Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

“Keşkelerin az olacak ve de diyeceksin ki; ben yaşadığım hayattan tatmin oldum”

Yıllar önce kendisini bir yazar olarak tanıdım, okuduğum her kitabını çok sevdim. Zamanla fark ettim ki Candan Erçetin’den dinlediğim en güzel şarkıların sözleri de ona aitmiş. “Hayranım Sana” şarkısı hayatımın şarkısı oldu diyebilirim. Sonra onu sinema filmleri ve dizilerde izlemeye başladım. Bu adamın hayatını ve yolculuğunu merak ettim. Yıllar önce televizyon programına konuk ettiğim zaman tanıştık ve ondan sonra kendisi hayatımın en önemli insanlarından biri oldu. Şimdi her şeyi danışacağım bir akıl hocam ve böyle bir arkadaşım olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum. Hakan Karahan’ın kendi içinde çok güzel bir yolculuğu, insana ilham veren bir hikâyesi ve farklı bir duruşu var. Hakan ile yeni kitabı “Cennette Bir Hafta” vesilesiyle buluştuk. Kitabından yola çıkarak hayata, aşka, ilişkilere, gündeme ve kendi yolculuğuna dair konuştuk. Yine tadına doyulmaz bir sohbetin içinde buldum kendimi ve bu sohbeti sizlerle de paylaşmak istedim. Siz bu röportajı okurken Candan Erçetin  “Hayranım Sana” şarkısı fonda dursun. Sonra son seste bu şarkıyı dinleyin isterim. Hakan o kadar güzel yazmış ki sözlerini ve Candan Erçetin o kadar güzel söylüyor ki… 


“Cennette Bir Hafta” kitabının yola çıkış cümlesi ne oldu ve kurguyu nasıl oluşturdun? 

Kitabın cümlesi sonradan oluştu. Covid’in olduğu dönemlerde kitabı yazmaya karar verdim ve o zamanlar 60 yaşında bir adamdım. Pandeminin içindesin hiçbir yere çıkamıyorsun ve hayatı sorguluyorsun. Kitabımda, “Karşıma biri çıksa her akşam hayat hakkında konuşsam hangi konulardan konuşurum?” sorusuyla yola çıktım. Dolayısıyla önce 60 yaşıma kadar olan tecrübelerimle, bilgimle, hoşlandığım hangi konulardan konuşurumun bir listesini yaptım. Sonra bunları bir öğretici, yol gösterici, ukalalık içinde anlatmaktansa bir kurgunun içerisinde anlatsam ne kadar iyi olur diye düşündüm. Bütün bunlar pandemide kız arkadaşımın Trakya bölgesinde Kırklareli’ne yakın bir köydeki çiftlik evinde kaldığımda başladı. Nasıl başlayacağım romana? Peki dedim burası 4 odalı bizim küçük köy evimiz yerine, 4 odalı bir butik otel olsa. Ben kitapları satmayan başarısız bir yazar, bazı filmlerde rol almış ama artık pek teklif gelmeyen aktör bozuntusu olmuş olsam… Ki bu alan bildiğim yerden… Böylece erkek karakteri oluşturdum. Romanın başında tek başına kitap yazmaya çalışan bir yazarın kapısı çalınıyor ve içeriye ergenlik dönemlerinin Alman porno starı giriyor, “Otelinizde kalabilir miyim” diyor ama Türkçe konuşuyor. Bir hafta boyunca ağırlayacağı misafir Berlin’den geliyor ve şakır şakır Türkçe konuşuyor, olacak şey değil. Oysa onun pornografik bütün fotoğrafları aklımda. Bir şekilde onu rencide etmeden asıl kimliğini bildiğimi de ima etmek istiyorum. Çok zeki, çok güzel bir kadın var karşımda ama normalde yaşça büyük olması lazım benden ama yaşını hiç göstermiyor. Ve bir şekilde bu kadınla dostluğu ilerleteceğim ama tehlikeli de bir ilişki olsun istiyorum yani hayallerim gerçekleşsin… Belki aramızda seks ilişkisi olsun. Bir hafta boyunca ne konuşacağız? İşte o bir dosya kâğıdına sıraladığım şeyleri konuşacağız.

