Derya Kömürcü

Derya Kömürcü

Asgari ücrete bak, rejimi anla

Türkiye’de her yıl tekrarlanan asgari ücret tartışmasını sadece “geçim derdi” ya da “bütçe meselesi” olarak görmek büyük bir yanılgı. Rakamın kendisi önemli elbette; ama asıl kritik olan, o rakamın etrafında kurulan emek rejimi ve bu rejimi mümkün kılan siyasal düzen. Asgari ücret, bu ülkede nasıl bir rejim altında yaşadığımızı anlamak için en doğrudan merceklerden biri.

Bize hep şöyle anlatılıyor: “Kaynaklar sınırlı, bütçe kısıtlı, işverenin taşıyabileceği yük var, rekabet gücünü korumamız lazım.” Sanki asgari ücretin açlık sınırının altında olması, siyasetin kontrol edemediği iktisadi zorunlulukların mecburi sonucuymuş gibi. Oysa tabloyu biraz yakından izleyince, emek rejimine dair tüm politikalar gibi asgari ücretin de zaruri koşulların gereği değil, bilinçli bir siyasal tercih olduğunu görüyoruz.

Asgari ücret istisna değil, emek rejiminin normu

Teorik olarak asgari ücret, işgücü piyasasının en alt basamağında, sınırlı bir kesimi ilgilendiren bir taban ücret olmalı. Türkiye’de ise neredeyse tersine dönmüş bir piramit var. Çeşitli emek araştırmaları, ülkede çalışanların çok büyük bir bölümünün asgari ücret ve civarında yoğunlaştığını gösteriyor; asgari ücret fiilen ortalama ücrete dönüşmüş durumda.

Bu şu anlama geliyor: Ücret yapısı, en alttan yukarı doğru sıkıştırılmış; asgari ücret yukarı çıkmadığı sürece, toplumun büyük çoğunluğu aynı dar bantta yaşamaya mahkûm. Bu da klasik bir “düşük ücret–yüksek kırılganlık” rejimi. Yani bir yandan sermaye için geniş, ucuz ve esnek bir işgücü havuzu; diğer yandan ay sonunu getirmek için borca, aile desteğine, yardıma mecbur kalmış haneler.

Bunu ekonomik krizin kaçınılmaz sonucu olarak okumak son derece yanlış. Çünkü kriz, burada sadece bir arka plan. Asıl belirleyici olan, emeği ucuz ve itaatkâr tutmaya dayalı bir birikim modeli.

Otoriter neoliberalizmin iç mantığı

Türkiye’nin son yıllardaki gidişatını, yalnızca otoriterleşme ya da yalnızca neoliberal politikalar üzerinden ayrı ayrı anlatmak yetmiyor. Karşımızda, bu ikisini birbirine eklemleyen bir yapı var: Otoriter neoliberal bir rejim.

Neoliberalizm, kabaca, emeğin pazarlık gücünü zayıflatan; sendikalaşmayı, toplu sözleşmeyi, sosyal devleti tasfiye eden bir siyasal hat ortaya koyuyor. Otoriterlik ise, tam da bu politikaların yaratacağı toplumsal tepkiyi yönetmenin aracı olarak devreye giriyor. Yani emek üzerindeki baskı, yalnızca iktisadi bir tercih değil; Thatcher’dan bugüne “başka alternatif yok” mantığını geniş kitlelerin kabullenmesi için siyasal alanın da daraltılması gerekiyor.

Asgari ücretin baskılanması, bu anlamda, rejimin merkezî bir bileşeni. Yüksek enflasyon ortamında ücretleri gerçek anlamda korumayan, hatta çoğu yıl enflasyonun gerisinde bırakan siyaset, bir yandan emek maliyetini aşağıda tutuyor; diğer yandan yoksullaşmayı “hepimiz aynı gemideyiz”, “krizle hep birlikte mücadele ediyoruz” söylemiyle normalleştiriyor. Böylece gündelik yoksulluk, bir siyasal kontrol mekanizmasına dönüşüyor.

Türkiye’ye biçilen rol ve bölgesel emek rejimi

İktidarın resmi belgelerinde ve siyaset/iş dünyası söyleminde Türkiye, uzun süredir “bölgesel üretim üssü”, “lojistik merkez”, “rekabetçi ekonomi” gibi kavramlarla tanımlanıyor. Bunlar havalı tanımlamalar olarak görülebilir. Seçmen nezdinde alıcısı da var. Ancak gerçek şu ki Türkiye’ye, küresel iş bölümünde “bölgesel ucuz emek havuzu” rolü biçiliyor; iktidar da bu rolü benimsiyor.

Ücretleri bilinçli biçimde düşük tutan, işgücü piyasasını esnek ve güvencesiz kılan, bölgesel asgari ücret gibi uygulamaları tartışmaya açan çizgi, tesadüfi bir politika değil. Bu, “küresel rekabet” söylemi altında, emeğin haklarını en alt seviyeye sabitleyen bir strateji. Yani Türkiye, kendisini dünyaya ucuz, uzun saatler çalışmaya razı, sendikasız emek gücüyle pazarlıyor. Ücretler düşük, çalışma saatleri uzun, sendika hakkı kâğıt üzerinde, grev hakkı fiilen askıya alınmış, örgütsüz bir emek rejimi.

Otoriter siyasal kurgu ile asgari ücret politikası arasındaki bağ da burada netleşiyor: Bu kadar baskılanmış bir emek rejimi, ancak demokratik kanallar zayıflatıldığında, toplu pazarlık ve örgütlenme mekanizmaları etkisizleştirildiğinde sürdürülebilir.

Yoksulluk üzerinden kurulan bağımlılık

Asgari ücretin bu kadar yaygınlaşması, yoksulluğu da yaygınlaştırıyor. Ama bu yoksulluk, “pasif bir mağduriyet hali” olarak kalmıyor; çeşitli bağımlılık ilişkilerinin zemini haline geliyor.

Asgari ücretle geçinmeye çalışan bir hanenin, çoğu zaman tek başına maaşla ayakta kalması mümkün değil. Borç, kredi kartı, sosyal yardımlar, aile içi transferler ve kayıt dışı ek işler devreye giriyor. Bu karma yapı içinde, devlet yardımı, belediye desteği, yerel iktidar ağlarına erişim, doğrudan bir hayatta kalma mekanizması haline geliyor.

Bu noktada asgari ücret, sadece “ne kadar kazandığını” değil, kime ne kadar bağımlı olduğunu da belirleyen bir düzey. Yoksulluk kalıcılaştıkça, siyasal iktidar ile yoksul yurttaş arasındaki ilişki, hak temelli olmaktan çıkıp lütuf–minnet ilişkisine dönüşüyor. Tam da bu yüzden, asgari ücret üzerinden verilen mücadele, gerçek anlamda sınıfsal ve siyasal bir temele dayanıyor.

Seçim takvimiyle ayarlanan ücret

Asgari ücretin doğrudan siyasetle ilişkili bir başka boyutu ise seçimlerle ilgili. Asgari ücrete yapılan zamma bakarak o yılın seçim yılı olup olmayacağını öngörmek mümkün. Seçim dönemine gelinirken, birkaç yılın birikmiş kaybını telafi eder gibi görünen daha yüksek artışlar devreye giriyor; gerekirse asgari ücrete yılda iki kez zam yapılıyor; seçim geçtikten sonra enflasyonun gerisinde kalan “normalleşme” başlıyor.

Yani asgari ücret, bir yandan rejimin sınıfsal karakterini ifşa ederken, diğer yandan seçim ekonomisinin rıza mühendisliği aracı olarak kullanılıyor. Yıllarca baskılanan ücretler, seçim arifesinde “cömert zam” paketleriyle sahneye sürülüyor; birkaç ay sonra enflasyon ve vergi sistemi bu artışın önemli kısmını geri alıyor.

Sonuç yerine

Bu yüzden, asgari ücret tartışmasını sadece “yüzde şu kadar zam yapılmalı”, “en az şu kadar olmalı”, “yoksulluk sınırı kaç lira oldu, açlık sınırı kaç lira” eksenine sıkıştırmak, fotoğrafın yarısını görmektir. O rakamın arkasında Türkiye’ye biçilen ekonomik rol; emeğin sistematik baskılanması; otoriter siyasal mimari; yoksulluk ve borçlandırma üzerinden kurulan bağımlılık ilişkileri ve seçim takvimiyle ayarlanan rıza yönetimi aynı anda çalışıyor.

Bu tabloya bakınca, tartışmanın eksenini değiştirmeden yol alamayacağımız açık. Asgari ücretin kaç lira olması gerektiğini konuşmak elbette gerekli, ama yeterli değil; çünkü mesele tek başına gelire dair teknik bir ayar değil, emek rejiminin, vergi düzeninin, sosyal devletin ve nihayetinde kurulan siyasal rejimin ta kendisi. Eğer bu başlıkları birer “uzmanlık alanı” diye depolitize eder, toplumsal muhalefetin, sendikaların, meslek örgütlerinin ve siyasal partilerin parçası olduğu bir siyasal mücadele zeminine taşımadan bırakırsak, her yıl “bu sene yüzde kaç zam” tartışmasına mahkûm olmaya devam ederiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Derya Kömürcü Arşivi