Aşina olmanın dayanılmaz hafifliği

Bazen bir kitap okurken tek bir cümleye ya da paragrafa takılıp kalırsınız. Üstelik o takıldığınız bölüm metnin özü, kısacık bir özeti ya da en önemli cümlesi olmak zorunda da değildir. Hatta kitabın genel bağlamından uzak bir cümle bile olabilir. Ama sizi alıp öyle yerlere götürür, öyle şeyler düşündürtür ki kendiniz bile şaşar, “nereden geldik şimdi buraya” dersiniz. Pek çok araştırmacının, özellikle de felsefî metin taraması yapanların başına sık sık gelir bu. İşte ben de öyle bir cümleyle karşılaştım geçenlerde.

ZİHNİMİZE BİLE AŞİNAYIZ SADECE

Son haftalarda ‘yapay zekâ’ konusuna fena halde takmıştım kafayı. Son üç yazımı da bu konuya ayırmıştım. Konunun bu kadar popüler hâle gelmiş olması hemen hemen herkes gibi beni de tetikledi. Ama ben, genelde de yapmaya çalıştığım üzere popüler tartışmaların biraz dışına çıkarak, konuyu elimden geldiğince felsefî yönüyle tartışmaya çalıştım. Bu sorgulamayı yapabilmek için de elime geçirdiğim kaynakları hızlı bir şekilde taramaya çalıştım. İşte bu süreçte zihin felsefesiyle ilgili yaptığım okumalar sırasında Erhan Demircioğlu’nun Makinedeki Hayalet isimli zihin felsefesine giriş niteliğindeki kitabında rastladım beni durduran ve esas konunun dışında da düşünmeye iten o şahane sözlere. Demircioğlu, ‘Zihnin Gizemi’ adını verdiği ilk bölümde şöyle diyor: “Zihinsel faaliyetlerle meşgul olduğumuzu o kadar yakından, ilk elden biliyoruz ki, size bu faaliyetlerin var olduğunun hatırlatılmasının ne anlama geldiğini büyük bir haklılıkla sorabilirsiniz. Öncelikle şunu hatırlatayım. Aşina olmak demek anlamak demek değildir. Aşina olmak anlamaya kendiliğinden yol açsaydı, bilime ya da felsefeye gerek kalmazdı. Başka hiçbir şeye olmadığımız kadar zihinsel faaliyetlerimize aşina olduğumuz söylenebilir. Fakat buradan hareketle, zihinsel faaliyetlerimizin varoluşunu ve doğasını anladığımızı söyleyemeyiz.”

MAKİNEDEKİ HAYALETİN SÖYLEDİKLERİ

Gerçekten çok aşinayız zihnimize ve bu aşinalık onun ne olduğunu bildiğimiz yanılgısına düşürüyor bizi. Zaten Demircioğlu da yukarıda söylediklerinin hemen arkasından ekliyor… “Zihin, kendisiyle olan tüm aşinalığımıza rağmen, evrenin en büyük gizemlerinden biri…” Kitabın ilerleyen bölümlerinde de Descartes’tan Berkeley’e, Russell’dan Mill’e, Ryle’den Wittgenstein’a pek çok düşünürün fikirleri üzerinden tartışmış zihin kavramını. Zihnin aslında var olmama ihtimalinden, zihni taşıyan şeyin ne olduğuna; zihnin temelinde ne olduğundan, zihni açıklamanın mümkün olup olmadığına varan geniş bir sorgulama yapmış kitap boyunca.

Bu yazıda size zihin felsefesinden bahsetmeyeceğim. Erhan Demircioğlu’nun bence herkesin okuması gereken çok değerli kitabının bir değerlendirmesi de değil bu yazı. Gelin biz kitabın hemen girişinde bahsettiği bu ‘aşina olmak’lık üzerine düşünelim, bu kavramı aklımız yettiğince, dilimiz döndüğünce sorgulayalım.

AŞİNA OLMAYA BİLE AŞİNAYIZ!

Bir kelime, bir fiil, bir kavram için “ne demek?” sorusunu kendimize sorduğumuzda genellikle yaptığımız ilk şeyi yapalım ve sözlüğe bakalım. TDK ‘aşina’ kelimesi için şöyle üç anlam uygun görmüş: 1. Bildik, tanıdık olan 2. Daha önceden bilinen (şey) 3. Bilen, tanıyan. Bu üç anlam için de kelimenin tür olarak sıfat olduğunu söylemiş TDK. Fiil hali ise ‘aşina olmak’. Onun anlamı da “tanımak, bilmek”. Sıfat hâlinin üçüncü anlamından yola çıkarak yazmışlar fiilin anlamını. Ne kadar yetersiz, ne kadar yarım kalmış bir açıklama. ‘Aşina olmak’ bir özne, nesne ya da kavramı bilmek anlamına mı geliyor gerçekten?

BİLMEK NE DEMEK?

Bir şeyi bilmek için onun üzerine düşünmeniz gerekmiyor mu? Tabii bu sorunun cevabı ‘bilgi’ kavramını nasıl tanımladığınıza bağlı. Eğer ‘bilgi’yi ampirik (deneyselci) açıdan tanımlayacaksanız nesneyi sadece deneyimlemiş olmanız, yani duyu organlarınızla algılamış olmanız yeterli. Hadi daha net söyleyelim… Görerek, duyarak, koklayarak, tadarak, dokunarak özne ya da nesnenin bilgisine sahip olabilirsiniz. Hatta pek çok kavramın bilgisine bile onların tikel örnekleri üzerindeki bu deneysel eyleminizle ulaşabilirsiniz. Rasyonalist (akılcı) açıdan baktığınızda ise bu deneyimler beni yanıltabilir dersiniz ve ‘bilgi’yi salt aklınızla ürettiğinizi söyler ya da zaten size verili bir şeyi hatırlamanız olarak tanımlarsınız. Ama Kant gibi sentezciler, bilgi sahibi olmanın bu ikisini, yani deneyim ve aklı bir arada kullanmakla mümkün olacağını söyler. Bir anlamda, nesneyi algılayarak ondan edindiğiniz veriyi aklınızla bilgiye dönüştürmeniz gerekir. Bilgiye sahip olmak için akıl gereksin ya da gerekmesin, bu üç akım açısından da ‘anlamak’ dediğimiz süreç akıl gerektiriyor, bilgi sahibi olduğunuz şey üzerine düşünmek gerekiyor.

Açıkçası benim bilgi kavramı karşısında Kantçı bir tavrım var. Bilgisine sahip olmak istediğimiz şeyden bize akan ya da bizim topladığımız, hasat ettiğimiz veriyi aklımızla işleyerek bilgiye dönüştürdüğümüzü düşünüyorum. Deneyim ve akıl birlikteliğiyle yürüttüğümüz bu süreç aynı zamanda anlam da ürettir ve bizi o şey üzerine malumat sahibi olmamızın ötesine geçirir. Yani bu süreç aynı zamanda onu ‘anlamak’ anlamına da gelir. Başka bir deyişle bilgi edinmek, bana gelenden ya da bana verili olandan öte, benim kendi aklımla ürettiğim ve anlamlandırdığım bir süreç ise, bilmenin ve anlamanın bir ve aynı şey oldukları anlamına gelebilir. Bu durumda, anlamadığım bir şeye biliyorum demek de oldukça zor bir hâle gelir. Öyleyse Demircioğlu’nun söylediği “aşina olmak anlamak değildir” cümlesini olumlayabiliriz ve bu bakış açısıyla bilmenin ve anlamanın birbirinden ayrılmaz süreçler olduğunu da kabul edersek cümleyi söyle de kurabiliriz: “Aşina olmak bilmek değildir.” Tabii burada ‘bilgi sahibi olmak’la ‘bilmek’ arasında bir ayrım yaptığımı belirtmem gerek.

AŞİNA OLMAK BİLMENİN YOLUNU AÇAR

Yine Demircioğlu’nun verdiği örnek üzerinden gidecek olursak, zihnimize son derece aşinayız ama o bizim için gizemini hâlâ koruyor, yani zihnimizin ne olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Bu durumda şimdilik yapabileceğimiz iki şey kalıyor. Filozofların zihnin ‘ne’liği konusundaki yüzlerce görüşünden birini kabul etmek ya da becerebiliyorsak kendi felsefî argümanımızı oluşturmak. Bilim henüz bu sırrı çözemediği için de zihnin evrensel bir tanımını da tam olarak yapamıyoruz.

Bu ‘aşinalık’ meselesi felsefe ve bilimde çok işe yarıyor aslında. Çünkü felsefeciler ve bilim insanları için bir nesneye, bir konuya, bir kavrama aşina olmak çok tahrik edici bir şey. Düşünsenize, “biliyor gibiyim, ama tam da öyle değil, tam anlayamadım ben bunu” dedikleri bir şey karşısında, zaten temel dürtüleri olan merak nasıl da şahlanır? Nasıl bir tutku oluşur o bulmacayı çözmek için?

AŞİNA OLMAK BİLMENİN YOLUNU TIKAR

Peki biz sıradan insanlar için de böyle mi? Aşina olduğumuz bir şey karşısında biz nasıl davranıyoruz gündelik hayatımızda? Felsefeciler ve bilim insanları gibi bir tutku, hadi tutkuyu geçtim, minicik bir arzu, hadi onu da geçtim bir merak kırıntısı uyanıyor mu içimizde? Maalesef. Hatta büyük bir çoğunluğumuz aşina olmayı bilmekle bir ve aynı şey sayıyor ve onunla yetiniyoruz. Ne büyük bir tehlike!

Size şöyle bir örnek vereyim. Felsefe seminerlerinde konu ‘mutluluk’ kavramına geldiğinde katılımcılara bir anda “mutluluk nedir?” diye soruyorum. İki dakika önce bülbül gibi şakıyan grup bir anda sessizleşiyor. “Hadi” diyorum ya… “Bilmiyor musunuz mutluluk nedir?” O kadar iyi biliyorlar ki aslında bilmiyorlar. Tanımlayamıyorlar mutluluğu. Ben de soruyu değiştiriyorum. “Sizi ne mutlu eder?” diyorum ve tıkanıklık açılıyor. Herkes yine bülbül gibi şakımaya başlıyor. Ailesiyle geçirdiği zaman, film izlemek, kitap okumak, sigara içmek, futbol oynamak… Liste uzayıp gidiyor. E ama diyorum bunların hepsi haz, gelip geçici hisler. Bu mudur yani mutluluk? Eğer hedonist (hazcı) değilseniz bunların toplamına ya da arka arkaya dizilmesine mutluluk diyebilir misiniz? Diye sorduğumda yine bir sessizlik oluyor. Bu sefer başlıyoruz daha önce düşünmüş olanların fikirlerini sorgulamaya ve mutluluk kavramı üzerine düşünmeye. Buradaki temel sorun şu. Herkes hayatının belirli dönemlerinde mutlu olmuş. Mutluluğun ne olduğuna dair bir hisleri var ama “mutluluk nedir?” diye düşünmemiş kimse. Yani mutluluğa o kadar aşinayız ki üzerine düşünmeye hiç ihtiyaç duymuyoruz. İşte o müthiş aşinalığımız mutluluğun ne olduğunu bildiğimiz sanrısını yaratıyor bizde.


Mutluluk gibi bildiğimizi zannettiğimiz ama sadece aşina olduğumuz o kadar çok kavram var ki… Tamam hepimiz filozof ya da bilim adamı merakına sahip olmayabiliriz, ama neden hayatımızın merkezindeki bu kavramlara dair aşinalıklarla yetiniyoruz? Aşinalık, neden filozof ve bilim adamlarında bilme açlığını beslerken bizde tam tersine bilme tokluğuna neden oluyor? “Ne var canım… Mutluluğun ne olduğunu bilmesem ne olur? Bu duyguyu yaşıyorum ya, o bana yeter” diyebilirsiniz. Peki öyle olsun. Hadi mutluluğun ne olduğunu bilmemize gerek yok (bence kesinlikle var da…) diyelim. Ya diğer kavramlar? Onların hangisini biliyoruz? Mesela demokrasi ne demek biliyor muyuz? Halkın kendi kendini yönetmesi mi? Sandık başına gidip oy vermek mi? Doğrusunu isterseniz pek çoğumuz için evet bu kadar. Demokrasiye olan aşinalığımız da onun ‘ne’liği üzerine düşünmemiz ve onun esas bilgisine ulaşmamız için bir engel aslında. Haliyle, ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyi nasıl talep edeceğimizi de bilmiyoruz ve tabii yaşayamıyoruz demokrasiyi. Bazılarımız ise o aşinalıkla yaşadığımızı zannediyor sadece. İşte size büyük tehlike!

Adalet mesela… Pek çoğumuz o kadar aşina ki bu kavrama, eşitliğin adalet olduğunu zannedenler bile var. Daha da fenası, muktedirler ne diyorsa ona razı olanlar, onu adalet sayanlarla dolu dünya. Adaletin ne olduğuna dair bize öyle çok veri yüklüyor ki muktedirler, onların söyledikleri üzerinden yarattıkları aşinalık, çoğu zaman adalet talep etmemizi bile engelliyor. Bu da büyük bir tehlike!

Sadece bunlarla da sınırlı değil. İş ve siyaset dünyası da bu aşinalıklar üzerinden dönmüyor mu? Kendisini bir konunun uzmanı sayan, öyle tanıtan pek çok insan (aslında büyük çoğunluk) aslında kendi konularına sadece aşinalar. Ben, pazarlamanın ne olduğunu bilmeyen o kadar çok ‘pazarlama direktörü’ tanıyorum ki, şaşar kalırsınız. Ekonomiye sadece aşina olup “ben ekonomistim” diyenlere rastlamadınız mı? İş ve siyaset dünyasının ne kadar yüzeysel malumatlarla ilerlediğini, aşinalığın uzmanlık karşısında nasıl bir engel olduğunu, meritokrasi yerine mediokrasiyi yüceltildiğini ve bunun ne kadar büyük bir tehlike olduğunu ne zaman anlayacağız acaba?

Kısacası aşinalık felsefe ve bilimde çok işe yararken, o alanlarda ilerleme sağlayıp bilgeliğe yol açarken, gündelik hayatta tam tersi bir etki yapıyor ve esas bilginin önünü tıkayıp cehalete neden oluyor. Bir şeylere aşina olmak çok güzel ama aşinalıkla yetinmek tam bir felaket.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi