklifi yapılamayacağını zihinlere işleyen, tişörtün, ayakkabının kıyıcığına işlenen küçücük bir logo ile müşterinin bilinç altına kendini “daha değerli” hissedeceği sanısını kazıyan sistemin, çalışanları sanayi devriminin ilk zamanlarındaki haliyle bırakması beklenemezdi. Ve nitekim de öyle oldu.

Farkındalık mı?

                Özellikle 1960’lardan itibaren Fordist üretim anlayışı püriten etik, insanları yaşama karşı pasif ve yabancılaşmış hale getirmesi nedeniyle eleştirilere maruz kalınca çalışanlar mevcut çalışma düzeninin sunduğu güvenin dışında kendini ifade edebilme, sürecin yönetimine katılabilme, karar alma, yoğun iletişim gibi taleplerde bulundular. Neoliberal politikaların hayata geçirilmesiyle birlikte hız kazanan bu değişim dalgası çalışma hayatının yabancılaştırıcı, pasifize edici çemberinin kırılmasının ve çalışanların içlerindeki potansiyeli keşfetmesinin bir yolu olarak görüldü. Sendikal faaliyetlere sırtını dönen çalışan kesim geleneksel yöntemlerden uzaklaşan ve eskiye göre çok daha esnek çalışma şartlarına kısa sürede adapte oldu. Ancak dedik ya, kasanın daima kazanması gerekiyordu. Ve çalışanlara arzu ettikleri iş ortamını getirdiği düşünülen yeni şartlar getirdiklerini nötrlemeye başlamıştı çoktan. Artık çalışanlar daha kırılgan bir yapıda çalışmak zorundaydılar ve sürekli kulaklarına “Önemli olan neyi başardığınız değil, neye dönüşebileceğinizdir. Aslolan şimdiki kişiğiniz değil, potansiyel kişiliğinizdir”** derken onlardan sıfır saat sözleşmeleri ile aslında zamanlarının tamamını işe vermeleri, Demokles'in kılıcı gibi başlarında sallanan işsiz kalma ihtimaline karşın tüm potansiyeliyle beraber işe dahil olmaları istenmekteydi. Örneğin farkındalık eğitimleri ile çalışanların kaygı, stres ve varoluş problemlerinden kurtulmaları bu konuda harcanan çabalardan biriydi. Ancak bu durumda alttan alta çalışanlara tüm sorumluluğun kendilerinde olduğu düşüncesi de işlenmekteydi. İş yerinizde mutlu değil misiniz? Çalışma şartları size ağır mı geliyor? Demek ki içinizdeki potansiyeli açığa çıkaramamışsınız kuzum!

İyi ki Dynapod’lar var!

                Maddi sömürüye konu edilebilecek hiçbir şeyi gözden kaçırmamaya çalışan vahşi kapitalizme omuz veren post-modern çalışma etiği farklı denemelerle çalışanlarından alabileceği maksimum verimi almaya çalışmaktadır. Mesela tasarımını Andy Wekin ve Steve Blood‘un yaptığı pedallı iş istasyonları “Dynapod”lar sayesinde iş yükü altında boğulan çalışanlar artık hem çalışıp, hem spor yapabilecek, hem de elektrik üretebilecekler. Ne doğal bir yaşam ama!

                Geçtiğimiz haftalarda Pencere Pazar’daki yazısında bu konuyu işleyen Apple TV yapımı olan Severance dizisinin enfes bir kritiğini yapan Emre Tansu Keten’in şu ifadeleri dikkat çekicidir:                “Severance, cehennemi tek amacı kötülük olan sapkın insanların eylemlerinde ya da kontrolsüz bir şekilde gelişip insanlığı ele geçiren yapay zekânın geleceğinde görmüyor, bizzat daha fazla kâr etmekten başka bir amacı olmayan kapitalizmin kendi gelişiminin doğrusal sonucu olarak cehennemi tanımlıyor.”

                Cuma günü itibariyle zorunlu eğitimini tamamlayan bir milyona yakın öğrenci ya hemen ya da üniversite sonrası çalışma hayatına dahil olmak için çabalayacaklar. Ancak pek çoğu bu hayata katıldığında karşılarında doğal seçilim kurallarının işletildiği vahşi bir cangıla düşmüş olacak. Yapay zeka ve insansı robotların gölgesinde günü kurtarma derdine düşmüşlerin vizyonsuzluğu ve uygulanan yanlış politikalar sonucu her geçen gün modern dünyanın daha da gerisine düşerek, geleceğe son derece hazırlıksız yakalanan bu gencecik insanlara üzülmemek elde mi?

                Tüm bunların arasında bu hafta Google’ın yapay zekasının bilinç kazandığı haberi de çılgın gündemimizde eriyip gitti…

* Püritanizmden Hedonizme Yeni Çalışma Etiği, Veysel Bozkurt.

**Sağlık Hastalığı, Carl Cederström ve André Spicer.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi