Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

“Bir kadın olarak bir varoluş kaygısı taşıyorum”

Öğretmen-yazar Elif Akpolat ile ikinci romanı ‘Unutmak’tan yola çıkarak kitabını, kadın olmayı ve kitapta da yer alan unutmamamız gereken meseleleri konuştuk.

‘Unutmak’ kitabı aslında ‘Unutma’ demek istiyor. Unutma dediğiniz neler? Bu kitabın konusu nasıl oluştu, hangi olaydan ve fikirden yola çıktınız?

Kitapta aslında hâkim anlatının görmezden geldiği, eleştirel bir yaklaşımla ele alınması gereken ancak yüzleşmekten kaçındığımız meseleler var. Bu meseleler, geçmişte yaşananlarla yüzleşmediğimiz ve unutmayı tercih ettiğimiz için toplum olarak bizi sürekli aynı döngünün içine hapseden konular. Bu yüzden kitabın temelinde unutma fikri yatıyor. Çünkü unuttuğumuz her şey, bir gün birileri tarafından yeniden şekillendirilip önümüze farklı kisvelerle sunuluyor ve bu da gerçeklik algımızı bozuyor. Beni etkileyen tek bir olayı söylemem çok zor. Ancak Türkiye’nin 'en karanlık yılı' olarak anılan 1993’te yaşanan olaylar benim için çok derin bir anlam taşıyor. O yıl, Uğur Mumcu’nun öldürülüşü, Adnan Kahveci ve Eşref Bitlis’in şüpheli ölümleri, Sivas Olayları, Başbağlar Katliamı gibi birbirinden trajik ve tarihimizin karanlık sayfaları olan olaylar yaşandı. Bugün geriye baktığımda bu olayların hiçbirinin tam olarak aydınlatılmadığını görmek, hâlâ derin bir üzüntü ve öfke yaratıyor. Bu cinayetlerin arkasındaki kirli ellerin kimlere ait olduğunu biliyoruz ama ne yazık ki bu kişiler ne açıklanıyor ne de yargılanıyorlar.

unutmak-kapak-baski2.jpg

Varoluş kaygısı

Kadını merkezine alan bir kitap yazmışsınız. Fiziksel ve psikolojik şiddeti gözler önüne seriyorsunuz. Yazarken neler hissettiniz ve kadın olarak bu durum sizi nasıl etkiledi?

Yazarken ne hissettiğimden çok, yazmaya iten duygumdan bahsetmek isterim. Çünkü bu ülkede yaşayan bir kadın olarak, kadına yönelik anlayışın, toplumun her alanında ellerini bana da uzattığını hissediyorum. Bu, yalnızca bireysel bir deneyim değil; kadın olarak bu toplumda yaşamanın getirdiği ortak bir gerçeklik. Kadın ölümlerine, şiddete ve eşitsizliğe dair haberler beni elbette üzüyor, ama hissettiklerim yalnızca üzüntüyle sınırlı değil. Daha derinde, bir varoluş kaygısı taşıyorum. Bu kaygı, şiddetin her geçen gün daha da artacağına dair duyulan korkuyla, kadınların görmezden gelindiği ve yalnız bırakıldığı bir düzenin içinde sıkışmışlık hissiyle birleşiyor.

“Tarihler rastgele seçilmiş değil”

Kitap tarihi gerçeklikleri de ele alıyor hem geçmiş 30’lu yıllar var hem de 90’lı yıllar arasında gidip geliyor. Bu tarihleri neye göre belirlediniz ve neden bu zaman aralığı?

Bu tarihler kesinlikle rastgele seçilmiş değil. Kitapta 90’lı yıllarda yaşanan olayların kökenini araştırıyoruz ve bu bizi 1930’lu, özellikle de 1930-1950 yıllarına götürüyor. Çünkü tarih, birbirinden kopuk olaylar silsilesi değil; geçmişin geleceğe yansımasıdır. 90’lı yıllarda yaşanan birçok olayı, özellikle Uğur Mumcu cinayeti gibi olayları anlamak istiyorsak, bu cinayetlerin tarihsel arka planını incelemek gerekiyor. Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerimiz, o dönemde şekillenen dış politika kararlarımız ve bu politikaların ülke içindeki yansımaları, günümüzde karşılaştığımız sorunların kökenlerini oluşturuyor.1930-1950 yılları, Türkiye’nin Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bağımsızlık idealinden, II. Dünya Savaşı sonrasındaki çok kutuplu dünyada kendine yeni bir yol aradığı bir döneme kadar uzanıyor. Bu dönem, yalnızca dış politikamızın değil, iç politik dengelerimizin de şekillendiği bir zaman dilimiydi. Uğur Mumcu cinayeti gibi bir olayın nedenlerini anlamaya çalışırken, bu tarihsel bağları kurmanın, geçmişte alınan kararların etkisini görmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu dönemler arasında gidip gelmek, aslında sadece bir olayın değil, o olayın neden ve sonuçlarının uzun bir zaman dilimine yayılan karmaşık bir sürecin ürünü olduğunu gösteriyor. Kitapta bu tarihsel sürekliliği ortaya koyarak okuyucunun bugüne dair daha derin bir bakış açısı kazanmasını amaçladım.

“Yalnızca bireysel hikâyeler değil”

Türkiye’de yaşanan pek çok travmayı da kitabınızda ele alıyorsunuz. Madenciler, azınlıklar, Uğur Mumcu’ya kadar uzanıyor… Bu travmaları neden hatırlatmak istediniz ve bu travmalar Türkiye’yi nasıl etkiledi?

Kitapla amacım, bu meselelerin unutulmaması, sorgulanması ve tarihimizin bu karanlık noktalarına ışık tutacak bir tartışma yaratmaktır. Örneğin, Uğur Mumcu cinayeti aslında faili meçhul bir zincirin bir halkasıydı. Onun öldürülüşü, öncesinde Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok gibi değerli isimlerin öldürülüşlerinin devamıydı. Eğer bu cinayetler aydınlatılsaydı belki de Uğur Mumcu öldürülmeyecekti. Aynı şekilde, Uğur Mumcu’nun davası çözülmüş olsaydı, belki Ahmet Taner Kışlalı, Gaffar Okan, Hrant Dink ve daha niceleri hayatta olacaktı. Kitapta ele aldığım travmalar, yalnızca bireysel hikâyeler değil, aynı zamanda bir toplumun tarih boyunca yaşadığı kırılma noktalarını ve bu kırılmaların bugüne yansıyan etkilerini anlamak için birer pencere. Ancak tarih yazımı ve okuması, yalnızca geçmişin olaylarını sıralamaktan ibaret değildir; bu olayların arkasındaki toplumsal, ekonomik ve politik bağlamları da ortaya koymak gerekir.

9a2305e7-632a-4a42-92a3-17b376976807.jpg

“Eşit haklar için daha fazla çaba gerekiyor”

Kadınlar en güzel dönemini sizce ne zaman yaşadı?

Türkiye’de kadınların en güzel dönemini yaşadığı bir yılı belirlemek oldukça zor. Çünkü ülkemizde kadınların hayat deneyimleri, yaşadıkları yer, sosyal sınıf, eğitim seviyesi ve hatta aile yapıları gibi pek çok faktörden etkileniyor. İstanbul’da yaşayan ve eğitim imkânlarına erişebilen bir kadın için bu dönem farklı bir anlam ifade ederken, Muş gibi feodal düzenin daha baskın olduğu bölgelerdeki bir kadın için aynı şey söylenemez. Bu yüzden, kadınlar için 'en güzel dönem', toplumun genel bir başarı ya da kazanımı değil, bireysel deneyimlere ve koşullara bağlı olarak değişiyor. Kadınların eşit haklara ve fırsatlara erişebilmesi için hem sosyal hem de kültürel alanlarda daha fazla çaba göstermemiz gerektiğine inanıyorum. Gerçek bir ‘en güzel dönem’, ancak kadınların yaşadığı tüm farklılıkları gözeterek daha eşit ve adil bir toplum inşa ettiğimizde mümkün olacaktır.

Bilinçli bir manipülasyon

Kadınların kendi kimliklerine dair neler yapmaları gerekiyor ve gerekince mücadele ediyor muyuz?

Kadınlara fırsat eşitliğinin sunulmaması, onları feodal düzenin katı kuralları altında ezip geçerken, modern dünyada da kapitalist sistem, kadınların bedenleri üzerinden bir tahakküm kurdu. Günümüzde, kadınlar televizyon dizileri, sosyal medya ve tüketim odaklı kültürle sürekli olarak meşgul ediliyor. Bu bilinçli bir manipülasyon; çünkü zihinleri sürekli bedenleriyle meşgul olan kadınlar, fikir üretemez hale getiriliyor. Kadın cinayetlerinin politik olduğunu düşünüyorum. Kadınlar, kapitalist düzenin sadece bedenleriyle var olan bireyler haline getirildi ve yasal korumadan da büyük ölçüde mahrum bırakıldı. Her gün pek çok kadın, hayatlarındaki erkekler tarafından katlediliyor ve bu, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin acımasız bir yansıması. Bu noktada, kadınların öncelikle ‘eshab-ı keyf’ uykusundan uyanmaları gerekiyor. Mücadelelerine sahip çıkmalı, birbirlerine omuz vermeli ve birbirlerinin kız kardeşi olduklarını hatırlamalılar. Çünkü kadın dayanışması olmadan, bu sisteme karşı koymak mümkün değil. Kadınların yeniden özgür, eşit ve güçlü bireyler olarak toplumdaki yerlerini almaları için bu dayanışmayı yeniden inşa etmek zorundayız.

144286f3-36dc-439c-8b53-b7f3f7f1bdf1.jpg

“Yazmakta olduğum kitap, Köy Enstitüleri üzerine”

Bundan sonraki projeniz nedir?

Şu anda yazmakta olduğum kitap, Köy Enstitüleri üzerine. Köy Enstitüleri gibi aydınlanmacı bir eğitim modeli daha fazla anlam kazanıyor. Ben de bu kitabımla, İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Âli Yücel gibi isimlerin Köy Enstitüleri aracılığıyla Türkiye’de nasıl bir aydınlanma penceresi açmaya çalıştığını anlatmaya çalışıyorum

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi