Saçmala saçmalayabildiğin kadar

- Friedrich Nietzsche

Geçen hafta genel anlamda saçmalıklarla ilgili yazmıştım. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki bu saçmalık dediğimiz şey dört bir yanımızı kuşatmış. Onu tarif etmek, örneklendirmek, bireysel ve toplumsal etkilerinden nasıl korunabileceğimizi anlatmak öyle iki sayfalık bir yazıya sığmıyor maalesef. O yüzden bu haftaki yazıda da saçmalık konusuna devam etmek isterim. Doğrusunu isterseniz, yazının nereye varacağını, hatta bir yere varıp varmayacağını da kestiremiyorum şimdiden. Umarım bu hafta bitirebiliriz bu ‘saçma’ konuyu.

Brandolini Yasası’ndan bahsetmiştim geçen hafta. Yani “Saçmalığı çürütmek için gereken enerji miktarı, saçmalığı üretmek için gereken enerji miktarından daha yüksektir.” diye basitçe özetlenebilecek, yasadan ziyade bir gözlem. Şimdi gelin birkaç örnek daha ekleyerek bu gözlemi test edelim.

ŞAİRİ ‘ŞİİR YAZMAYA’ TÖVBE ETTİRİR BUNLAR!

Edebiyat dünyamızın en önemli isimlerinden şair Ataol Behramoğlu’nun başına gelenleri duymuşsunuzdur. Özellikle Twitter’da yapılan yalan yanlış paylaşımlarla en çok uğraşan insanlardan biri. Çoğunlukla “… öğrendim ki” diye başlayan ve arkasından sözüm ona bir özlü söz patlatılıp altına da Ataol Behramoğlu diye imza atılan paylaşımlar çok fazla. Örneğin bir tanesi şöyle: “…Öğrendim ki bazen başkalarını affetmek yetmiyor. Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekir…” Biri uydurmuş bu sözü altına da şairin ismini yazmış, sonra salmış Twitter Çayırı’na. Ataol Behramoğlu da bu sözü onun imzasıyla paylaşan artık kaçıncı kişiye denk geldiyse, cevap vermiş “Benim böyle bir sözüm yok.” diye. Ama muhatabın bu cevabı insanları tatmin etmemiş olacak ki, başka bir Twitter kullanıcısı da Behramoğlu’na karşı cevap vermiş… “Hayır var, araştırmanızı öneririm.” Saçmalama seviyesinin ne noktalara geldiğinin farkında mısınız? Adam “ben söylemedim” diyor, öbürü diyor ki “Hayır sen söyledin. Araştır bak, öğreneceksin kendinin ne söylediğini”. Tövbe estağfurullah! Şimdi ben bu cevabı veren kişinin aslında bir ironi yaptığını, şaka amacıyla bu yanıtı verdiğini varsaymak istiyorum. Çünkü aksi durum saçmalığında ötesinde bence büyük bir tehlike. O kişi eğer şaka yapmadıysa, gerçeğe inanmak yerine uydurulmuş bir dünyaya inanmak istiyor demektir. Hatta bu ona yetmiyor, gerçeğin kaynağını da kurgulanmış yalana davet ediyor. Şimdi bu insanı siyasi yalancıların, dini bir ticaret ortamı haline getirmiş cemaat liderlerinin, daha az paraya çalıştırarak onu sömürmek isteyen patronların kandırmasından kolay ne var? Ama toplumun büyük bir çoğunluğu bu yalanlara inanmak istediği için, hatta inanmak istediği yalanları bizzat kendisi ürettiği için ne halde olduğumuz ortada değil mi?

Behramoğlu’nun Twitter’da “bana ait değil” diye cevapladığı paylaşımların sayısı o kadar fazla ki… Hatta sanırım bir ara artık çok yorulmuş bunları cevaplamaktan ve bir tanesine “vallahi benim değil” diye cevap vermiş. Koca şaire yemin ettirmeye kadar vardırmışlar işi. Şair, bu saçmalıklarla uğraşmak zorunda kalıyor ve Brandolini Yasası gerçekten de bu örnekte kendini kanıtlıyor. Ataol Behramoğlu o kadar çok paylaşıma cevap veriyor ki bunlara harcadığı zaman ve enerji kim bilir kaç yeni dizesine mâl oluyordur. Ama ne yapsın? Bu tekzipleri yazmak zorunda. Aksi halde gelecek kuşaklar edebî değeri olmayan bir sürü zırvayı o yazdı zannedecek. Haliyle bu saçmalıkların üzerine yapışmasını engellemek ve sanatını korumak için dijital dünyanın hafızasına bırakmak zorunda bu tekzipleri. Behramoğlu yine şanslı. Henüz hayattayken çıkıyor karşısına bu zırvalar ve bir ölçüde de olsa kendini koruyabiliyor. Turgut Uyar, Cemal Süreya, Dostoyevski, Einstein ne yapsın? Bu palavra üreticilerinden nasıl korusunlar kendilerini?