“Romanda olmayan tek şey sahtekârlık”

Hangi konular var? 

Birincisi aile ve aile travmaları, ikincisi de tabii ki tahsil, yaşadığımız ülkenin koşulları, 

ekonomi, siyaset, bu koşulların içerisine giriyor. Kadın erkek ilişkileri, aşk, seks, anne olmak, baba olmak, ticari ilişkiler, kariyer sahibi olmak, para kazanmak, hayal kırıklıkları, mutluluklar, sevinçler, birey olmak, sürü insanı olmak, başımızdan geçen şeylerden ders almak ya da almayıp sonradan tekrar başımızdan geçtiğinde yanlışımızı kabul etmek. Aldatmak var romanda, aşk ve seks arasındaki fark var. Bir insanı sevip başka bir insanla yatabiliyor sorunsalı var. Yaşayarak yavaş yavaş bilgili olmak, pandemi psikolojisinde ölecek miyiz, yaşayacak mıyız duygusu… Yoksa bu virüs kasten çıkarılmış bir şey mi, yoksa bir yanlışlık mı? Romanda bütün bunlar var, romanda olmayan tek şey sahtekârlık. Bütün samimiyetimle bir haftalık macerayı okuyucuya soluksuz okutmak istedim ama samimiyeti de ön planda tuttum. Kadınları ön planda tuttum erkeklerin ne kadar çaresiz yaratıklar olduğunu bir kere daha göz önüne sermek istedim. 

“… ama roman kurgu”

Hayatından ne kadar izler taşıyor, ne kadarı sensin?

Ailemi anlatırken tamamen benim, zannedersem erkeklerin zayıflıklarını anlatırken de tamamen benim ama roman bir kurgu.

“Ben yüzde yüz kadıncıyım”

Erkekleri zayıf gösterip üstelik hemcinslerine çok ciddi eleştirilerde bulunuyorsun. Bu noktada kadınları övüyor ve yüceltiyorsun. Bir erkek olarak bunu nasıl yapabildin? Şöyle bir şey var; Maçka İlkokulu bitti, Robert Kolej imtihan açtığında ilk defa ortaokula orta hazırlıktan itibaren erkek tedrisata başladım Arnavutköy’de. Eskiden Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'yken Arnavutköy’deki Robert Kolej Boğaziçi Üniversitesi'ne taşındı ve Robert Kolej kız okuluna ilk kez erkek aldı ve biz o dönem sadece 15 erkektik. 25 kız 5 erkek okuduk her sınıfta ve her yıl sınıf değiştirerek. Bu kadar kızla beraber lise 1'e kadar büyüdükten sonra, tabii ki okulda erkekler çoğaldı ama kızlarla beraber büyüdüğüm için erkekçi olamam ki. En yakın arkadaşlarım kadınlar, en akıllı arkadaşlarım kızlar dolayısıyla daima kadının üstünlüğüyle, kadının zekâsıyla, kadının güzelliğiyle ve kadının değişimiyle bütün bunlara şahit olarak yaşadım. Benim hala, şu anda 64 yaşıma gireceğim yakında, etrafımda sadece çok sevdiğim, saydığım kadın arkadaşlarım var. Ben hayatımda erkeklerle ne rakı masasına oturdum, ne erkek arkadaşlarımla gezdim, ne erkek arkadaşlarımla dertleştim, ne erkek arkadaşlarımın evinde kaldım, ne onlara misafirliğe gittim, ne tekneleriyle çıktım. Ben sadece hayatımdaki 5-6 kadın arkadaşımı tanıyorum, başka hiç kimseyi görmüyorum. Dizide tabii ki kadın rol arkadaşlarım var ama onlar iş arkadaşlarım. Ben yüzde yüz kadıncıyım. 

“Kitaptaki birinci mesaj birey ol!”

Tüm bu ülkenin dertleri beni boğuyor ve biz kadınlar da istediğimiz hayatı yaşayamıyoruz. En sevdiğimiz şehirde bile sürgün olma durumunu yaşıyoruz. Kitapta da aslında bu sorunlardan kaçış ve sürgün edilme hikâyesi var, mesaj o mu? 

Evet, ama kitapta şöyle bir şey var; birey olan kendi kararını verir. Yani İstanbul artık senin değilse gitme kararını alıp ona göre yeni bir yaşam rotası çizeceksin kendine. İstanbul düzelsin diye beklemeyeceksin, sen düzelteceksin hayatını. Kitaptaki birinci mesaj birey ol! 

“Ben İstanbul'un, benim İstanbul'um olmadığının çok farkında olduğum için böyle bir kitabı yazdım”

Ama karakter İstanbul’dan gittiği için üzülüyor ki mecburen gidiyor ve o yüzden geri dönüşler yaşıyor, anılarında kayboluyor. 

Muhakkak. Herkes nasıl bulunduğu şehri iş imkânı bulamadığı için, öyle bir ekonomi evrildiği için bıraktı. Yani 80 milyon insanın 30 milyonu İstanbul'da yaşıyorsa, şu anda 81 il varsa, diğer 80 ilde yaşayan kişi sayısı o kadar az ki. Yakında 40 milyon insan İstanbul’da yaşıyor olacak. Dolayısıyla İstanbul için herkes yurdunu, toprağını terk edip geldiyse, onlar da kendi memleketlerinde doğdukları yerde ekonomik imkân bulamadığı için üzüle üzüle veya umutla geliyordur. Biz de İstanbul istila altında artık İstanbul bizim değil diye üzülsek bile birey olarak karar alıp gitmemiz gerekiyor. Ben İstanbul'un, benim İstanbul'um olmadığının çok farkında olduğum için böyle bir kitabı yazdım. Giderim, iş bulduğumda geri gelirim, iş bulmadığımda köyümde otururum. Bu bir bireyliktir, bu aynı zamanda ekonomik ve manevi bir hayat mücadelesidir. Bu kararları almak çok zor bu yaştan sonra ama bana da bu kararları almak yakışır.  

“Yarattığım adam son derece zayıf, birçok erkek gibi, yazık”

Kitabında yarattığın adamda en sevdiğin ya da en sevmediğin özellikler ne?  

Adamda kendiyle dalga geçebilmesi dışında sevdiğim hiçbir özellik yok, yarattığım adam son derece zayıf, birçok erkek gibi, yazık. 

“Köpeğin erkeği de bir ve dişi köpeğin yanında resmen zavallı”

Peki, gerçekte sevilecek yüzdesi yüksek olacak bir adam var mıdır?  

Çok vardır da kim bilir neredeler? Ben yirmi sekiz yıldır köyde olsun, evimde olsun, çok fazla hayvanlarla yaşıyorum. Onlara baktığımda köpeğin erkeği de bir ve dişi köpeğin yanında resmen zavallı. Evi koruyan da dişi, ahh o erkeğin yaltaklanması, o erkeğin alçaklığı, o dişi köpeğin yani aslında kadının gururu ve asaleti. Dünya öyle işte! 

“Güzel soru. Cevabı yok bende”

Ama biz kadınlar doğuruyoruz ya sizleri, biz erkek çocuklarını yetiştiremiyor muyuz acaba? Sizleri şımartan ve bu hale dönüştüren biz miyiz acaba?

Güzel soru. Cevabı yok bende. Sadece doğurduktan, bir müddet sonra zaten o çocuklar gidiyor. Senin çocuğun değil artık, Tanrı'nın çocuğu, Tanrı'ya emanet. Yani ben 18 yaşında çektim gittim bir daha eve dönmedim. Belirli bir süre sonra kendi kendimi yetiştirdim, evde bulduğum değil, yolda bulduğum insanlar sayesinde. 

“Ben öyle kadın sevdiğim için öyle yazdım”

Kadın karakteri nasıl yazdın? 

Ben kadını bayılarak yazdım. Kitapta yazdığım kadın tam da bayıldığım cesarette, özgür, özgün, kendi işini kurmuş, kendi menfaatini ön planda tutan, aklı başında, maceracı, seksi… Benim sevdiğim bir serseriliği var içinde. Ben öyle kadın sevdiğim için öyle yazdım. 

“Ben çirkin olup da içi güzel kalan çok az insana rastladım”

Kadından yanasın kitapta ve hep kadına hak veriyorsun ama tek eleştirdiğin durum ahkâm kesen, kendine bakmayan kadınlara eleştirilerin sert, öyle değil mi? 

Aynı eleştirileri erkeğe de diyorum, bence insanlar kendilerine bedenen de iyi bakmak zorundalar. Yani ben bir kadının tabii ki ruhunu, aklını, kalbini sevebilirim ama baktığımda gözlerim de görüntüyü sevsin isterim. Tabii ki erkeklerin de bakımlı olması gerekiyor sadece bu durum kadınlara yüklenemez. Genelde benim tecrübeme göre; güzel insanların içi de güzel oluyor. Ben çirkin olup da içi güzel kalan çok az insana rastladım. 

“Aileden zincirlerini koparmazsan hiçbir şey olamazsın”

Ayrıca kitapta aile travması da çok yer tutuyor. 

Bütün kitap aile travması ve aileden uzaklaşmak üzerine. Aileden zincirlerini koparmazsan hiçbir şey olamazsın. Hayattaki en büyük travma ve en büyük düşmanın ailedir, aldığın iyi terbiyenin dışında. 

“Ama travma vefatlarla sona eriyor”

Peki, sen bu travmadan kurtulmayı ne zaman başardın?

Başarmış değilim, sadece biliyorum. Ama travma vefatlarla sona eriyor. 

“Benim zincirleri kırışım bile aslında aynı zamanda kıramayışımın bir hikâyesidir”

Ama yolun yarısındayken, gemileri yakıp ailenin dışında bir yol çizmeye ve başka biri olmaya karar vermişsin. 

Ama ondan sonra da onlar benim bu kararlarımla çok üzüldü diye ben onlardan daha çok üzüldüm. Yine travma olarak, üzüntü olarak bana döndü. Ben ne annemle ne babamla tam olarak anlaşabilmiş bir insan değilim. İkisinin ölümüyle de derinden üzülmüş bir insanım.  

Dolayısıyla benim zincirleri kırışım bile aslında aynı zamanda kıramayışımın bir hikâyesidir. Çok zordur bu işleri becerebilmek. 

“Mutlu hayat yok”

Peki, mutlu musun? 

Mutlu hayat yok. Bazı anlar oluyor, günler ama muhakkak kaçıyor avucundan mevsimler gibi. Ama sonuçta hayat sadece, hiçbir zaman tam istediğini yapamamakla alakalı. Ne yaparsan yap fifty fifty. Hiçbir zaman %100'e kendini beğendirememenle ama %50'ye beğendirirsem ile alakalı. Hayat keşkelerinin ne kadar az olduğuyla, hayat risk almaktan ne kadar korkmadığınla alakalı. Hayat hangi meslekten olursa ol, yaşadığın hayatın seni tatmin etmesiyle alakalı. Dolayısıyla mutsuzluk her yerde. Keşkelerin az olacak ve de diyeceksin ki; ben yaşadığım hayattan tatmin oldum. Çünkü zaten hayat çok zor.  

“Çok şanslıyım benimle beraber şekil değiştiren bir ilişkinin içerisindeyim”

Bir yol arkadaşın var Candan Erçetin bu bir şans değil mi?

Muhakkak bir şans ama o bir karar. O şöyle bir karar; nasıl bir tane doğru yok, nasıl doğrular şekil değiştiriyor, aşk da şekil değiştiriyor. Çok şanslıyım benimle beraber şekil değiştiren bir ilişkinin içerisindeyim. Yani birimiz olgunlaşıp öteki çocuk kalmıyor. Bir de yani yetişkinlik cesaret ister, ergenler korkar. Biz ergen kalmadık. Onun için devam edebiliyoruz.

“18 yıl içinde 12 kitap yazdım, 11 sinema filmi, 11 dizide oynadım”

“Ben şarkı sözü yazabilirim, kitap yazabilirim aslında oyuncu olmam gerekiyor” ne zaman dedin, kırılma noktan nasıl oldu? 

Tam olarak onu ben de bilmiyorum. İlkokulda bütün bayramlarda o tiz ve çirkin sesimle küçükken bütün şiirleri okuyan bendim. Ortaokulda Türkçe olsun, edebiyat olsun, İngiliz edebiyatı olsun kitapları okumaya meraklı, güzel kompozisyonlar yazan bendim. Matematikten ziyade üniversitede işletme hukukundaki davaları en iyi çözümleyebilen bendim. Fizikten ziyade mantık derslerinde en iyi olan bendim. Ben işletme okudum ama hayatımı 2003 yılına kadar menkul değerler sektöründen kazandım. Bunun tek sebebi okumayı çok sevdiğim için neredeyse koskoca sermaye piyasası kanununu A'dan Z'ye okumuş, ezberlemiş, en iyi bilendim. Dolayısıyla işletmeyi bir tatbikat talimatnamesiyle, o kurallara göre yönetmek bana kolay geliyordu. Fakat her zaman film ve kitap hayranıydım. İlkokuldan beri film izliyorum ve kitap okuyorum. Bankadan ayrıldıktan sonra 18 yıl içinde 12 kitap yazdım, 11 sinema filmi, 11 dizide oynadım. O kırılmayı zannedersem 40’lı yaşlarımda yaşadım; çünkü 23 yaşından beri Sabancı grubunun muhtelif şirketlerinde çalışıyordum, 21 yıl 9'dan 6'ya mesaideyim ama bu mesai antrenman ya da ezber gibi bana, hep aynı şeyi yapıyoruz, her gün birbirinin aynıydı. Hayatımın bundan sonrasında sadece sevdiğim şeylerle uğraşmak istedim. 

“Yazarlık eğitimi de oyunculuk eğitimi de almadım, iki alanda da alaylıyım ben”

Oyunculuk nasıl oldu peki?

Hiç unutmayacağım…  Soner Yalçın aradı ‘Sağır Oda’ diye bir dizimiz var; “senaryo grubunda yazmak ister misiniz? Çünkü biz sizin iki tane romanınızı okuduk ve çok beğendik” dedi. Dedim ki; “Ben senaryo yazmayı bilmiyorum”, “Biz size öğretiriz” dedi. İki bölüm yazılmıştı beğenmemişlerdi. Aldım senaryoyu düzelttim ve onlara gittim. Böylece ‘Sağır Oda’nın senaryo grubuna girdim. İki kişi yazıyorduk 90 sayfa, haftada 45 sayfayı ben yazıyorum. 45 sayfayı bir başka arkadaş yazıyordu. Sonra Cüneyt Özdemir ve Timur Savcı’nın gözü benim üzerimdeydi. Çünkü çakı gibi delikanlıydım o zamanlar. “Hem yazar hem oynar mısın” dediler, yıllarca ekonomi programlarına çıktığım için kameralara alışkındım ve kabul ettim. Yazarlık eğitimi de oyunculuk eğitimi de almadım, iki alanda da alaylıyım ben. “Bana kendine bir rol yaz” dediler, zaten siyah kuşak aikidocuydum en iyi dövüş sahnelerini, en iyi diyalogları kendime yazdım tabii ki. Ondan sonra bir sürü dizi ve film teklifleri gelmeye başladı. Evet, her şey tamamen şanstı. 

“Büyümenin, olgunlaşmanın en sıkıcı yanı saflığını kaybediyor olmak”

Tamam, kitaplar da güzel de asıl benim hayran olduğum şarkı sözlerini nasıl yazıyorsun? Mesela ‘Hayranım Sana’ ve ‘Onlar Yanlış Biliyor’ çok güzel şarkılarından sadece ikisi… 

Şarkı sözlerini hangi duygudan gelerek yazdığımı biliyorum ama tarif etmesi çok zor ve karışık. Eskiden daha duygusaldım artık yazamıyorum çünkü o saflığım kalmadı. Safken yazabiliyordum şimdi başöğretmen gibi parmağımı sallayarak ne doğru ne yanlış onu söylüyorum. Eskiden umurumda değildi ki, içimdeki en saf neyse onu söylerdim. Büyümenin, olgunlaşmanın en sıkıcı yanı saflığını kaybediyor olmak, başka hiçbir şey değil. 

“Yabancı yatırımcı gelene kadar her alanda vergiler yağacak”

Bunu sormadan edemem eski bir bankacı olarak içinde bulunduğumuz ekonomik durumu nasıl yorumluyorsun? 

Çok kötü. 2001 krizi yanında hafif kalıyor. Normalde IMF’den böyle durumlarda kredi alınırdı eskiden ama AKP bunu tercih etmiyor. Yerine çok benzer bir kemer sıkma politikasını Sayın Mehmet Şimşek’e uygulatacaklar. Mehmet Şimşek yurtdışı yatırımcıların güvendiği bir isim. Fakat işler düzelene kadar yani yabancı yatırımcı gelip döviz rezervlerimiz yükselene kadar biz vatandaşlara her alanda vergiler yağacak. Bu duruma gelmemizin önemli sebeplerinden bir tanesi bence “faiz düşerse, enflasyon da düşer” tezinin bilimsellikten uzak olması. En azından biz üniversitede böyle bir şey okumadık. Bankacılık hayatım boyunca da böyle bir tezle karşılaşmadım.  

 “İnsan bu seçime İmamoğlu veya Yavaş aday gösterilseydi sonuç ne olurdu diye merak ediyor? 

Peki, seçim sonuçları için ne düşünüyorsun?

Çok yakın geçeceğini tahmin ediyordum ve CHP bu sefer kazanabilir diye düşünmüştüm. Nitekim aradaki oy farkı 2 milyon civarı. Bence her şeye rağmen Kılıçdaroğlu romantik de olsa başarılı bir kampanya yaptı. Kendi sağındaki siyasi yapıyı çok zor bir zeminde aynı cephe altında toplayabilmek önemli bir adım. Fakat sonuçta sandıktan çıkan tercihe saygı duyulmalı. Türkiye’de 1 milyon TL üzerinde parası olan banka hesabı sayısı sadece 990 bin adet civarı. Ve bu hesaplardaki paranın toplamı tüm mevduatın % 70’i, demek ki Sayın Kılıçdaroğlu gelir dağılımdaki bu büyük eşitsizliği yani orta sınıfın kalmayışını siyasi kampanyasında vurgulayıp buradaki ezilenlerin hassasiyetlerini giderecek çözümü de söylemlerine eklemeliydi. Son iki hafta bunu yapmaya çalıştı ama zaten çok geçti. Geriye sadece bir şey kalıyor 29 Ekim’de CHP kurultayında öncelikle iç demokrasinin ve yeni kuralların inşa edilmesi. İnsan hakikaten bu seçime İmamoğlu veya Yavaş aday gösterilseydi sonuç ne olurdu diye merak ediyor? 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi