Cahilim, cahilsin, cahiliz...

Felsefe ve bilim insanlığın cehaletle savaşı. Peki biz birey olarak kendi cehaletimizle nasıl savaşacağız? Elbette izlememiz gereken yol bilimin ve felsefenin yolu. Ama hepimiz birer bilim insanı ya da felsefeci olmak zorunda değiliz, olamayız da. Bilim ve felsefe yapamıyor olabiliriz ama gündelik hayatımızda onların izlediği yolu izlemek zannettiğimiz kadar zor değil.

Yazının başlığındaki üç noktayı boşuna koymadım. Üç nokta, Türkçe dilbilgisi kuralları gereği pek çok nedenle kullanılır. Şahsen elimden düşürmediğim Ömer Asım Aksoy başkanlığında yazılmış Ana Yazım Kılavuzu’nda üç nokta kullanımı için beş neden sıralanıyor. Benim bu yazının başlığında üç nokta kullanma nedenim Ana Yazım Kılavuzu’nda kural olarak şöyle ifade edilmiş: “Herhangi bir nedenle bitirilmemiş tümcelerin sonunda kullanılır: ‘Ey kimsesiz, avare çocuklar, hele sizler, hele sizler…’ (Tevfik Fikret), ‘− Muharebeye gitmiyorum ki…’ (Ömer Seyfettin)”. Herhangi bir nedenle diyor ya kuralda, işte benim üç nokta kullanma nedenim nedir onu açıklamaya çalışacağım bu yazıda.

Benim hayat görüşüme göre ‘cehalet’, istisnasız hepimiz için geçerli, asla kurtulamayacağımız, ama ondan kurtulmak için de elimizden geleni, hatta fazlasını yapmamız gereken bir insanlık hâli. İşte bu hâlimizle bitmeyen bir savaşımız olmalı. Nihai bir zafer kazanamayacağımızı bile bile sürdürmemiz gereken bir savaş. Sonunda bu büyük canavarı yenemeyeceğiz ama ona karşı kazanacağımız her bir çatışma, ele geçireceğimiz her bir kale onu tamamen yok edemese de zayıflatacak, bizi de güçlendirecektir.

Pek çok anlam çıkartabileceğimiz hikâyeleri bu bitmek tükenmek bilmeyen savaşın metaforları olarak alabiliriz. Her gün koca bir kayayı tepenin zirvesine çıkaran, ama çıkarır çıkarmaz kaya yeniden yere yuvarlandığı için aynı işi yeniden yapan Sisyphos’un hikâyesi, Don Quijote’nin yel değirmenlerine karşı giriştiği mücadeleler… (Gördünüz mü? Yine üç nokta kullandım. Çünkü bu hikâyelerden daha yüzlerce var.) Hepsi de bu en ‘anlamlı zafersizliğin’ anlatımı olarak okunabilir.

YOLDA OLMAK!

Karl Jaspers “felsefe yolda olmaktır” diyor. Bana sorarsanız bu söz pek çok şeyle birlikte temelde işte bu cehaletle savaşı simgeliyor. Pek çok insan bu sözü defalarca duyduğu için onu bir klişe olarak niteliyor. Sanki klişe olan bir söz artık değerini yitirmiş gibi bakıyor. Oysa pek çoğunun aksine bu klişe, doğru bir sözü ifade ettiği için önce popüler sonra da klişe olmuş. Yani bu sözü sırf çok duyduk diye değersiz saymak, doğrunun ve gerçeğin değersiz olduğunu söylemektir. Evet felsefe yolda olmaktır. Nihai sonuca erişemeyeceğini bile bile o yoldan ayrılmamaktır. Sonuçtan ziyade o sonuç için harcadığın çaba sırasında yaptığın akıl yürütmenin, edindiğin deneyimin ta kendisidir. Cehaletle savaşın en güçlü kalelerinden biridir.

Bilim de öyledir. Sanıldığının aksine bilim bize her zaman kesin, değişmez bilgiler sunmaz. Çoğu zaman yanılır ve yanıldığını kabul edip yeni bilgi üretir, bilim böyle gelişir. Zaten bilimsel bilgi test edilebilir bilgidir. Karl Popper’in deyimiyle ‘yanlışlanabilir bilgi’dir. Yani ortaya attığın hipotezi doğada test edersin ve bakarsın doğru mu yanlış mı diye. Bunu test edebilmen için de o bilginin yanlışlanabilir bir bilgi yani doğada test edilebilir bir bilgi olması gerekir. Bu anlamda bilim de aslında yolda olmaktır. Aralarındaki tek fark, bilim doğada zaten var olan bir bilgiyi açığa çıkartmaya çalışırken, felsefe daha spekülatif davranma hakkına sahiptir. Ama her ikisinin de amacı evren karşısındaki bitmeyecek cehaletimizle savaşmaktır.

PEKİ BİZ NE YAPACAĞIZ?

Felsefe ve bilim insanlığın cehaletle savaşı. Peki biz birey olarak kendi cehaletimizle nasıl savaşacağız? Elbette izlememiz gereken yol bilimin ve felsefenin yolu. Ama hepimiz birer bilim insanı ya da felsefeci olmak zorunda değiliz, olamayız da. Bilim ve felsefe yapamıyor olabiliriz ama gündelik hayatımızda onların izlediği yolu izlemek zannettiğimiz kadar zor değil.

Öncelikle aklımızı kullanmamız, karşılaştığımız herhangi bir bilgiyi kendi akıl süzgecimizden geçirmeden kabul etmememiz gerekiyor. Bir anlamda mantıklı mı mantıksız mı ona bakmamız gerekiyor. Peki bir bilginin mantık kurallarına uyuyor olması yeterli mi? Hayır değil. Aynı zamanda gerçeğe uygun mu değil mi onu da kontrol etmemiz gerek.

En basit şekliyle örnekleyelim: Emin diyor ki “Ahmet Mehmet’ten daha uzun boylu. Ali de Ahmet’ten daha uzun boylu. Öyleyse Ali Mehmet’ten daha uzun boylu”. Peki şimdi bu bilgi mantığa uygun mu? Yani doğru olabilir mi? Olabilir. Ama Emin’in söylediğinden biz emin olabilir miyiz? Hayır. Nasıl emin olacağız? E bir zahmet gidip bakacağız Ahmet, Mehmet ve Ali’nin boylarına. Bakacağız ki Emin doğru mu söylüyor yoksa mantıklı bir yalan mı? Bakarsak bu konudaki bilgisizliğimizi yenmiş oluruz. Bakmazsak Emin’in gözüne, aklına, vicdanına teslim etmiş oluruz kendimizi. Ya Emin bizi bilgilendirmek değil de cahil bırakmak istiyorsa? İşte bu noktada çok önemli bir kavram çıkıyor karşımıza. Şüphe. Emin’in söylediğinden şüphe etmeliyiz ki gidip işin doğrusunu test edebilelim. Bu anlamda şüphe yoksa cehalet kaçınılmazdır. Çünkü Emin olmasa Emine, Emine olmasa Yusuf, o olmasa bir başkası bir ara bana yanlış bir bilgi verecek ve beni cehalete sürükleyecek. Bu yüzden, bırakın bu insanların beni yanıltma ihtimallerini, ben kendi kendimi de yanıltabilirim. Yani kendi bildiğimden ya da bildiğimi sandığım şeyden bile şüphe etmeliyim.

GERÇEK CEHALET ÖRNEKLERİ

Sosyal medyada kısa bir yazıya denk geldim bugün. Emre Döncel yazmış. Daha doğrusu benim bu yazıya denk geldiğim hesap, bu yazının altına onun ismini yazmış. Önce araştırdım Emre Döncel kimdir ve bu yazıyı gerçekten o mu yazmış diye. Öyle ya daha birkaç hafta önce Brandolini Yasası üzerine yazmış biri olarak bu şüpheye düşmem ve bunu doğrulamam ya da yanlışlamam gerekiyor. Önce Emre Bey’in sosyal medya hesaplarını takip etmeye başladım. (Sosyal medya jargonuyla kendisini biraz ‘stalk’ladım diyebiliriz. Umarım rahatsız etmemişimdir kendisini.) Bir blog yazarı olduğunu gördüm. Yazılarını taradığımda az sonra alıntılar yapacağım yazısına rastlayamadım. O yüzden bu yazının kendisine ait olduğundan da emin olamadım. Sonra gördüm ki Instagram hesabında kendisi de paylaşmış bu yazıyı. Bu yüzden onun yazdığını kabul ederek paylaşacağım alıntıları. Bu arada blog yazılarını tararken çok iyi yazıları olduğunu gördüm. Bundan sonra kendisinin sıkı bir takipçisi olacağım.

Emre Döncel şöyle şeyler söylüyor bahsettiğim yazıda: “Atatürk zeki değildi, bilgisayar kullanamıyordu diyor biri... Ayasofya İslam mimarisinin en önemli eseridir diyor diğeri.
Osmanlı Devleti'nin kurucusu kimdir diye soruyorsun; Yavuz Sultan Selim ile Fatih Sultan Selim birlikte kurdular diyor. Atatürk kurdu diyen üniversite öğrencisi var. Çin Seddi nerededir diye sor; Danimarka? Yok Ukranya (yanlış yazmadım, böyle diyor)... Yoksa Cezayir miydi? diye cevap veriyor… Ülkenin ulaştırma bakanı (sonradan bissürü şey oldu, İsviçre Çakısı mübarek), bulut teknolojisini ‘bu bilişim, fazla kafayı yorarsan sıyırırsın’ diye açıklıyor. Selanik Ankara'da diyen ortaokul öğrencisi var. 50 yıl önce olsa, insanlar kitap okumuyor derdim. Oysa bugün herkesin elinde ‘akıllı’ telefon var. Bilgiye ulaşmak bu kadar kolayken, hala bu kadar cahil kalmak ayrı bir mucize. Yaratılmak istenen toplum bu. Yıllardır en çok değiştirilen, en çok çorba edilen, en çok alt üst edilen şey nedir bu ülkede? Eğitim sistemi. Öğrenci değil, seçmen yetiştirmek derdindeler çünkü. Seçmenleri de bunlar işte…’
Döncel’in bu söylediklerinin doğruluğunu test edebilir miyiz? Evet. Mesela o ulaştırma bakanının (‘ğ’ yazamadan başbakan bile oldu bu ülkeye) söylediklerini kendi kulaklarımla duydum ben. Diğer yazdıklarının da pek çoğunu duydum, hatta fazlası var eksiği yok. Peki Emre Bey’in yaptığı tespite katılmamak elde mi? Türk halkının ortalaması bu. Bilgileri yok ama varmış gibi cevap da veriyorlar. Dolayısıyla bir başka cahil de mesela Atatürk’ün bilgisayar kullanamayacak kadar kıt zekâlı olduğuna ya da Osmanlı Devleti’ni Yavuz Sultan Selim’le Fatih Sultan Selim’in(!) ele ele vererek kurduğuna inanıyor.

Cehaletin esas nedeni işte bu olsa gerek. Ne olsa gerek? Biraz daha açalım değil mi? Ama yazı çok uzadı. Haftaya açalım bu konuyu. Üstelik Damla Karakuş’un Celâl Şengör’le yaptığı söyleşiyi Senin Cahilliğin Benim Yaşamımı Etkiliyor adıyla kitaplaştırdığı, şahane (oto)biyografik metinden de çok eğlenceli ve işimize yarayacak alıntılar da yaparız. Haftaya görüşmek üzere…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi