Gönç Selen
Doğaya karşı ahlaklı mıyız?
Son iki yazıda antroposantrik (insanmerkezci) bakışı eleştirmiş, bu bakışla kavranan ahlak kavramını da sorgulamıştık.
İnsanmerkezci yaklaşım oldukça büyük ve açıkçası insanlık için oldukça tehlikeli bir yanılgı. İnsanın kendisini her şeyin merkezine koyması, buradan hareketle de içinde yaşadığı doğanın hâkimi olduğunu varsayması, oldukça kibirli hatta onun da ötesinde oldukça ahmakça bir duruş.
İNSAN DOĞANIN EFENDİSİ DEĞİLDİR
Biz insanlar sahip olduğumuz akıl ve bilinç seviyesiyle medeniyet kurmuş, onu dijital çağa kadar geliştirmiş, yapay zekâ üretecek seviyeye ulaştırmış, bundan sonra daha da ileriye götürecek olabiliriz. Bu becerimizden gurur duyuyor da olabiliriz ve bence duymalıyız da. Ancak sanırım bu beceriye yanlış bir anlam yüklüyoruz. Her buluşumuzun, her icadımızın doğaya karşı bir zafer olduğu sanrısına kapılıyoruz. Sanki karşımızda doğa diye bir düşman var da biz de ona karşı savaşıp zafer kazanıyormuşuz gibi. Her seferinde doğayı alt ediyormuşuz gibi. Savaş kazanan her komutan gibi, düşmana boyun eğdirmişiz de bundan sonra bizim idaremiz altına girmiş gibi.
Oysa doğa bizim düşmanımız değil, evimiz. Üstelik, doğa deyince her nedense bunu Dünya gezegeni üzerindeki yaşam alanı olarak algılıyoruz. Ama aslında öyle değil. Örneğin Antik Yunancada physis yani fizik doğa demektir. Aynı kelimenin Latincedeki karşılığı olan nātūra da aynı anlama gelir ve çok daha geniş bir alanı, evreni ifade eder. Yani antik çağdaki insanlar doğa dendiğinde bütün evreni anlıyorlardı.
Şimdi, ucunu bucağını bilmediğimiz ve hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bu yüzden de sonsuzluğu atfettiğimiz o koskoca evrenle savaş hâlinde olabilir miyiz? Öyle olduğumuzu ve zannedip, küçücük başarılarımızı ona karşı kazanılmış bir zafer olarak algılamak ahmaklık değil de nedir? Üzerinde yaşadığımız Dünya adlı gezegen, koca evren (doğa) içerisinde yok sayılabilecek kadar küçükken, üzerinde yaşayan biz zavallı varlıklar neye efendilik taslıyoruz acaba?

Hadi evrenin doğa olduğunu algılamakta güçlük çekiyoruz çünkü makro ölçekte bakamıyoruz ve bu doğa kavramını Dünya üzerindeki yaşam alanımızla sınırladık diyelim. Onunla savaşmak da ahmaklık değil mi? Ürettiğimiz hangi aletle doğanın gerçek gücünü alt edebiliriz? Testereyle ağaç kesebiliyoruz, toprağa tohum ekip ondan ürün elde edebiliyoruz, hayvanları avlayabiliyor hatta evcilleştirebiliyoruz diye mi doğanın efendiyiz? Yoksa herhangi bir canlının doğal yollarla aylar sürecek seyahatlerini otomobil, gemi ya da uçakla günlere hatta saatlere indirebildiğimiz için mi alt etmiş oluyoruz doğayı? Yoksa, birbirimizden haber almamız ya da herhangi bir veriye ulaşmamız artık saniyeler sürüyor diye mi? Hadi canım siz de… Doğaya hâkim olma sanrısıyla, ben onun efendisiyim diye ortalıkta dolaşırken, doğa bize öyle bir tokat atar ki feleğimiz şaşar. Atıyor da bu tokatları… Depremlerle atıyor, kasırgalarla atıyor, sellerle atıyor, meteorlarla atıyor. Atıyor da atıyor, ama biz o kadar ahmağız ki yediğimiz bu dayaklara rağmen bir türlü akıllanmıyoruz.
Her iki anlamdaki doğanın da (evren ve dünya üzerindeki yaşam alanı) bizden tamamen bağımsız ve çözemediğimiz, hatta kaotik yapısı nedeniyle muhtemelen hiçbir zaman tam anlamıyla çözemeyeceğimiz bir hareketi var. Çok küçük ve önemsiz müdahaleler dışında bu hareketi etkileyecek ve değiştirecek gücümüz yok ve olmayacak. İşte bunu iyice bir anlarsak, doğa içerisinde aslında ne kadar aciz varlıklar olduğumuzu da kavrayabiliriz.
Koskoca evren içerisinde yok sayılabilecek küçüklükteki bir gezegende yaşayan yok sayılabilecek küçüklükte varlıklarız aslında. Şimdi bu gerçeği görüp, anladığımızda antroposantrizm size de ahmakça gelmiyor mu?
AHLAKIN NESNELERİ
Doğa içerisinde aslında bu kadar aciz olup da kendisini bu kadar önemseyen insan işine yarayan pek çok icat yapmıştır tabii. Hepsi de doğa içerisinde kendisine daha rahat, daha konforlu, daha sağlıklı bir hayat sağlamak için. Ancak bence en az onlar kadar önemli, hatta önem sıralaması yapacak olsak en üstlerde yer alması gereken icadı ahlaktır.
Ahlak, sadece insanların bir arada ve adil bir düzende yaşamasını sağlamaz. Onu hakkıyla, gerektiği gibi inşa ederseniz, insanın doğa içerisindeki gerçek yerini ve sorumluluklarını da belirler.
Daha önceki yazılarda belirttiğim üzere ahlak, salt özne-özne ilişkisini aşar. Onu özne-nesne ilişkileri içerisinde de aramak gerekir. Bir başka deyişle, insanın ahlaki sorumluluğu sadece başka bir bilinçli insana karşı değil, aynı bilinç düzeyinde olmayan, ahlaki nesneler olarak adlandırabileceğimiz hayvanlar ve bebeklere karşı da vardır. Şimdi bunu biraz daha ileriye götürelim ve hiç bilinci olmayan diğer nesnelerle ilişkimizde aramaya başlayalım.

Örneğin bitkiler. Tıpkı insan ve hayvan gibi organik varlıklardır. Yani doğarlar, soluk alıp verirler, büyürler ve ölürler. Ancak onların bilinç sahibi olduğunu söyleyemeyiz. Bitkilerinde bilinç sahibi olabileceğine dair bazı iddialar var elbette. Örneğin, İtalyan botanikçi Stefano Mancuso ‘bitki zekâsı’ üzerine araştırmalar yapıyor. Bir beyne sahip olmasalar bile bir sinir ağına sahip oldukları için, karmaşık da olsa bilişsel davranışlarda bulunabileceğini iddia ediyor. Bu sayede bitkilerin birbiriyle iletişim kurduklarını, bazı şeyleri hatırlayabildiklerini ve ihtiyaçları olan kaynakları kullanabilmek için bilişsel kararlar alabildiklerini öne sürüyor. Bitkilerin sinirsel yapıları sayesinde pek çok şeyi algılayabildikleri, belli ölçüde hafızaya sahip oldukları hatta Mancuso gibi araştırmacıların iddia ettiği gibi zekâya sahip oldukları konusunda tezler var. Pek çoğu bilimsel olarak kanıtlanmadı ama eli kulağında diyebiliriz. Yani bu hipotezlerin kanıtlanma ihtimali var.
Ancak bu hipotezler kanıtlansa bile, bir gün bitkilerin bilinç sahibi varlıklar olduğunu kabul etsek bile tıpkı hayvanlar ve bebekler gibi ahlaki sorumluluğu olmayan varlıklar olduğu kaçınılmaz. Yani, sadece bilinçli insanların ahlaki özne oldukları bir dünyada, bitkiler de birer ahlaki nesne olabilirler. Bu durumda onlara karşı da ahlaki sorumluluklarımız var demektir.
DOĞAYA KARŞI AHLAKİ SORUMLULUKLARIMIZ
Şimdiye kadar özne-özne ilişkisiyle insanın insana karşı ahlaki sorumluluklarını inceledik. Özne-nesne ilişkisiyle insanın insan olmayan organik varlıklara karşı sorumlu olduğunu da söyledik. Peki organik olmayan, tamamen bilinçsiz varlıklara karşı ahlaki sorumluluklarımız var mı? Gelin soruyu kolaylaştıralım. İnsan taşa, toprağa, suya, havaya karşı da ahlaken sorumlu mudur?
Saçma bir soru mu oldu? “Sen de abarttın ama, o kadar da değil” diyenlerden misiniz? Bence abartmadım, sadece “doğanın tamamına karşı da sorumluluğumuz yok mu?” diye soruyorum.
Bazıları buna ”tabii ki var” diye cevap veriyor. Özellikle kendisini çevreci ya da çevre dostu olarak tanımlayan Rachel Carson gibi insanlar, doğaya verilen zararın aslında insana verilen zarar olduğu konusunda birleşiyorlar. Bu nedenle de doğaya karşı ahlaki sorumluluklarımız olduğunu savunuyorlar. Yanlış değil, ama bu da antroposantrik bir bakış değil mi? Yani doğaya zarar vermeyelim, çünkü biz de bundan zarar görürüz.

Ben daha çok doğanın kendisine karşı, bizim göreceğimiz zarardan da bağımsız bir şekilde sorumluluklarımız var mı diye soruyorum. Yani su kaynaklarının tüketilmesi insan ve diğer canlı varlıklar için kötü bir sonuç verir ve bu ahlaken de kötüdür. Ama bizim insanın hayatı için gerekli olması bakımından değil, suyun kendisine karşı bir sorumluluğumuz var mı? Antroposantrik düşünceden sıyrılıp, doğaya doğa olması bakımından sorumluluklarımızı sorgulamaya çalışıyorum.
Amerikalı doğa bilimci ve düşünür Aldo Leopold, benim bu soruma biraz daha tatmin edici bir cevap veriyor sanki. A Sand County Almanac and Sketches Here and There (Bir Kum Yöresi Almanağı ve Oradan Buradan Eskizler) adlı eserinde Land Etic (Toprak Etiği) kavramını ortaya atıyor. Leopold’a göre etik, insanlar arası ilişkilerden; toprak, su, bitkiler, hayvanlar, kısacası tüm ekosistem dahil olmak üzere tüm ekolojik topluluğa doğru genişletilmelidir. Ona göre bir şey, biyotik topluluğun bütünlüğünü, istikrarını ve güzelliğini koruma eğilimindeyse doğrudur. Aksi hâlde yanlıştır. Tam anlamıyla doğa merkezci bir bakış, öyle değil mi?
Bu konuda daha da ileri gitmiş olan Norveçli filozof Arne Næss ortaya attığı Deep Ecology (Derin Ekoloji) kavramıyla çevre sorunlarının sadece teknik bir şekilde çözülemeyeceğine dikkat çekiyor. Tıpkı bizim de işaret ettiğimiz gibi, temel sorunun antroposantrizm olduğunu söylüyor ve Batı kültürünün insan merkezci dünya görüşünün kökten değiştirilmesi gerektiğini söylüyor. Onun Derin Ekoloji kavramı, insan dışındaki yaşamın da içsel değerlere sahip olduğunu söylüyor. Næss’e göre insan, diğer türlerle sadece faydacı bir ilişki içerisinde olmamalı, kendini onlarla eşit haklara sahip bir topluluğun parçası olarak görmelidir.

DOĞANIN PARÇASIYIZ
Biz kendimizi doğanın efendisi olarak gördüğümüz sürece doğayla ne fiziki ne de ahlaki açıdan doğru bir ilişki kuramayacağız. Bu ilişkinin doğru ve iyi kurulabilmesi için önce kendi pozisyonumuzu düzeltmemiz gerekiyor. Biz, doğanın efendisi değil, onun bir parçası, bir bileşeniyiz. Bu ilişki içerisinde bizi diğer varlıklardan ayrıştıran biricik öğe de ahlak.
Sahip olduğumuz ya da daha doğru bir deyişle sahip olmamız gereken ahlak, bizi doğaya karşı değil doğanın içerisinde konumlamalı. Unutmayalım ki içinde yaşadığımız, bir anlamda evimiz diyebileceğimiz doğanın kendi içsel değeri vardır. Bu anlamda onu ahlaki bir nesne olarak görmemiz, dolayısıyla ona karşı da ahlaki sorumluluklarımızı yerine getirmemiz gerekir. Ama doğaya zarar verirsek biz de zarar görürüz diye değil. Doğanın bir parçası olduğumuz ve doğadaki her varlığın en az bizim kadar var olma hakkı olduğu için