Derya Kömürcü

Derya Kömürcü

Toplum yeni bir siyaset talep ediyor

Kamuoyu araştırmalarının Türkiye’nin siyasi manzarasına dair ortaya koyduğu çarpıcı bir veri, mevcut kurumsal siyasetin derin bir meşruiyet krizinde olduğunu gösteriyor: "Türkiye’nin sorunlarını hangi parti çözer?" sorusuna verilen yanıtlarda, en yüksek oran yaklaşık yüzde 40 ile “Hiçbiri” oluyor.

Bu tabloyu basit bir “kararsızlık” ya da “umutsuzluk” ifadesi diye geçiştirmek mümkün. Hatta siyasi partiler, bu kitleyi henüz ikna edilememiş potansiyel seçmenler olarak görme eğiliminde olabilirler. Ancak bu kadar yüksek bir oranı sadece ruh haliyle açıklamaya çalışmak, toplumun verdiği siyasal mesajı duymamak anlamına gelir. “Hiçbiri” diyenler, aslında “bu ülkenin gerçek sorunlarını, bu partilerin zihniyetiyle çözemezsiniz” diyor. Bu, tek tek liderlere ya da parti logolarına yönelmiş bir öfke değil; bütün bir siyaset tarzına duyulan güvensizliğin ifadesi.

Türkiye'de sorunları çözebilecek siyasi aktörlere yönelik güvensizliğin ulaştığı yüksek seviye, hiçbir şeye değilse bile siyasetin yeniden tanımlanması gerektiğine işaret ediyor. Adını koyalım: Mevcut siyasal alan, siyaseti sadece seçim kazanmaya odaklayan bir iletişim ve pazarlama faaliyetine indirgemenin ve sorunları çözecek ikna edici bir siyasal aktörün sivrilemiyor olmasının yol açtığı bir çıkmazda.

ÇIKMAZIN SEBEBİ SİYASETİN “KİŞİSELLEŞMESİ”

Bu çıkmazın kaynağında, siyasetin "kişiselleşmesi" yatıyor. Ana akım siyaset, Recep Tayyip Erdoğan tarafından en başarılı haliyle sergilenen tek adam şovuyla daha da kuvvetlenen bir merkezileşme eğilimi gösteriyor. Bu merkezileşme, hemen hemen tüm partilerde liderleri vazgeçilmez hale getiriyor. Liderlerin "vazgeçilmez kurtarıcılar" olarak pazarlandığı bu ortamda, parti örgütleri, programlar, ideoloji ve politika önerileri geri planda kalırken, zaferler ve yenilgiler, sorunlar ve çözüm önerileri kişiler (liderler) üzerinden tarif ediliyor. Siyasetin bu denli kişiselleşmesi, onun kaçınılmaz olarak en çok oyu elde etmeyi amaçlayan teknik bir meseleye ve bir iletişim/pazarlama faaliyetine indirgenmesine yol açıyor.

Yıllarca seçim günü bir şeylerin değişeceği beklentisiyle yaşadık. Kurtarıcı anın sandıkta geleceğine, doğru aday bulunursa, doğru ittifak kurulursa, son haftada iyi bir kampanya yapılırsa her şeyin değişeceğine inandık. Asıl sorunun işleyen bir devlet mekanizması, hukukun üstünlüğü, gelir adaletinin sağlanması ve eşit yurttaşlık olduğunu görüyoruz, ama pratikte bütün enerjiyi yine "kim aday olacak?" tartışmalarına ve seçim stratejileri üzerine düşünmeye harcıyoruz.

Bugün “hiçbiri” diyen yüzde 40’lık blok, bu stratejinin iflasını kendi hayatında bizzat deneyimlemiş durumda. Gelir adaletsizliği, yoksullaşma ve borçlanma sarmalında yaşayan yurttaşlar, her seçim döneminde PR kampanyalarıyla karşılaşıyor, ama seçim bittikten sonra yine aynı sorunlar listesiyle boğuşmak durumunda kalıyor.

Tam da bu yüzden, “Türkiye’nin sorunlarını hangi parti çözer?” sorusuna verilen yanıtın birinci sıraya “hiçbiri” olarak yerleşmesi, sadece partilere duyulan güvensizlik değil, seçim merkezli siyaset anlayışına da bir itiraz.

TOPLUM NE KADAR ANTİ-POLİTİKLEŞİRSE KÖTÜ YÖNETİM O KADAR KOLAYLAŞIYOR

Ancak burada ince bir çizgi var: “Siyaset karşıtlığı” dediğimiz, her şeyden elini eteğini çekme hali ile bu siyaset tarzına duyulan öfkeyi birbirine karıştırmamak gerekiyor. Elbette iktidar için en konforlu senaryo, toplumun “nasıl olsa hiçbir şey değişmez” duygusuna teslim olması, siyasetin bütünüyle itibarsızlaşması ve siyasal alanın tamamen boşalmasıdır. Toplum ne kadar anti-politikleşirse, kötü yönetmek, kamusal kaynakları transfer etmek, yoksullaştırmak ve adaletsizliği kalıcı hale getirmek o kadar kolaylaşır.

“Hiçbiri” diyenlerin önemli bir kısmı tam da bu eşiğin kıyısında duruyor: Ne mevcut iktidarın politikalarını onaylıyorlar ne de muhalefet partilerinin gerçekten başka bir yol açabileceğine inanıyorlar. Ama bu, tamamen apolitik/anti-politik oldukları anlamına gelmiyor. Aksine, bu kadar net bir “hiçbiri” yanıtı, güçlü bir siyasal yargının işareti: “Bu düzen böyle devam ettiği sürece, hangi parti gelirse gelsin değişen bir şey olmayacak.”

Soru şu: Bu yargı, bizi siyasal apatiye, yani toplumsal bir felce ve siyasetsizliğe mi taşıyacak, yoksa yeni bir siyaset arayışının zemini mi olacak?

PARTİLER, SEÇMENE YURTTAŞTAN ÇOK MÜŞTERİ GİBİ YAKLAŞIYOR

Türkiye’de uzun süredir siyaset, temel olarak bir “imaj yönetimi” ve “marka pazarlaması” faaliyeti olarak kurgulanıyor. Partiler, seçmene yurttaştan çok müşteri gibi yaklaşıyor. Yüksek bütçeli kampanyalar, sloganlar, reklam filmleri, profesyonel danışmanlar… Ama iş “bu rejimi nasıl değiştireceksin, bu ekonomiyi halkın lehine nasıl yeniden kuracaksın, devlet-yurttaş ilişkisini hangi ilkelerle dönüştüreceksin?” sorularına geldiğinde aynı netliği göremiyoruz.

Oysa gerçek anlamda siyaset, ürün satmak değil, güç ilişkilerini, kaynak dağılımını ve yaşam koşullarını değiştirme iddiasıdır. Siyaset, bazen çok hoşa gitmeyecek kararları da alabilme cesaretini, kısa vadede oy kaybettirse bile toplumun uzun vadede lehine olan çizgiyi takip etmeyi gerektirir. Bugün partilerin önemli bir bölümü, parti içi dengeleri ve liderlik kurgusunu bozmadan, sermaye bloklarını ürkütmeden, uluslararası aktörleri tedirgin etmeden, “ılımlı” ve “makul” görünme çabasını daha önemli buluyor.

Böyle bir tabloda, “Türkiye’nin sorunlarını hangi parti çözer?” sorusuna “hiçbiri” demek, aslında oldukça rasyonel bir tepki değil mi?

Siyaset sadece parti binalarında ve TV ekranlarında yapılmıyor. Gerçek bir siyasal aktör, yalnızca seçim zamanında ortaya çıkan bir “kampanya makinesi” değildir. Mahallede, işyerinde, okulda, sendikada, kooperatifte, meslek odasında, kadın ve gençlik inisiyatiflerinde her gün yeniden üretilen bir kolektif irade gerekir. Seçimler de bu örgütlü gücün, belli aralıklarla kurumsal siyasete yansıdığı anlar haline geldiğinde anlam kazanır.

TÜRKİYE’NİN SORUNLARINI HANGİ PARTİ ÇÖZER?

“Türkiye’nin sorunlarını hangi parti çözer?” sorusu, belki de en başından itibaren eksik bir soru. Çünkü Türkiye’nin bu çok katmanlı krizini, tek başına bir partinin/liderin çözmesini beklemek zaten gerçekçi değil. Belki soruyu şöyle kurmak gerekiyor: “Hangi toplumsal güç, hangi siyasal hat, halkın öznesi olduğu hangi örgütlenme biçimi bu sorunları çözebilir?”

Unutmayalım ki, bu toplum radikal bir değişim potansiyelini içinde barındırmaya devam ediyor. Yapılması gereken, bu potansiyeli tek bir seçime hapsetmek yerine, hayatın her alanında aktif ve örgütlü bir mücadeleye dönüştürmek. Çünkü özü itibariyle siyaset, daha iyi ve haysiyetli bir yaşam için verilen mücadelelerden başka bir şey değildir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Derya Kömürcü Arşivi