YALANDAN KİM ÖLMÜŞ?

Nietzsche çok güzel tanımlamış bu yalan dünya kurucularını. “Zihin, bireyin ayakta durmasının aracı olarak, başlıca gücünü aldatmacada gösterir; aldatma, daha zayıf, daha az kanlı-canlı bireylerin kendilerini ayakta tutmalarının aracıdır; çünkü, zayıf olduklarından, var olma kavgasına boynuzlarla ya da yırtıcı hayvan dişleriyle katılamazlar.”[1]

Nietzsche’nin bu sözünü kanıtlayan, siyasetçisinden komplo teorisyenine, astroloğundan kişisel gelişimcisine o kadar çok palavracı var ki. Tabii bir de onların ürettiği zırvalara inanan insanlar… Bir tanesi çıkmış yine, internet ağını genişletmek amacıyla uzaya gönderilen Starlink uydularının lazer ışınlarıyla ormanları yaktığı hayalini gerçekmiş gibi anlatıyor. Benim de o güzel arkadaşlarım bu yalana inanmaya o kadar meyilliler ki lise mesaj grubuna bu videoları gönderip hepimizin buna inanmasını bekliyorlar. Aslında zahmet edip küçücük bir araştırma yapsa bunun fizik kurallarına aykırı olduğunu görecek. Ama benim de iddiam odur ki, bu saçmalığın gerçek olamayacağına inanmayacak. Çünkü bilimin açıklamalarını anlamak zor geliyor insanlara. O palavracılara inanmaksa çok kolay ve çok konforlu. Üstelik o zırvalar kendi hayal dünyasını da çok güzel besliyor. O yüzden, bırak diyor, inanmak istiyorum ben bu yalana…

DUYDUNUZ MU? BIDEN UZAYLIYMIŞ!

Girin Google’a ve ‘Joe Biden uzaylı mı?’ diye yazın bakalım size cevap veren kaç tane sosyal medya paylaşımı bulacaksınız. Adamın ne reptillianlığı (uzaydan gelmiş sürüngenimsi insan kılıklı yaratıklar) kalmış ne robotluğu. “Dünya’yı uzaylılar yönetiyor, artık iyice eyleme geçtiler” diye hiçbir ampirik (deneysel) kanıtı olmayan zırvalar üretip duruyorlar. Yok efendim Biden’ın bileğinde siyah bir iz varmış, bilekliğindeki sembol bilmem ne demekmiş, zaten masonlar da uzaylıymış… Gerçekten inanıyor insanlar bu safsatalara. Dünya’yı uzaylılar yönetiyor diyenlere “Kardeşim uzaylı da ne? Daha varlıkları kanıtlanmadı, sen bir de bizi yönettiklerini mi söylüyorsun?” dediğinde bu sefer başlıyorlar işkembe-i kübradan argüman sallamaya. “E o Mısır’daki, Güney Amerika’daki piramitleri kim yaptı? Öyle bir teknoloji mi vardı o zamanlar? Mayalar, Aztekler, İnkalar… Bunlar hep uzaylılarla temas halindeydi. Yoksa nasıl kuracaklardı o uygarlıkları?” Ah bu Hollywood yok mu?

DON’T LOOK UP

En güvendikleri argüman da “bu büyük sonsuzlukta yalnız olmamız mümkün mü? Başka galaksilerde benzer yaşam formları olamaz mı?” Olabilir güzel kardeşim. Hatta başka galaksilerde yaşam formlarının olması olmamasından çok daha olası. Ama işte bunu araştıran astrofizikçiler, astrobiyologlar var ya… Hani bu kadim soruya cevap arıyorlar ya… Az beklesene, bakıyor işte adamlar. Hem de senin gibi sağa-sola değil, olması gerektiği gibi yukarıya bakıyorlar. Önce Hubble Uzay Teleskobu’nu sonra da ondan çok daha gelişmiş olan, çok daha net fotoğraflar çekip, çok daha sağlam veriler toplayan James Webb Uzay Teleskobu’nu fırlattılar ya… Evrenin başlangıç anına olmasa da ona çok yakın zamanlardan veri toplayabiliyorlar ya… Diğer gök cisimlerinde sıvı halde su ve olası bir yaşam için gerekli şartları sağlayacak gazları, elementleri araştırıyorlar ya… Ciltlerce kitaplar, sayfalarca makaleler yazdılar. Açıp bir tanesini okusana. Bak bakalım ne aşamada bu konudaki bilimsel araştırmalar? Diyelim ki buldular başka gezegenlerde başka yaşam formlarını. Hatta o gezegenlerde gelişmiş bir medeniyet olasılığını da keşfettiler. İyi de o kadar uzaktaki bir gök cismine gidebilecek misin? Ama yooook! Bu soruları sormaya hiç gerek yok! NASA indirmiş aşağıya o dünya dışı varlığı, yıllardır saklıyor bizden bizi yöneten uzaylıyı. “Bu evrende yalnız olamayız. Mutlaka başka yaşam formları da olmalı” fikrini (ki gayet akla uygun bir fikir) alıp kabul ediyor. Kabul ediyor da o noktada çakılıp kalıyor. Bir adım sonrasını sorgulamıyor. O fikirden hoooop atlıyor “uzaylılar vardır ve bizi yönetiyor” sonucuna. Ne kadar meraklılar bilginin değil de hikâyelerin peşinden gitmeye. “Bir şey mümkünse öyledir” diyor. Yahu git bak bakalım öyle mi? Hadi vaz geçtim gidip bakmandan, bakanların söylediklerini duysana. Ama şimdi kim uğraşacak temel de olsa o fizik bilgisiyle? Benim modern mitlerim var, onlara inanırım. Nietzsche’nin dediği gibi daha zayıf, daha az kanlı-canlı bireyler, var olma kavgalarını boynuzlarla, yırtıcı hayvan dişleriyle yani bilimle, bilgiyle değil de aldatmacalarla veriyor. O aldatmacalarla ayakta kalabiliyor.

FAYDALI SAÇMALIKLAR DA VAR!

Bu başlık da size saçma gelebilir ama gerçekten faydalı, hatta bilime yön vermiş saçmalıklar da var insanlık tarihinde. Elealı Zenon’u duymuşsunuzdur. Duymadıysanız bile ortaya attığı paradoksları bilirsiniz. Akhilleus ve kaplumbağa paradoksu, duran ok paradoksu, stadyum paradoksu, mısır taneleri paradoksu… Toplamda dört temel argüman üzerine on dört paradoks ürettiği söylenir. Günümüzde ise bunların sadece sekiz tanesini tam olarak biliyoruz. Bu paradoksalar aslında düpedüz saçmalıktır. Hepsi akla uygundur ama gözleme aykırıdır.

Mesela duran ok paradoksunda Zenon der ki “bir hedefe doğru atılan ok o hedefe asla ulaşamaz, çünkü aslında hareket edemez.” E iyi ama ulaşıyor. Ne diyorsun sen Zenon? Şunu söylüyor: Bir yaydan atılmış ok düşünelim. Bu okun uzunluğu bir metre olsun ve saniyede on metrelik bir mesafe katetsin. Şimdi bu onun saniyenin her onda birinde, uzunluğuna eşit olan bir uzay parçasını işgal ettiği anlamına gelmez mi? Ama onun uzunluğuna eşit olan bir uzay parçasını işgal etmesi de bu uzay parçasında hareketsiz olması demek değil midir? Peki on tane hareketsiz durum biraraya gelerek nasıl hareketi meydana getirebilir? Sonuç: Hareket yoktur.”[2]

Zenon’un bu ve diğer benzer paradokslarında esas amacı hocası Parmenides’in görüşlerini akıl yoluyla kanıtlamaktı. Parmenides, varlığın ne içinde ne de dışında boşluk olmadığını söylüyordu. Bunun doğal sonucu olarak hareket de yoktur diyordu. Öyle ya… Boşluk olmayan yerde hareket olabilir mi? Ne kadar mantıklı değil mi? Tabii en baştan boşluğun olmadığını kabul ederseniz. Peki boşluk gerçekten yok mu? İşte bu tartışmalarda hocası Parmenides’ten yana tavır alan Zenon uydurdu bu paradoksları. Bir deli kuyuya taşı attı, kırk değil matematikçisinden fizikçisine binlerce akıllı, ikin bin seneden uzun bir zaman çıkartmaya uğraştı o taşı. Hâlâ bazı tartışmalar olsa da çıktı artık o taş. Peki bu taşın faydası neydi? Tabii ki sorgulamak. Bilim insanları dediler ki yahu bu adam çok mantıklı bir şey söylüyor ama saçma. Evet mantıklı şeyler de saçma olabilir… Akla tamamen uygun olsa da gerçekle uyuşmuyor. Öyleyse çözülmesi gereken bir problem var burada dediler ve en sonunda bir cismin yolun yarısına geldiğinde durması için bir neden olmadığını, çünkü geçilmesi gereken aralık ne kadar küçük olursa olsun yeterli kuvvet uygulandığında cismin harekete geçebileceği ve bu hareketi koruyabileceği düşüncesi çözdü bu paradoksu. Yani bu açıklamayla akıl ve gözlem bir yerde buluştu. Buluştu ama Zenon olmasaydı bu bilimsel akıl yürütme yapılmayacak, belki de kuantum fiziğine geçiş olmayacak ya da çok daha uzun zaman alacaktı. Sonuç: Zenon’un saçmalıkları bilimin yolunu açtı.

Ünlü matematikçi ve filozof Bertrand Russell, yazdığı Batı Felsefesi Tarihi eserinde Zenon’a yer vermemiş. Ama Matematiğin İlkeleri adlı eserinde Zenon’un hakkını Zenon’a teslim etmiştir: “Bu dönek dünyada hiçbir şey ölümden sonra gelen şöhret kadar dönek değildir. Elealı Zenon, gelecek nesillerin muhakemesinden mahrum kalan şöhretli kurbanlardan biridir. Kendisinden sonra gelen filozofların büyük bir kısmı, her biri ölçülemeyecek kadar incelikli ve derin dört argüman ortaya atmış bu adamın katıksız bir hilebaz olduğunu, argümanlarının da birer safsata olduğunu söylediler. İki bin yıl boyunca ardı arkası kesilmeyen çürütmelerden sonra, muhtemelen kendisi ve Zenon arasında hiçbir bağlantı hayal etmemiş olan bir Alman profesör[3] bu safsatalara görevlerini iade etti ve matematikteki rönesansın temeli atılmış oldu.”[4]

NEYE İNANDIKLARININ DA FARKINDA DEĞİL BUNLAR.

Sonuç olarak görüyoruz ki gerçeğin peşinde olmak çok değerli. Medeniyetleri kuran, insanlığı ilerleten şey, gerçek için duyulan o büyük tutku ve onu test eden şüpheci akıl. Hakiki bir bilim insanı asla ve asla benim söylediklerime inan demez. Tam tersine söylediklerime şüpheyle bak ve onları test et der. Medeniyet işte bu şüphelerin sonucunda kurulur. Uydurma fikirler, yanlışlanamaz görüşler, spekülasyonlar, komplo teorileri Zenon seviyesinde olmadığı sürece hiçbir işe yaramaz. Onlara inanmak insana hiçbir fayda sağlamaz. Belki, o da bazıları, sahte ve geçici mutluluklara, rahatlamalara neden olabilir, o kadar. Dünyayı uzaylılar yönetiyor, Starlink uyduları orman yangınları çıkartıyor, HAARP depremler yaratıyor sözlerine inanmak, yıldırımları yeryüzüne Zeus’un gönderdiğine inanmakla eşdeğerdir.


[1] Nietzsche, Friedrich. (1998) Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi - Ahlâkdışı Anlamda Doğruluk ve Yalan Üzerine. çev: Oruç Aruoba, İstanbul: YKY, s. 56

[2] Arslan, Ahmet. (2018) İlkçağ Felsefe Tarihi – Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi-Cilt1. 9. Baskı. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 254

[3] Karl Weierstrass: Matematikteki limit tanımını son haline getiren ve Zenon paradokslarının çözümüne kapı açan Alman matematikçi.

[4] Russell, Bertrand. (2010) Principles of Mathematics. Oxfordshire: Routledge Classics, ss. 352-353, (327)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi