Cahiliz ve cahil kalacağız

Geçen haftaki yazının sonlarına doğru Emre Döncel’in sosyal medyadaki bir yazısından alıntı yapmıştım. Bu alıntı (benim iddiam odur ki) Türk halkının ortalama bilgi seviyesini ya da başka bir deyişle ortalama Türk halkının bilgisizlik seviyesini gösteren cümlelerle doluydu. Aslında herhangi bir şeyi bilmemek problem değil. Kimse her şeyi bilemez. Problemin çözümü o meşhur atasözümüzde çok güzel özetlenmiş aslında: “Bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır.” Atalarımızdan ders almamış olacağız ki onların bu söylediklerini bugün çok daha ileriye taşıyarak öğrenmeyi reddeden ve bu ayıbı katlayan insanlar olduk çıktık.

Öğrenmeyi reddettiğimiz gibi bir de bilmememize rağmen biliyormuş gibi davranıyoruz. Platon’un meşhur Sokrates’in Savunması metninden bahsetmiştim önceki yazılarda. O yüzden yeniden uzun uzun yazıp tekrara düşmek istemem. Ama konumuzla doğrudan ilgili olduğu için çok kısa özet geçeceğim. Sokrates’in çocukluk arkadaşı Khairephon, Delphoi Tapınağı’na gidip Tanrı Apollon’a “Sokrates’ten daha bilge biri var mı?” diye sorar. Apollon hayır diye yanıt verir. Şüphe götürmeyecek kadar güvenilir Tanrı sözüne “bu sözde başka bir anlam olmalı” diye düşünen Sokrates, Apollon’un söylediğinin tersini kanıtlamak için çevresinde kendisinden daha bilge olabileceğini düşündüğü insanlara gider. Ama görür ki onlar sadece bilge taklidi yapan bilgisizlerdir. Yani aslında bilmemelerine rağmen biliyormuş gibi davranıyorlar. Üstelik buna kendileri de inanmışlardır. İşte esas cehalet budur. Yani ne bilmediğini bilmemek. Bir soru sorulduğunda “bilmiyorum” cevabını vermek yerine uyduruk cevaplarla biliyormuş gibi davranan ne çok insan var çevremizde. Ya uyduruyor cevabı ve o uyduruk cevaba kendisi de inanıyor ya da çok sevdiği ve güvendiği birisinin söylediğini hiç sorgulamadan doğru kabul ediyor. Yetmiyor, o uyduruk bilgiyi bize de satmaya çalışıyor.

FATİH SULTAN MEHMET APTAL MIYDI?

Geçen haftaki yazıyı okuyanlar alıntıdaki ilk cümleyi hatırlar. Biri “Atatürk zeki değildi, bilgisayar kullanamıyordu” diyordu. Peki bu, sadece bilgisizlikle açıklanabilecek bir cümle mi? Hayır. Burada idrak, muhakeme, anlama gibi yeteneklerin yokluğundan, kısaca aklın kıtlığından da söz etmek gerek. Şimdi ben size şunu söylesem: “Fatih Sultan Mehmet gerçekten büyük ve akıllı bir kumandan olsaydı İstanbul’u fethetmek için gemileri karadan yürütmekle uğraşmazdı. Onun yerine oturduğu yerden düğmeye basar, füzeleri yağdırırdı şehrin üzerine…” Bu söylediğim Fatih’i mi aptal yapar, beni mi? Yoksa bu söylediğime inanan kişiyi mi? Benim gerçekten böyle saçma sapan bir cümle kurduğumu ve söylediğime inanan insanlar olduğunu varsayalım. Bu safsatayı sadece benim ya da bu söylediğime inanan kişilerin o dönemde henüz füzenin icat edilmediğini bilmememize, yani bilgi eksikliğimize dayandırabilir miyiz?

Bu örnek size fazla abartılı gelmiş olabilir. Ama hafızanızı biraz zorlarsanız bu örneğe yakın cümleleri hatırlayacaksınız. Siz de duydunuz o safsataları. Söyletmeyin şimdi bana. Sadece birkaç ipucu vereyim… “Bizden önce buzdolabı, bulaşık makinesi, MR cihazı mı vardı memlekette” diyenleri, 35-40 sene önce açılmış üniversiteleri biz açtık diyenleri hatırlayın yeter. Bu safsataları doğru kabul eden komşularınız, akrabalarınız, arkadaşlarınız var değil mi? İşte onların bu inanışlarını sadece bilgisizlikle açıklamak mümkün mü?

CEHALET NEDİR?

Türk Dil Kurumu sözlüğüne baktığınızda cehalet maddesinin karşısında çok kısa ve net bir karşılık göreceksiniz: ‘Bilgisizlik’. Her zaman söylediğimi tekrarlamak istiyorum, sözlükler kavramlara haksızlık eder. Bence cehalet kavramı da nasibini almış bu haksızlıktan. Evet, bilgisizlik cehalettir ve bu yanlış bir tanım değil. Ama eksik. Bu eksik tanım, cehaletin esas tehlikeli olan türlerinin farkına varamamamıza neden olabilir. Sokrates’in ‘bilgisiz olmasına rağmen biliyormuş gibi yapanlar’ diye tanımladığı kişilerin toplumda kanaat önderi olduklarını düşünsenize... Ne büyük tehlike! Zaten Sokrates o hikâyede aslında bu tehlikeye dikkat çeker. Önce siyasetçilere, sonra sanatçılara en son da zanaatkârlara (iş insanlarına) gider. İşte onlardır bilmeyip de biliyormuş gibi yapan, bilmedikleri halde bildiklerine kendileri de inanan esas cahiller. Yani toplumun kanaat önderleri. Bugün de o cahiller önderlik etmiyor mu toplumlara?

Şimdi gelelim ikinci tür tehlikeli cehalete. Bu gruba dahil olan cahiller bilmeyenler değil, bilmeyi reddedenlerdir. Karşılaştığı bir bilgiyi kayıtsız şartsız kabul edenler, o bilgiyi kendi duyularıyla test etmek, kendi aklıyla sorgulamak yerine, güvendiği kanaat önderlerinin söylediklerine ‘inanan’ insanlar işte bu kategoriye giriyor. O kadar tehlikeli bir durum ki! Bu cahiller, bir tarikat şeyhine inanıp o ne derse doğru kabul eden müritler gibiler. Akılları değil, sevgileri ve nefretleri eyleme geçiriyor onları. Bir ideolojiye, bir inanca hatta bir insana o kadar bağlanırlar ki, o taraftan gelen her cümleyi doğru kabul ederler. O cümlenin gerçekliği ya da doğruluğuyla ilgilenmez, kimin söylediğine bakarlar. Sevdikleri kişi, inandıkları ideoloji bir şey söylüyorsa kesinlikle gerçek ve doğru, nefret ettikleri taraf söylüyorsa kesinlikle yalan ve yanlıştır. Aklı başına gelince ya da işler ters gitmeye başlayınca “beni kandırdılar” diyenler bu gruptandır işte. Bu cehalet türünü bağnazlıkla eş tutabiliriz. Siyasette, gündelik hayatta, iş dünyasında hatta işi cehaletle savaş olan bilimde ve felsefede bile ne çok var bu bağnazlardan.

Cehalet çok basit bir şekilde bilgi sahibi olmamak olarak tanımlanıyor. Ama inanın bu cehalet çok kolay alt edilebilir. Yeter ki isteyin. Bilmediğiniz şeyi gider doğru kaynaktan öğrenirsiniz ve sorunu çözersiniz. Ama Sokrates’in söylediklerinden kendimize bir pay çıkarabilirsek, cehaletin esas olarak bilgiyi bilmemek değil, kendini bilmemek olduğunu anlarız. İçinde yaşadığımız Evren’e, hayata biraz olsun bakmayı başarabilirsek esas cehaletin kendi aklını kullanmamak, sorgulamamak olduğunu görürüz. Celal Şengör’le yapılan bir sohbetin kitaplaştırılmış hâli olan Senin Cahilliğin Benim Yaşamımı Etkiliyor kitabının Kâinatı Anlamak bölümü şu sözle başlıyor: “Düşünmeyi reddederek önündeki sözüm ona doğruları kabul eden insan, yerinde saymaya mahkûmdur.” Neredeyse Immanuel Kant söylemiş kadar Kantçı bir söylem ve sanırım şimdiye kadar söylemek istediklerimi en net şekilde özetleyen harika bir cümle.

EBEDİ CEHALET

Şimdi gelin, bu cehalet meselesine başka bir seviyeden bakalım. Geçen hafta cehaletle ne kadar savaşırsak savaşalım, onu yenemeyeceğimizden bahsetmiştim. Ama kastım yukarıda anlattığım türden bir cehalet değil. Bu, Evren karşısında, hayat karşısında asla yenemeyeceğimiz, sadece ne bilmediğini bilenlerin, kısaca kendini bilenlerin farkında olabilecekleri bir cehalet. Celâl Şengör de sık sık bu cehaletten bahseder. Kendisi her ne kadar Sokrates’i sevmese de aklıyla hareket etmeyi bilen bir entelektüel olarak bu konuda neredeyse nefret ettiği Sokrates’e hakkını verir bence. Yoksa, aynı kitabın Bir Büyük Bilim Meselesi bölümüne şu cümleyle başlamazdı… “Yanılmaktan ve yanlış yapmaktan korkmayın. Bilimin bugün söylediği her şeyin yarının yanlışı olduğunu bilin.” Celâl Şengör, bir bilim adamı olarak ne kadar da ‘kendini bilen bir insan’ cümlesi kurmuş. Çünkü gerçek bir bilim insanı bilimin dolayısıyla kendisinin yanılabileceğini, hatta ancak yanıla yanıla gerçeğe ulaşabileceğini bilir. Bu felsefe için de geçerli.

Sınırlarını bilmediğimiz bir Evren’in bütün bilgisine ulaşmamız ne kadar mümkün? Bugün, sahip olduğumuz bilgilerin Evren’in tüm bilgilerinin kaçta kaçı olduğunu bile bilmiyoruz. Bu da şu anlama geliyor. Sonsuz ya da sonsuz olmasa bile her yerine ulaşamayacağımız büyüklükte bir Evren’de bilgimiz her zaman eksik kalacak. Öyleyse ne kadar bilirsek bilelim her zaman cahil kalacağız. Bu da ebedi bir cehaletimizin en açık kanıtı.

Bu cehalet kendimiz için bile geçerli. Zihnimizden, aklımızdan, ruhumuzdan, bedenimizden bahsediyoruz. Bu kavramları cömertçe saça saça kullanıyoruz. Ama onların ne olduğunu hâlâ tam olarak keşfedebilmiş değiliz. Yani aslında hepimiz tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz bu kavramları biliyormuş gibi kullanıyoruz. Bütün bunları dile getirmeyi amaçlayan bu yazı bile böyle kavramlarla dolu. İşte bu yüzden cahiliz ve ebediyen cahil kalmaya devam edeceğiz. Yapabileceğimiz tek şey bunun farkında olmak ve ona göre davranmak.

HANGİ TÜRDEN BİR CAHİLSİNİZ?

Bugün temel olarak iki tür cehaletten bahsetmeye çalıştım. Biri sorgulamadığı için gelen bilgiyi geldiği gibi kabul eden, aklını kullanmayı, doğrulamayı ya da yanlışlamayı reddeden bu yüzden de ne bilmediğini bilmeyen cahillerin cehaleti. İkincisi ise karşısına çıkan her bilgiyi sorgulayan, kâinatın tüm bilgisine asla ulaşamayacağını bilse bile büyük bir merakla bilmek için çalışan, ne bilmediğini bilen cahillerin cehaleti.

Belli ki cehaletten kaçış yok! O zaman karar verin. Siz hangi türden bir cahilsiniz?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi