Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

‘Tavşan İmparatorluğu’ Erkekliğin baskıcı, şiddet dolu hali

Tavşan İmparatorluğu’, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin galibi oldu, festivalin en çok konuşulan filmlerinden olmayı başardı. Tavşan İmparatorluğu, erkekler dünyasında kaybolan çocukluğu, yoksulluğun gölgesinde var olmaya çalışan baba-oğul ilişkisini anlatıyor. Anlattığı meselenin içinde o kadar çok şey var ki… Filmin Türkiye’deki ilk gösterimi Antalya’da gerçekleşti ve festivalde bir araya geldiğim ekiple uzun uzun filmi konuşma imkânı buldum. Yönetmen Seyfettin Tokmak, filmin çekim sürecini, hikâyenin çıkış noktasını ve baba-oğul ilişkisi üzerinden anlattığı duygusal evreni bizimle paylaştı.

Biz bu röportajı yaptığımız zaman henüz filmin Antalya’daki gösterimi yeni yapılmış ve ödül törenine günler vardı. Bütün ödülleri Tavşan İmparatorluğu filminin toplayacağını elbette bilemezdim ama bazı ödülleri tahmin edebiliyordum. Eminin yönetmeni Seyfettin Tokmak bile bu kadar çok ödülle Antalya’dan döneceğini tahmin etmiyordu, filme gecede ödül yağdı desek yanlış olmaz. Film; 62. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde başta En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu olmak üzere çok sayıda ödüle layık görüldü. Tavşan İmparatorluğu’nu ödüllerden bağımsız olarak filmin uzun yıllardır hayalini kuran senaristi ve yönetmeni Seyfettin Tokmak, genç ve ışıl ışıl parlayan yeni yetenek Musa karakterini canlandıran Alpay Kaya ve baba Beko karakteriyle oyunculuğuyla beni yine büyüleyen arkadaşım Sermet Yeşil ile konuştuk. Bu arada önemli not: ‘Tavşan İmparatorluğu’ filmi 13 Kasım’da başlayacak olan 36. Ankara Film Festivali’nde de yarışıyor, Ankaralılar filmi kaçırmasın, vizyon tarihi ise çok yakında açıklanacak.

img-5625.jpeg

Karanlığına rağmen umut taşıyan bir film…

Tavşan İmparatorluğu’ nasıl doğdu? Hangi fikirle yola çıkıldı, hangi anda nasıl hissedilerek bu hikâye oluştu?

Seyfettin Tokmak: Yaklaşık altı yıllık bir hikâyeden söz ediyoruz. Ben çocukluk üzerine çok düşünen, zihinsel olarak orada vakit geçiren biriyim. Uzun yıllar çocuk cezaevlerindeçalıştım. Oradaki çocukların yaşadığı melankoli, o sertlik, o bastırılmışlık beni çok etkiledi. Çünkü onlar da çocuktu; hayalleri, umutları vardı. “Ne oldu da yolunu kaybettiler?” diye sordum kendime. Biz de çocukken kayboluruz ama evin yolunu buluruz; onlar bulamıyordu. O dönemden itibaren şu soruya takıldım: Bir çocuk, yetişkinlerin baskısı altında, ötekine benzemeye zorlanırken kendi varlığını nasıl koruyabilir? Bu sorunun peşine düştüm. Kendi çocukluğuma baktım. “Ben nasıl kaçıyordum üzüntülerimden?” diye düşündüm. O çocukluk, Edip Cansever’in de dediği gökyüzü gibi: Peşinden gelen, ama bir anda kaybolan bir şey değil. Ben nasıl kaçıyordum çocuk Seyfettin olarak? Sobanın önündeki alevlerin gölgesinde, renklerle, ışıklarla kaçardım. Bu evrensel bir duygudur, bu görseller motiftir, herkesin aklında kalmıştır. Çocukluk bir daha geri gelmiyor. “Keşke çocukken şu olsaydı” dediğimiz anlar beni çok etkiler. O alanlarda çok geziyorum ben, Mutlu.


Çocuk çocuk gibi olmalı, en güzel dönemini yaşamalı… Dediğiniz gibi, bir daha geri gelmeyen tek şey herhalde en saf, en temiz olduğumuz hâl: çocukluk.

Seyfettin Tokmak: Kesinlikle… En masum, en saf halimiz çocukluğumuz. Ben de bir yandan, filmin çok sert bir gerçekliği olduğunu düşünüyorum ama öte yandan da Musa’yı, bir yandan genel sosyolojik tezler izlediğimiz birçok filmde hep çocukların o rollere dönüştüğü bir yapı içinde görürüz ya, ben tam tersini düşündüm. Yani bir çocuk, bütün bu yapının dışına nasıl çıkabilir? Tabii o yapıyı iyi tarif edip, o yapının içinden neyi kurarak? O yüzden tam da böyle tavşan karakterini, o tavşanları dünyaya taşıyınca senaryonun içine yanına da tazıyı koyunca birlikte böyle bir dünya kurmaya çalıştım. Çocuklar ve tavşanlar, o sertliği de alan bir şeye dönüştü — hayvan dünyasına geçiş…

“Tavşan benim için özel bir metafordu”

Çok acayip bir kafa yaratmışsınız. Peki, tavşan fikri nasıl ortaya çıktı? İsmin kendisi bile başlı başına çarpıcı: Tavşan İmparatorluğu.

Seyfettin Tokmak: Filmin temelinde çocukluğun sert bir gerçekliğin içinden çıkma çabası var. Bu yüzden tavşan benim için özel bir metafordu. Tavşan, doğada savunma mekanizması olmayan ama çoğalarak varlığını sürdüren bir hayvan. Naif ama direnen bir canlı — tıpkı filmdeki çocuk Musa gibi. Bir çocukla hayvanların kurduğu evrensel bir dayanışma hikâyesi filmin duygusuna anlam kattı.

img-5627.jpeg

“O anda “işte bu çocuk” dedim”

Filmin başrolü Alpay Kaya çok dikkat çekiyor. Yüzünde inanılmaz bir ifade var. Nasıl buldun onu?

Seyfettin Tokmak: Ben çocuklarla da çalıştığım için genel kanının dışında bir fikrim var benim. Çok konuşkan, taklit yeteneği yüksek çocukların iyi oyuncu olabileceklerine dairyanlış kanı var. Ben bunun tam tersini düşünüyorum. Çünkü daha sessiz olan karakterlerde o iç dünya o kadar derin oluyor ki, orada ruhunun içinde gözlemler var; O yüzden sessiz, o içindekilerle varlığını sürdürüyor. Alpay’da da o vardı. Tüm bu araştırma sürecinin içinde bu özellikler onun üzerinde o kadar çok toplanıyordu ki… Hayvanlarla kurduğu ilişki, tabiişöyle de bir şey var: Filmde anlattığım şeyin aynı zamanda Alpay’ın da dünyasına benzerlikleri var. Bazı hayvanlarla aranda derinden bir bağ var oluşur, Alpay’ın hayvanlarla ilişkisi böyle. Birbirini anlamak, konuşabilmek yani kent insanının uzak kaldığı bir bağdan söz ediyorum. Bütün bu özellikleri düşününce İstanbul’da aradığım çocuğu bulamadım. Sonra Anadolu’yu gezmeye başladım. Filmi Elazığ’da çekmeyi planlıyordum ama oradaki çocuklarda da aynı deformasyonu gördüm. Daha sonra Kars’a yöneldim. Çünkü filmin atmosferi zamansız, mekansız bir yerde geçiyor; Sovyetler sonrası bir coğrafya gibi… O yüzden daha böyle kemikli yüz, yüz hatlarını düşündüm. Kars’ın Selim ilçesinin Darboğaz Köyü’nde Alpay’ı bulduk. O anda “işte bu çocuk” dedim.

img-5624.jpeg

“Kim derdi ki İstanbul’dan bir yönetmen gelsin ve beni köyümde bulsun”

Alpay, senin hikâyen de film gibi olmuş. Nasıl dâhil oldunbu projeye, sen anlatır mısın?

Alpay Kaya: Benim oyunculuk gibi bir hayalim yoktu. Kim derdi ki İstanbul’dan bir yönetmen gelsin ve beni köyümde bulsun. Kars’ın küçük bir köyünde yaşıyoruz, 45-50 hanelik. Yazın çobanlık yapar, kışın okula giderdim. Bir gün akrabamız Erdem Hoca fotoğrafımı çekip internete koydu. Seyfettin Hoca görmüş. Köye geldi, benimle prova yaptı. Önce inanmamıştım; “Beni kandırıyorlar herhalde” diyordum. Ta ki İstanbul’a çağırıp senaryoyu okuyana kadar... O zaman anladım gerçekten filmde olacağımı.

Kaç yaşındaydın o zaman, neler hissettin ve neler yapıyordun köyde?

Alpay Kaya: 12 yaşındaydım. Utangaç bir çocuktum, fotoğraf çektirmeyi bile sevmezdim. Atın üstünde poz vermek istedim. Zaten atları çok severim. Yazları çobanlık yapıyordum, hayvanları doğaya çıkarıyordum. Kışları da okula gidiyordum.

“Kışın okulda, yazın dağda hayvan otlatan bir çocuktum”

Kendini izleyince ne hissettin?

Alpay Kaya: Benim için büyük bir gurur. Ama filmle ilgim yok, nasıl yapılır, nasıl edilir hiçbir şey bilmiyordum. Kışın okulda, yazın dağda hayvan otlatan bir çocuktum. Oraya giderim eğer başaramazsam beni geri gönderirler diye düşünüyordum. Bir iki sefer zorlandığım yerler oldu ama sonrasında başardım. Şimdi kendi filmimi izliyorum. Köyde herkes konuşuyor, “Çağlar’ın oğlu filmde oynamış” diyorlar. Bu benim için çok büyük bir mutluluk. Çobanlık yapan bir çocuk şimdi film çevirdi diye konuşuluyordur köyde.

“Oyunculuğa dair tarif edemediğim gizli bir noktaya dokundu”

Alpay’ı izleyince siz neler hissettiniz? İlk başlarda eminim tedirginlik olmuştur ama çıkan sonucu görünce inanılmaz bir keşif diyorum ben Alpay için…

Seyfettin Tokmak: Sette hepimiz biraz tedirgindik. Çocuk bu sonuçta; dişi ağrısa “Gidiyorum” diyebilir. Ama Alpay öyle bir şey keşfetti ki… Oyunculuğa dair tarif edemediğim gizli bir noktaya dokundu. Oyunculuğa dair, hayata dair gizli bir şeyi keşfetti ve birdenbire kamera önünde bambaşka biri oldu. O çekingen çocuk gitti, yerini sahnede yaşayan bir oyuncu aldı. Bir şeyi fark etti ve Alpay için oynamak o kadar sıradanlaştı ki, her şeyi oynayabilecek duruma geçti. Gize ulaştı sanki. Ben Alpay’la her gün sahneler öncesinde konuşurdum. Bazen bu konuşmalar terapi gibiydi. Onu o duygunun içine sokmaya çalışırdım. Ailesi de muhteşem insanlar; annesi, babası çok destek oldular. Alpay oyunculuğu, o duyguları yaşayarak değil, anlayarak keşfetti.

“Tavşanlarla çok yakın değildim, en çok atlarla bağım var”

Alpay, filmde tavşanlarla çok özel bir ilişkin vardı. Gerçek hayatta da hayvanlarla yakın mısın?

Alpay Kaya: Evet ama tavşanlarla çok yakın değildim. En çok atlarla bağım var. At benim için bambaşka. Eve gitmem, gün boyu onunla vakit geçiririm. Binmekten inanılmaz keyif alıyorum.

“Umutla bitmek zorundaydı film”

Film çok güçlü ama karanlık bir atmosferi de var. O sertliğin içinde yine de umut hissediyoruz. Bu dengeyi nasıl kurdunuz?

Seyfettin Tokmak: Bu film temelde bir çocukluk melankolisi filmi. İç dünyamdaki karşılığı buydu ve ben bunu anlatmak istiyordum. Musa karakteri, yaralıyı saran, tuzakları bozan bir çocuk. Onun iyileştirici tarafı benim için çok önemliydi. Aslında bir diriliş hikâyesi anlatmak istedim. Filmde kadın karakterleri bilinçli olarak çıkardım; sadece erkeklerin dünyasını göstermek istedim. Çünkü orada erkekliğin baskıcı, şiddet dolu hâlini resmetmek istiyordum. Musa’nın “Ben sizin gibi olmayacağım” demesi, işte o umut. Efektlerle mağara sahnelerinde ışık ve gölgeyi kullanmamız da o umudun simgesiydi. Benim için o ışık parçacıkları, karanlığı yırtan birer umut parçasıydı. Umutla bitmek zorundaydı film, öyle bir yerdeydi ki film ben çok sert versiyonlar da düşünmüştüm fakat o umudu devam ettirmem gerekiyordu. Çünkü ben de çocukken ne olursa olsun bir ışığa tutunmuştum.

img-5626.jpeg

Filmin adı Tavşan İmparatorluğu. Neden bu isim?

Seyfettin Tokmak: Ben film isimlerinde izleyiciye bir vaat sunup sonra o vaadin tersini göstermeyi severim. Tavşan İmparatorluğu da öyle. Naif bir ismin ardında çok sert bir dünya var. Tavşan, doğada en savunmasız canlılardan biri. Isıramaz, saldırmaz, kendini koruyamaz. Tek gücü çoğalabilmesinde. Bu yüzden varlığını direnişle değil, yaşamla, üretmeyle sürdürüyor. Musa da aslında bu kadar kırılgan ama direnen bir çocuk. Filmin içinde de gerçekten tavşanlar çoğaldı. Mağarada 20 tavşanla başladık, çekim sonunda 50 olmuşlardı. Çünkü sevildiklerini hissettiler. Alpay’ın onlarla kurduğu bağ çok gerçekti.

SERMET YEŞİL: “Hayat akıp gidiyor ve o çocukluk hâlâ orada duruyor”

“Tavşan İmparatorluğu”nda baba karakteriyle karşımıza çıkan Sermet Yeşil, çocuklukla yetişkinlik arasındaki o ince çizgide dolaşırken sevgiyi, çaresizliği ve hayata tutunma çabasını sessiz ama derin bir dille anlatıyor. Öyle etkileyici oynuyor ki, bir kez daha karakter yaratmanın ve iyi oyuncu olmanın ne demek olduğunu görüyorsunuz. Zaten jüri de bu performansı fark etmiş olmalı ki, Antalya Altın Portakal’da ödül alan isimlerden biri oldu.

“Çocuk dünyasıyla yetişkin dünyası arasındaki gerilim beni çekti”

Çok etkileyici bir filmdi. Hem oyunculuk hem duygu açısından çok güçlüydü. Seninle yıllardır arkadaşız, o yüzden gururla izledim. “Tavşan İmparatorluğu” senin için nasıl bir film oldu? Karakterinden biraz bahseder misin?

img-5628.jpeg

Sermet Yeşil: Teşekkür ederim Mutlu. Film üç yıl önce, 2022 kışında çekildi. Elazığ’da, Keban Barajı kıyılarında çalıştık. Senaryoyu ilk okuduğumda çocuk dünyasıyla yetişkin dünyası arasındaki o gerilimi hemen hissettim. Hani François Truffaut’nun “400 Darbe” filmindeki gibi bir gerilim… O duygu beni çok etkiledi ve yönetmen Seyfettin Tokmak’la da paylaştım. Senaryo süreç içinde epey revizyon geçirdi ama o ilk his, o temel duygu hiç kaybolmadı. Başta beni filme bağlayan şey de buydu: Bu iki dünya arasındaki gerilimin doğru yansıtılması… Çünkü toplumun en küçük yapı taşı olan aileyi ele aldığında, oradan kadını — yani anne ya da eş figürünü — çıkardığında geriye kalan erkekler baş başa bu işi yürütemiyorlar, o yapıyı taşıyamıyorlar. Bunun can yakıcı yanını ortaya çıkarmak çok önemliydi. Film bunu çok sade ama vurucu biçimde gösteriyor.

“Yetişkinliğe geçerken sanki çocukluğumuzu tamamen geride bırakmışız gibi davranıyoruz”

Çok önemli bir şey söyledin: Kadın, yani anne ya da eş devreden çıktığında o çatı çöküyor. Biraz kötülük, biraz da çaresizlik geliyor. Kadın, sanki sistemin iyi yanını dengeleyen unsur. O denge kaybolunca karakterin de bocalıyor gibi. Babanın oğluyla ilişkisini ve o çaresizliği nasıl yorumladın?

Sermet Yeşil: Elbette o koşullar zor. Bu kadar fakirlik, bu kadar çaresizlik insanı bazı yollara itiyor. Ama sadece ekonomik nedenlerle açıklamak doğru değil. Bu filmi ahlaki bir aile güzellemesi olarak da okumamak lazım. Şair ne demiş, çok severim; “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gittiği yok.” Gerçekten de öyle. Biz yetişkinliğe geçerken sanki çocukluğumuzu tamamen geride bırakmışız gibi davranıyoruz. Ama aslında o çocukluk bizimle birlikte yaşıyor. Yetişkin olmanın kuralları arasında boğuluyoruz: “Şunu yapmalısın, böyle davranmalısın, artık büyüdün.” Ama ne oluyor sonra? Hayat akıp gidiyor ve o çocukluk hâlâ orada duruyor. Filmdeki Musa karakteri de biraz bunu hatırlatıyor. Ailenin o en küçük yapısının bozulmasıyla çocukta doğan özgürlük, o başına buyrukluk aslında toplumun çizdiği sınırların dışında bir alan yaratıyor. Ama o sınırların dışında kalmak, aynı zamanda toplumun dışında kalmak demek. Bu da filmde çok sert biçimde hissediliyor.

“Bu film benim için çocukluğa yeniden bakmak anlamına geliyor”

Yani toplumun koyduğu kurallar, çocukluğumuzu unutturan şeyler mi diyorsun?

Sermet Yeşil: Evet. Öyle kurallar koyuyoruz ki, sanki hiç çocuk olmamışız gibi davranıyoruz. Kırmızı ışık örneğini veriyorum hep — çok net, çok katı bir sistem. Ama iki buçuk yaşındaki çocukla yetmiş yaşındaki birinin aynı kurala aynı şekilde uymasını bekliyoruz. Bu mümkün değil. Uyamayan da “dışarıda” kalıyor. O yüzden bu film benim için çocukluğa yeniden bakmak anlamına geliyor. Çünkü o saf, temiz, kendi dünyasını kuran çocuk hâlâ içimizde. Yaşamın kendisi bizi kirletiyor sadece. Sistem, çevre, koşullar… Hepimizi bir şekilde “kötücül” hale getiriyor.

Filmin babası, yani senin karakterin Beko, hem çaresiz hem sevgi dolu. Oğluna kıyamıyor ama bir yandan da sistemin içinde eziliyor. Bu dengeyi çok iyi oynamışsın. Nasıl bir duygu taşıdın o karakteri canlandırırken?

Sermet Yeşil: Çok teşekkür ederim. Çünkü gerçekten o çaresizlik hissini içimde yaşadım. Kendi çocukluğumdan da çok şey taşıdım. Ekonomik olarak çok rahat bir çocukluk geçirmedim. Hâlâ hatırlıyorum: Sinide edilen bir kahvaltıda, bir tabakta iki parça beyaz peynir, biraz zeytin ve bir parça ekmek olurdu. Babam o anı “unutmayalım” diye fotoğraf makinesiyle çekmişti. Hâlâ o fotoğraf durur. Beko’nun hissettiği şey biraz o. Hayat onu öyle bir noktaya getirdi, bir yere sıkıştırıyor. “Bunlar yaşanıyor” diyorsun. Ve elinden geleni yapıyorsun ama hiçbir şey kolay değil. Filmde de Musa’yla birlikte bir şeyleri bulacaklarını, düzelteceklerini sanıyoruz ama sistem buna izin vermiyor. Bir parça buluyorsun, o parça seni kurtaracak sanıyorsun, sonra senden yenisini istiyorlar. Hayat tam da böyle.

Evet, filmde Mavi’yi bulduklarında “Tamam, artık düzelecek” diyorsun ama sonra her şey yeniden başa dönüyor. Çok insani bir döngü aslında.

Sermet Yeşil: Aynen öyle. Hayat seni hep o maratona sokuyor. Sen nefes almak istiyorsun ama sürekli başka bir hedef konuyor önüne. O yüzden Beko da oğluna rağmen bazı yönlendirmeleri yapmak zorunda kalıyor. Çünkü hayatın kendisi insanı bu zor seçimlere itiyor. Sanatın, edebiyatın da konusu bu zaten: Tüm bu karmaşanın içinde bir adım geri çekilip resme, hayata dışarıdan bakabilmek.

Tavşanlarla ilişkin nasıldı? Onlarla çalışmak nasıl bir histi?

Sermet Yeşil: Açıkçası benim hiç tavşanım olmamıştı. Kedi, köpek, kuş… Evet. Ama tavşan bambaşka bir canlıymış. Çok oyuncular, enerjileri inanılmaz yüksek. Hiperaktif gibiler. 40 tavşanla başladık sete, çekim bittiğinde 50-60 olmuşlardı. Çünkü iki ay içinde çoğaldılar! (Gülüyor) Veteriner eşliğinde, özel eğitmenle çalıştık. Onlara çok iyi bakıldı. İlk başta tavşanı tutmanın, kaldırmanın yanlış olduğunu sanıyordum. “Canı acıyordur” diyordum. Ama aslında öyle değilmiş; bilimsel olarak onlara zarar vermiyormuş. Hatta taşınmaları için en güvenli yol oymuş. Bir de bir sahnede çok ilginç bir şey yaşadım: Tavşan karnabahar yiyordu. Ben de ağzıma küçük bir lahana parçası aldım, deliğine yaklaştım. Geldi, ağzımdan aldı. O anda göz göze geldik. Çok tuhaf ama çok sıcak bir andı. Tavşanlar gerçekten sıcakkanlı hayvanlar.

“Aslında burada olmak bile bir ödül”

Filmin yolu yurt dışından geçti, şimdi Antalya’dasınız. Peki, ödül meselesi senin için ne ifade ediyor?

Sermet Yeşil: Aslında burada olmak bile bir ödül. Antalya Altın Portakal, 62 yıldır süren bir festival. Bu kadar yıldır sinemaya, sanata inatla sahip çıkmak büyük bir şey. Bu nedenle burada, bu seyirciyle buluşmak benim için her şeyden kıymetli. Ödül almak, almamak çok da önemli değil. Önemli olan, bu yolculuğun içinde yer alabilmek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi