Ahlaksızlık bulaşıcı bir hastalıktır

Geçenlerde Pencere Pazar’da bugüne kadar yazdığım yazılara şöyle bir göz attım. Fark ettim ki tamamına yakını ahlakla ilişkili. Öyle ya, insanı, toplumu hele de politikayı konu ediyorsanız, ister istemez etiğin alanındasınız, bir başka deyişle ahlaktan söz ediyorsunuz demektir. Yine de bazı yazılarda ahlak kavramını doğrudan merkeze koymuşum. Başlıktan da anlayacağınız üzere, bu yazı da onlardan biri olacak.

AHLAKIN İŞLEVİ

Ahlak, doğası gereği en az iki öznenin varlığına ihtiyaç duyar. Öyle tek başınıza, bireysel olarak işletebileceğiniz bir normlar bütünü değildir. Çünkü ahlak, ‘ben’in ‘başkası’na karşı sorumluluğuyla başlar.

Şüphesiz bireylerin benimsedikleri ve uyguladıkları ahlaki değerler vardır. Hatta bireyi eylemlerine bakarak ahlaken değerlendiririz. Ancak ahlaki değerlerden sorumlu tutulabilmeleri için en az bir başka kişiyle ilişkide olmaları gerekir. Yalan söylememek, çalmamak ya da öldürmemek gibi ahlaki normlar ancak karşınızda bir başkası olduğunda işlevsel olabilir. Tek başınıza, tamamen izole olduğunuz bir ortamda kime yalan söyleyebilir, kimin malını çalabilir ya da kimi öldürebilirsiniz? İşte tam da bu yüzden ahlak, pratikte bireylerin eylemleriyle ilgili olsa da etkisi bakımından toplumsaldır. Toplumsal olması nedeniyle de zorunlu olarak politik bir kavramdır.

Ahlakı, eylemlerimizi ‘iyi’ ve ‘kötü’ diye niteleyen normlar bütünü olarak tanımlarsak işlevinin de bireyler arasındaki ilişkileri düzenlemek olduğunu söyleyebiliriz. Daha büyük ölçekte de toplumsal düzeni mümkün kılan en önemli unsurdur. Ahlakın varlığı ve işler olması düzeni sağlıyor. Peki ya yokluğu?

AHLAKSIZLIĞIN ETKİSİ

Bu hafta çok değerli bir bilim insanı olan Prof. Dr. İsmail Cinel ile tanıştım. Çoğumuz onu Covid-19 pandemisi sırasında televizyonlarda yaptığı önemli açıklamalardan tanıyoruz. İsmail Hoca, annemin yaşadığı sağlık sorunuyla ilgili beni bilgilendirirken ilginç bir örnek kullandı. Hoca, verdiği bu örnekle annemin hastalığının nedenlerini çok net anlamamı sağladı ama aynı zamanda ilginç bir şekilde bu yazının da önemli bir bölümüne ilham oldu.

Örnek aslında fiziksel bir travma (bir doku veya organın yapısını, biçimini bozan ve dıştan mekanik bir tepki sonucu oluşan yerel yara, örselenme) üzerineydi ama bence aynı zamanda ahlaksızlığın bir toplumda nasıl yer edebileceğine hatta yayılabileceğine dair harika bir metafordu. Dedi ki “Parmağının kapıya sıkıştığını düşün. Bu, o bölgede bir travmaya neden olur. Eğer müdahale edilmezse oluşan bu yara mikroplara (virüs, bakteri ya da mantarlar) davetiye çıkarır. Gelip oraya yerleşmeleri ve o bölgeyi daha da hasta etmeleri için çok elverişli bir ortam hazırlar.” Fiziksel bir travmanın yarattığı sonuçlar, toplumsal travmaların yarattığı sonuçlara ancak bu kadar benzeyebilir.

Birisi kendisi için haksız çıkar elde ettiğinde aslında bir başkasının hakkına tecavüz etmiş olur. Orada yaratılmış olan adaletsizlik gerçek hak sahibinde bir travma yaratır. Basit, hepimizin aşina olduğu bir kavramdan bahsedelim. Kayırmacılık, amiyane tabirle torpil… Hak ettiği halde işe alınmayan ya da atanmayan kişileri düşünün. Kendisinin yerine mülakat ve benzeri yöntemlerle hak etmeyen bir kişinin işe alınması o kişide bir travma yaratmaz mı? Hakkı elinden alınan kişi liyakat ve dürüstlük gibi ‘iyi’ niteliklere sahip olmanın işe yaramadığını gördüğünde nasıl bir tepki gösterir? Tabii ki önce sinirlenir, sonra da isyan eder. Ama kendisinde oluşan bu travma, artık bir ‘torpil virüsü’nün oraya yerleşmesi hatta çoğalması için çok elverişli bir ortam oluşturur. Eğer ahlaki değerler bir ilaç gibi kullanılarak virüs yok edilip bu travma ‘iyi’ edilmezse, hakkı yenen kişinin ‘ahlaksızlık hastalığı’na yakalanması işten bile değildir. O da oradan buradan torpil arayışına girerek bu virüsü etrafa saçmaya, kendisine bulaştırılan hastalığı yaymaya başlar. Eğer bu alandaki ‘torpil virüsü’ yok edilemezse, o bölgeye giren hemen herkesi etkiler ve ahlaksızlık artık bir salgın hastalığa dönüşmeye başlar. İşte hemen her gün duymaya alışık olduğumuz bu tekil örnek bile ahlaksızlığın ne kadar bulaşıcı olabileceğinin çok net bir göstergesi.

ana-gorsel-3.jpg

TOPLUMU YÖNETENLERİN TAVRI

Yukarıdaki örnekte bahsettiğim virüs, artık alıştığımız, duyduğumuzda normal karşıladığımız, hatta çoğumuzun “başka nasıl olacaktı ki” diyerek neredeyse bir kural olarak benimsediği bir olgu hâline dönüştü. Aslında bu ve benzeri travmalar çoğunlukla toplumu yöneten ya da yönetmeye aday olan politikacılar tarafından yaratılıyor. Devlet kurumlarında, belediyelerde işe girmek için eğitimden, bilgiden, tecrübeden çok daha değerli ve işe yarayan bir şey bu ‘torpil virüsü’.

Bu virüs örneklerini çoğaltmak mümkün ama gereksiz. Şimdi ben size burada sahte diplomaların, kadın cinayetlerinin, hayvan katliamlarının, rüşvet skandallarının, adaletsiz yargı kararlarının yarattığı travmalardan bahsetmeme gerek var mı? Büyük ya da küçük, her türlü travma, tedavi edilmediği sürece bir ahlaksızlık hastalığına neden oluyor.

Ahlaksızlık hastalığına neden olan virüsler de o kadar çok ve çeşitli ki, hepimiz ister istemez maruz kalıyoruz bu virüslere. Travmalarımız da bol olunca, haliyle o virüsler yerleşecek yeri çok kolay bulup hastalığı yaydıkça yayıyorlar. Bu virüslere karşı ilaç olabilecek etik ilkelerden haberdar değilsek ya da umursamıyorsak ve ahlaki değerlerimiz de çok güçlü değilse biz de yakalanıveriyoruz o hastalığa. Ahlaksızlık da bulaşa bulaşa sonunda bir pandemiye dönüşebiliyor.

Politikacılar, özellikle de iktidar sahibi olanlar, bu pandemiye neden olan virüsleri yok etmekle fazla uğraşmazlar. Onun yerine daha fazla yayılması için ortamı daha da travmatik hâle getirmeyi tercih edebilirler. Bir anlamda tedavi etmek yerine toplumun bu hastalığa karşı bağışıklık kazanmasını tercih ederler. Böylece yaşattıkları adaletsizlikler için rıza inşa ederler.

HOMO HOMINI LUPUS

Bu ara başlık aslında hepimizin aşina olduğu bir sözün Latincesi. “İnsan insanın kurdudur” demek. Ünlü düşünür Thomas Hobbes bu sözü Leviathan adlı eserinde kullanır. Devletin, bir başka deyişle mutlak bir otoritenin olmadığı ya da işlevini tam anlamıyla yerine getirmediği durumları açıklamak için kullanmıştır. Böylesi bir durumda, bir anlamda doğal haldeki insanların nasıl canavarlaşabileceğinden bahseder. Bu, ‘herkesin herkesle savaştığı’ bir dünya tasviridir. Otoritenin yokluğu ya da adaleti sağlayamaması durumunda, insanlar arasında güvensizlik ve ahlaksızlık yaygınlaşır. Herkesin kendi adaletini sağlamaya çalıştığı bir kaos ortamı oluşur. Bu durumda bireyler hayatta kalmak ve kendi çıkarlarını korumak için her türlü eylemi yapabilirler. Özet olarak Hobbes’a göre otorite boşluğu ya da otoritenin adaleti sağlamakta işlevsiz kaldığı durumlarda ahlaksızlık toplumda bir salgına dönüşür.

homo-homini-lupus.jpg

Platon da Devlet kitabında ahlaksızlığın bulaşıcı olduğunu doğrudan söylemese de bu tezi destekleyen fikirlerini açıkça dile getirir. Platon’a göre ideal devlet ahlaki temeller üzerine kurulmalıdır. Bu temellerin en başında da adalet gelir. Eğer bir toplumda ahlaki çürüme varsa, bu yöneticilerin ve vatandaşların adaletten sapmasıyla başlar. Adalet, Platon’a göre “hak edenin hak ettiğini almasıdır.” Bu da her bireyin kendi üzerine düşen görevi en iyi şekilde yerine getirmesiyle sağlanır. Bu düşünceler doğrultusunda bugün sahte diplomayla görev yapan bir hekimin, avukatın ya da mühendisin varlığı adaletsizliği simgeler. Bu da hâliyle toplumun ahlaken bozulmaya başladığı anlamına gelir.

KOŞULSUZ BUYRUK

Immanuel Kant Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi adlı eserinde ‘Koşulsuz Buyruk’ (Kategorischer Imperativ) kavramını ortaya atar. Bu kavram, onun etik anlayışının, özellikle de ‘ödev ahlakı’nın temelini oluşturur. Kant’a göre ahlaki eylemler, herhangi bir çıkar gözetmeden, sadece doğru olduğu için yapılmalıdır. Bu aslında birey için maksimlerle (öznel ilkeler) belirlenebilecek bir şeydir. Onun ahlak anlayışına göre birey yapmak istediği eylemin evrensel bir yasa olmasını da isteyebilmelidir. Kant’ın bu görüşünü basit ve günümüzden bir örnekle açıklamaya çalışalım.

Şu sahte diploma meselesine geri dönersek… Sahte diploma almış birisine şu soruyu sormak gerekir. “Sen sahte diploma almak istedin ve aldın almasına da, herkesin sahte diploma alabilmesini ister misin?” Bu çok kritik bir sorudur. Çünkü o sahtekârlığı yapan sahte diploma sahibi herkesin aynı şeyi yapmasını istemez. Çünkü o zaman kendince değer atfettiği ve onun sayesinde haksız kazanç sağlamasına yarayan sahte diplomanın kendisi için de bir değeri kalmaz. Kendisi için sağladığı haksız kazanç herkes tarafından elde edilebilir bir hâl alır. Kant’a göre kendi yapmak istediğin tikel eylemin evrensel bir kural olmasına razıysan eylemin ahlaki açıdan iyidir. Yok buna razı olmuyorsan ahlaksızlık ediyorsun demektir.

kosulsuz-buyruk.png

İşte tam da bu yüzden Kantçı bir dünyada, benim ortaya attığım ‘ahlak bulaşıcıdır’ tezi çöker. Çünkü tikel eylemden evrensel kurala varabilmek demek, koşullar ne olursa olsun bireyin ahlaklı davranma sorumluluğuna vurgu yapar. Dolayısıyla toplumdaki yozlaşma ya da ahlaki çürüme, bireyin ahlaklı davranma sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. İşte bu yüzden Kant’ın evreninde ahlaksızlık bulaşıcı bir hastalık olamaz.

Tabii ben de hatırlarsanız ahlaksızlığın bulaşıcı olduğu tezini bir zorunluğa bağlamadım. Kendinizi ahlaksızlık hastalığından korumak istiyorsanız bunun tek yolunun, ilacını zihninizde taşımanız olduğunu söyledim. Neydi o ilaç? Ahlaki değerler. Siz dik durabiliyor, ahlaki değerlerinizden ödün vermemeyi başarabiliyorsanız ahlaksızlığa neden olan virüsler size etki etmez. Bağışıklığınız olduğu için değil, ahlaki değerleriniz sayesinde ahlaksızlığa neden olan virüslerin sizin üzerinizde etkili olmasını engellediğiniz için.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi