Gönç Selen
İnsan hep ‘insanmerkezci’ mi düşünür?
Gelin bugün ülkenin ve dünyanın yorucu gündeminden biraz uzaklaşalım ve kendimizi sorgulamaya çalışarak, insan olarak nasıl düşündüğümüz üzerine düşünelim. İnsan insan olduğu için mecburen mi insanmerkezci düşünür? İnsanmerkezci düşünmenin nedenleri neler olabilir? Bu düşünce nedeniyle, doğadaki yerimizi yanlış anlamaktan, ahlaki değerleri yanlış kurgulamaya varan bir dizi hata yapıyor olabilir miyiz? İnsanmerkezci düşünerek kendimize avantaj sağlıyor gibi görünürken aslında kendimizi yok etmeye doğru gidiyor olabilir miyiz?
ANTROPOSANTRİZM TERCİH Mİ, ZORUNLULUK MU?
İyi-kötü, güzel-çirkin, yararlı-zararlı… Bu ve benzeri nitelikleri tanımlıyor, imgelerini belirliyor, kavramsal olarak içlerini dolduruyor ve anlamlandırıyoruz? Bunları nereden hareketle yapıyoruz? Elbette hepsine insani bir zaviyeden bakıyor ve oradan yola çıkarak yapıyoruz. Peki bu yaptığımız doğru ve adil mi? Tüm bunları, hatta ahlakı bile, insani bakış açısıyla tanımlamak doğru ve ahlaki mi? Yoksa doğru ve gerçek karşısında hatalı bir iş mi yapıyoruz?
Tanıdığım pek çok kişi “elbette insanmerkezci bakacağım, başka türlüsü mümkün değil, çünkü ben bir insanım” diyor. Yani onlara göre antroposantrizm bir zorunluluk. Evrende var olan bir özne (eyleyen varlık) olarak her şeyi kendine kıyasla, kendi değerleri ölçüsünde ve kendinden yola çıkarak tanımlamak ve belirlemek bu görüşteki insanlar için kaçınılmaz. Peki onların dediği gibi, bir insanın insanmerkezci düşünmemesi mümkün değil mi?
Ben bunun mümkün olduğunu, “mümkün değil” diyenlerin de şöyle bir hataya düştükleri görüşündeyim: İnsan olarak, insan gibi ya da insana yakışır şekilde düşünmekle, insanmerkezcidüşünmek farklı şeyler. Birincisi akıl yürütmek, ikincisi ise her şeyde olduğu gibi düşüncenin de merkezine, hatta önüne ve sonuna insanı koymak anlamına geliyor. Bunu yapınca da ister istemez iyi insan için iyi, güzel insana göre güzel, yararlı da insan için‘yararlı olan hâline geliyor. Bu durumda evrene antroposantrik bakmak, insan için bir zorunluluk, başka bir deyişle doğal bir yönelim değil de bir tercihtir diyebiliriz.
Peki insanın bunu tercih etmesindeki ana neden ya da nedenler ne olabilir? Ben bunun iki kök nedeni olduğunu düşünüyorum.Gelin birincisiyle başlayalım.

DENEYİM
Bence ilk neden, insanın sadece deneyimle öğrenebileceği sanrısı. “İnsan deneyimle öğrenir” sözünü çok duymuşsunuzdur. Bu görüş kesinlikle yanlış değil ama eksik. İnsan elbette ‘praksis’le (uygulama) öğrenir ve her şeyi olduğu şey (insan) olarak pratik ettiği (deneyimlediği) için bu eğilimdedir. Ancak bu, bizim için en ilkel öğrenme biçimidir. Neden derseniz, hayvanlar da böyle öğrenir. Bizim için de hayvanlara en yakın hâlimiz olan bebeklik dönemi böyledir. Herhangi bir şeyi hayvanlar da bebekler de yaparak öğrenir. Bir çeşit Pavlov’un Köpeği, başka bir deyişle koşullandırmameselesi.
Ivan Pavlov’un deneyini bilirsiniz. O yüzden fazla ayrıntısına girmeyeceğim. Ancak özetle şunu söyleyebiliriz. Köpeklerin yemekten hemen önce salya salgıladıklarını gözlemler. Bunun nedenini merak ederek o ünlü deneyinin yapar ve fark eder ki köpekler yemekten önce yemekle ilişkilendirdikleri bir uyaran alırlar. Mesela onları besleyen bakıcının ayak sesini duyduklarında salya salgılamaya başlarlar. O da bunun üzerine,köpekleri beslemeden önce zil çalar. Zil ve yemek arasında basit bir neden-sonuç ilişkisi kuran köpekler yemeğin geldiğini anlar. Bu yüzden de salya salgılamaya başlarlar. Bebekler de öyle değil mi? Bebeği açken mama sandalyesine oturttuğunuzda hemen heyecanlanır, eli ayağı oynamaya başlar. Anlar ki mama geliyor. Çünkü hem köpekler hem de bebekler bu uyaranlar sayesinde (zil ya da mama sandalyesi) birazdan besleneceklerini anlarlar. İşte bu çok basit bir öğrenme şeklidir ve salt içgüdüyle yapıldığı için güvenilmezdir. Çünkü siz onların içgüdülerini kandırabilir, zili çalıp köpeğe, mama sandalyesine oturtup çocuğa mama vermeyebilirsiniz. O da önceki deneyimlerine dayanarak içgüdüleri sayesinde mama geliyor zannedebilirler. Bu da salt praksisle (deneyimle) öğrendiğimiz şeylerin o kadar da güvenilir olmadığının kanıtıdır. Gerçek ve güvenilir bilgi için deneyimin ötesinde bir şeye ihtiyaç duyarız. Bu ötedeki şeye hayvanların ulaşması hiç kolay değil, hatta imkânsızdır bile diyebiliriz. Oysa insan, büyüdükçe, bebeklikten yetişkinliğe doğru yol aldıkça bunu aşabilir ve deneyimin ötesindeki şeye, yani ‘kavramsal düşünme’ye ulaşabilir.
Öyleyse, insanın evrene insanmerkezci bakışı salt insani deneyimlerinden, bir anlamda güdüsel öğrendiklerinden kaynaklanıyor diyorsak, bunun bir yanılgı olabileceğini de kabul etmemiz gerekir. İnsan ilkel öğrenme çağında güdüsel olarak öğrendiği antroposantrizmi, kavramsal düşünebilme yeteneğiyle aşabilir demektir. Ancak çoğunlukla bunu tercih etmez çünkü kavramsal düşünmek çoğu insan için zor bir süreçtir. Üstelik güdüleriyle edindiği bu antroposantrizm bilgisi ona doğa içinde çok avantajlı bir pozisyon sağlar ve bundan ödün vermek öyle kolay bir şey değildir. Sırf bu yüzden söyle sözler söyler ve bunlara sonuna kadar inanırız: “Yaşamayan bilemez” ya da “başına gelmeyen anlamaz” deriz mesela. Yani bilmek için illa deneyim gerekir, başka türlüsü mümkün değildir.
Ebeveynlerin hemen hiç ağızlarından düşürmedikleri bir cümle vardır. “Anne-baba olmayan çocuk yetiştirmeyi bilmez.” Bir anda çocuğu olmayan öğretmenleri, pedagogları işe yaramaz ilan ederler. Bir keresinde bir ankete denk gelmiştim. Kabaca şunlar soruluyordu: Çocuk sahibi olmayan bir pedagoga, hiç yöneticilikte önemli başarıları olmayan bir yönetim danışmanınaya da bekâr bir terapistin evlilik danışmanlığına güvenir misiniz? İnsanların büyük bir çoğunluğu “hayır” cevabını vermişlerdi. Yani bu büyük çoğunluk güdüsel olarak elde edilen deneyim kaynaklı bilgiler, kavramsal düşünceyle elde edilebilecek bilgilerden çok daha fazla güveniyorlardı. Bir anlamda praksisle (pratik akıl, deneyim) elde edilen bilgileri kabul ediyor ancak theoriayı (teorik akıl, kavramsal düşünme) reddediyorlardı. İşi biraz daha ileriye taşırsak bu bakış açısı bizibilimsel ve felsefi olanın reddine kadar götüren, oldukça tehlikeli bir sonuca ulaştırır. İşte salt insan olarak deneyimlediği evrene bu bakış açısıyla yaklaşanlar, her şeyi antroposantrik gören tehlikeli bir pozisyonda olduklarını fark edemeyenlerdir diyebiliriz.
DİN
İkinci muhtemel kök neden ise dini bakış açısı ve buradan kaynaklanan gelenek. Bu da aslında kutsal kitaplarda Tanrı’nın sözü olarak kabul edilmiş söylemler nedeniyle sorgulamadan alıp kabul etmemizden ve bunun geleneğimize yerleşmesinden kaynaklanıyor. Kutsal kitaplardaki ‘Yaratılış’ bölümlerinde Tanrı’nın insanı diğer varlıklara üstün kıldığına dair pek çok cümleye rastlarız. Buradan hareketle insan, asla sorgulanamayacak bir otoritenin (Tanrı’nın) bahşettiği güçlekendini üstün görmeye ve evrene antroposantrik bakma hakkını elde ettiğini düşünüyor. Öyle ya… “Tanrı zaten beni üstün kıldı” kadar sağlam bir referans olabilir mi? Gelin bu güçlü referanslara bir göz atalım…
Tanrı, “İnsanı kendi suretimizde kendimize benzer yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.” Eski Ahit (Yaratılış 1:26)
Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan tüm canlılara egemen olun.” Eski Ahit (Yaratılış 1:28)
Onu meleklerden biraz aşağı kıldın, başına yücelik ve onur tacını koydun, ellerinin yapıtları üzerine onu görevlendirdin. Her şeyi ayakları altına sererek Ona bağımlı kıldın. Tanrı her şeyi insana bağımlı kılmakla insana bağımlı olmayan hiçbir şey bırakmadı. Yeni Ahit (İbraniler 2: 7-8)
Yemin olsun, biz âdemoğullarını onur ve üstünlükle donattık, onları karada ve denizde binitlerle (binilecek taşıt veya hayvan) yükledik. Onları, güzel/leziz/temiz rızıklarla besledik. Ve onları, yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık. Kur’an-ı Kerim (İsrâ Suresi 17/70)
Benim tezim odur ki, insan kutsal kitaplarda Tanrı tarafından kendisine bu kadar büyük değer bahşedildiğini görünce, bu tartışılmaz referansa sıkı sıkıya tutundu ve kendisine argüman yaparak, evrenin merkezinde olduğunu kabul etti. Üstelik bu alanda dürtülerine de kavramsal düşünmeye de ihtiyacı da yoktu, zira emir çok büyük bir yerden geliyordu. Bu bakış açısında insanın evrenin merkezindeki pozisyonunu kendisi değil, Tanrı belirlediği için ve bu artık sorgulanamaz, tartışılamaz bir pozisyondu.
Buradan hareketle artık sadece doğaya hâkim olacak bir varlık değil, aynı zamanda her şeyi kendisinden yola çıkarak tanımlayacak bir varlık olduğu düşüncesine kapıldı. Öyle ya… Yaratan her şeyi benim için yarattıysa, beni yarattığı diğer şeylerin çok büyük bir çoğunluğuna üstün kıldıysa, merkezde de ben olmalıyım.
Peki bu düşünce ne kadar doğru? İnsan Tanrı’nın sözünü de ifratla (ölçüyü aşarak) yorumlamış ve kendini evrende yanlış konumlamış olabilir mi? Bu yanlış anlamalardan kaynaklı bir şekilde, iyi ve kötü kavramlarını kendi zaviyesinden tanımlayıp, ahlak düzenini de bu noktadan kurgulamış olabilir mi?

AHLAKTA ÖZNE VE NESNE SORUNU
Kendisini ahlaki özne, kendi dışındakileri de ahlaki nesne olarak gördüğünde, kendi dışındaki varlıkları ahlaki alanın dışına itmiş olabilir mi? Thomas Hobbes’un egemenleri yasalara tabi kılmaması, ahlaki olarak da uyruklara değil sadece Tanrı’ya karşı sorumlu olduğunu söylemesi ya da NiccolòMachiavelli’nin Prens’i halka karşı ahlaki sorumlulukları olmayan biri olarak tanımlaması gibi, insan da kendisini doğanın efendisi olarak konumlayarak, kendisi gibi olmayanlara karşı ahlaki sorumluluktan muaf olduğunu mu düşünmektedir?
İnsan için belki de en antroposantrik alan olan ahlaktaki bu özne-nesne ilişkisini de haftaya tartışalım mı?