Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

Yüzleşmelerle geçen hüzünlü bir yol hikâyesi…

Taşıyıcı annelikten savaşın gölgesine, sınırların içinde kalmak ve çıkmak çelişkisinde, aidiyetten iyileşmeye uzanan katmanlı bir hikâyeyi anlatan ‘Erken Kış’ filmi sinemalarda. Yönetmeni Özcan Alper, oyuncuları Leyla Tanlar ve Timuçin Esen’in izleyiciyi insan ruhunun en kırılgan yerlerine götürdüğü çarpıcı bir yol filmi. Film, sadece iki karakterin değil, aynı zamanda ait olmanın ne demek olduğunu sorgulayan ve insana dair bütün duyguları hissettirerek herkesin içsel bir yolculuğuna dönüşüyor. ‘Erken Kış’ filmini Özcan Alper ve Antalya Altın Portakal’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan, oyunculuğuyla hayranlık uyandıran Leyla Tanlar ile konuştum. ( Röportajın görüntülü halini https://www.youtube.com/@mutluhayatperdesi izleyebilirsiniz)

1000321552.jpg

Duygusal bir yolculuğa çıkartan coğrafyanın da başrolde olduğu, hüznün eşlik ettiği bir yol filmi ‘Erken Kış’ Bu filmin fikir aşaması nasıl başladı?

Özcan Alper: Filmlerin fikir süreci genellikle nereden geldiği ve nasıl oluştuğu hep biraz belirsizdir. Bazen okuduğumuz bir şiir, bazen bir kitap, bazen de gördüğümüz bir haber ilham kaynağı olabilir. Burada ilk fikir eşim Lusin’den geldi; böyle bir taşıyıcı annelik hikâyesini duyduğunda ortaya çıktı ve biraz şaşkınlık yarattı çünkü bu Türkiye’de çok yaygın bir konu değil, pek bilinen bir şey değil. Filmin fikri böyle başladı. Hikâyemizde karmaşık bir mesele var çünkü hikâyede iki taraf var: Anne olmaya çalışan bir kadın ve aile olmaya çalışan orta sınıf bir kesim. Ancak öte yandan, kendi hayalleri içinde bir kadının çabası var. Araştırdığımda, en nihayetinde sınıfsal bir boyut ortaya çıktı. Örneğin Gürcistan’da birçok kadın benzer durumlarla karşılaşıyor: Bazıları yurt dışında üniversite okumak istiyor, bazıları çocuğuna daha iyi bakabilmek için çabalıyor, bazıları ev sahibi olabilmek için uğraşıyor. Yani sınıfsal boyutu da olan, günümüzde pek konuşmadığımız meseleler var. Ama biz sinemacılar, sanatçılar, edebiyatçılar; bir gazeteci ya da sosyolog gibi meseleyi alıp yargılara varacak şekilde yaklaşmıyoruz. Bizim amacımız, sinemanın ve sanatın olanaklarıyla insanlara sorular sordurtmak ve onları filmdeki gibi bir yolculuğa çıkarmak. Filmin sonrasındaki sürprizler de bu şekilde gelişti. Ben, daha sonra kendimi gerçekten çok dar olanaklarla sınırladım; üç hafta gibi bir sürede, neredeyse tamamen bir arabada geçen sahneleri çektik. Geçmişe dönmeyelim, yani flashback kullanmayalım diye karar verdim. Sinema, yönetmenlik ve biçimsel açıdan kendimi zorlamak istedim. Bunun yanı sıra, coğrafya sizin de dediğiniz gibi bir karakter olarak filmin içinde yer aldı ve oyuncularla birlikte bu yol hikâyesi olarak gelişti.

“Lia annelikten vazgeçmek zorunda bırakılmış bir kadın”

Sizin için bu yol hikâyesi nasıldı ve Lia nasıl bir karakterdi? Buradaki durum; anne olmak zorunda kalan ama anne olma duygusunu ve anneliği seven, sonrasında da çelişkiler içinde kendini ve hayatını sorgulayan bir kadının yolculuğu…

Leyla Tanlar: Evet, Lia aslında annelikten vazgeçmek zorunda bırakılmış bir kadın. Gençliğine ve özgürlüğüne aldanıp her şeyin üstesinden gelebileceğine inanan, ama hayatı bir anda tepe taklak olan bir kızın bununla başa çıkma hikâyesini anlatıyor film. Hikâyede de, karakterde de aslında hep kademe kademe ilerliyor; ben de hep onu öyle anlatıyorum. Lia’nın hayatında bir düzlükte belli kademeleri var, kızın belli bir amaç uğruna stratejileri bulunuyor. Bir de sanki dördüncü boyuttaymış gibi, o stratejileri ne zaman gerçekten hissettiğini fark ediyor, ne zaman kendi hisleriyle ilgili bir şey yapıyor, ama ne zaman bunu oynuyor, kendi de mi böyle düşünüyor yoksa başka bir amaç için mi yapıyor? Bunlar hep keskin sınırları olmadan, çok iç içe geçmiş haldeydi. O yüzden onları belirlemek keyifliydi. Bu katmanlarda dozu arttırıyor, geri çekiyor, oynuyor, deniyorum; bunlar zevkli. Onları kurmak ve o kademeleri oluşturmaya vakit harcadım; karakteri böyle hazırladım.

1000321573.jpg

Hikâyenin anlattığı mesele çok önemli bir konuya değiniyor. Bizim de çok iyi bilmediğimiz bir taşıyıcı anne mevzusu var; ama oradan yola çıkarak aslında katmanlı olarak geçmişi, ailesi, ona yazılan bir durum, hem de bir kader ve savaş hikâyesi var. Sizin için bu yolculuk katmanları nasıldı ve nasıl bir hikâyeydi? Lia’dan yola çıkarak ve kendiniz düşündüğünüzde nasıl bir filmdi?

Leyla Tanlar: Aslında annelikle ilgili hemen şu şeyi söyleyeyim: Lia aslında donörü de, yani hem taşıyıcı annesi hem de donörü. Normalde bu ikisini Gürcistan’da da Kıbrıs’ta da yapmak yasak. İkisi de aynı kişi olamıyor; bu bir suç. Şöyle düşünün: bir taşıyıcı anne, bir bebeği doğurduktan sonra o bebeği kucağına bile vermiyorlar; aralarında bir bağ oluşmasın diye. Oysa Lia, onun gerçekten annesi ve kendi yumurtası; altı ay boyunca süt verdi. O yüzden biz aslında bu noktada anneliği, çaresizlik ve çaresizliğin insanı ne kadar zorlayabileceği üzerinden konumlandırdık. Yolculuk da şöyleydi: Hem gittiğimiz yollar, hem bulunduğumuz coğrafyanın hikâyesi sizi besliyor. Hem de bir yolun içinde olmak… Çünkü neredeyse kronolojik çektik; yani ilk sahne gerçekten ilk sahnemizdi. Mekânlar değiştikçe duygular da karmaşıklaşıyor, günler ilerledikçe bu paralellik devam ediyor.

“Bir ev arayışı hepimizin hikâyesi; kendi evimizdeyken bile kendimizi evimizde hissetmiyoruz”

Yasak olan mevzudan yola çıkarak taşıyıcı annelikten bahsettik; ama sizin filmlerinizde özellikle Sonbahar’da bir eve dönüş, kendini arayan ve köklere dönüş hikâyesi hep var. Bir eve dönme isteğiniz her zaman oluyor. O duygudan bahsedebilir miyiz?

Özcan Alper: Evet, sinema ve sanat dediğimiz şey aynı zamanda kendi zamanının ruhunu yakalamaya çalışır. Ben buna zamanın ruhundan tinsel olarak beslenmek diyorum. Evet, böyle bir konu ama biz aslında yıllardır biliyorsunuz; coğrafya olarak da Orta Doğu’da, Kafkasya’da veya yanı başımızdaki dünyada çok ciddi ve sürekli savaşların olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bunu gazetelerden, haberlerden sürekli izliyoruz. Dünya, özellikle son 4-5 yıldır başka bir yere doğru değişiyor ve buna zaten maruz kalıyoruz. Bu yüzden hep böyle bir şimdiden beslenen hikâyeler var; savaşın gölgesinde kendi hayatlarını kurmaya çalışan, göçmen, evsiz ve yurtsuz kalan insanlar var. Mesela Ukrayna örneğinde durum şöyleydi: 65 yaş üstü erkekler, kadınlar ve çocuklar ülkeyi terk edebiliyor; ama 18-65 yaş arası erkeklerin ülkeyi terk etmesi yasaktı, çünkü savaşacak erkeklere ihtiyaç vardı. Ama bir taraftan da filmde, Ferhat karakteri üzerinden kurduğum hikâyede, neredeyse orta sınıf sayabileceğimiz bir fabrikanın müdürünün bile kendi evinde kendini evsiz, yersiz ve yurtsuz hissetmesi meselesi var. Bu, bize çok uzak bir duygu değil; hepimizi sarmalayan, şimdinin ruhu aslında. Hikâyeyi, şimdinin ruhu içinde sarmalayıp buradan anlatmaya çalıştım. Bu nedenle yol, fiziksel bir yolculuk olduğu kadar, karakterlerin kendi içinde tekrar tekrar geçmişleriyle yüzleşip hesaplaştığı bir süreç de. Ama bir taraftan da bir eve gidiş hikâyesi erkek karakter için geçerli. Günümüz dünyasında ne yazık ki hiç kimse için “ev” gerçek anlamda mümkün değil. Kimisi için savaş nedeniyle, kimisi için başka nedenlerle ve geçmişte aldığı kararlar nedeniyle ev sahibi olamıyor. Bu yüzden bir ev arayışı hepimizin hikâyesi; kendi evimizdeyken bile kendimizi evimizde hissetmiyoruz. Filmde biraz buna dair, kısmen de aslında iyileşmenin ancak doğayla iç içe olarak, doğanın içine girdikçe mümkün olduğunu ufak ufak hissettiren bir anlatım var. Filmin içindeki, kendileri için değil çevre ve doğa için idealist iki genç karakter, bu anlamda bir ara pencere gibi. Bu genç karakterlerin etkilendiği bir felsefeci bakışıyla, Spinozacı bir perspektiften bakarsak, tüm bunların sonucu aslında “hükmetme”ye geliyor. Bulunduğumuz coğrafyaya, ülkeye, dünyaya tırnak içerisinde her türlü hükmetmeye çalışmak, insanı, bizi ve doğayı nasıl etkiliyor, biliyoruz. Bu yüzden filmde buna “hükmetmek” demek yerine, yavaş yavaş doğanın bir parçası olmanın, iyileştirici olabileceğini hissettirmeye çalıştım. Doğayı ve coğrafyayı filmde bu anlamda kullanıyorum ve izleyiciye de hissettirmeyi amaçladım.

“Hayatım babamı özlemekle geçti”

Lia karakteri yersiz, yurtsuz ve bir yere ait hissetmediği gibi, çocuğundan ayrı kalma duygusuyla da oldukça çaresiz bir durumda. Dolayısıyla bir erkek karaktere, yani oradaki “baba”ya duygular beslemesi ve gelgitler yaşaması bana çok normal geldi. “Hayatım babamı özlemekle geçti” diyor. Siz bu ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Leyla Tanlar: Bu repliği özellikle eklemiştik; çünkü babasıyla ilgili ne kadar özlem içerisinde olduğunu anlatmak ve bunu paylaşmak istedim bir noktada. Özellikle bunu istemiştim. Çünkü karakter, tırnak içinde “ait olduğu yerden” ve ailesinden, belki de ait olabileceği tek yerden çok uzakta, bir daha asla dönemeyecek şekilde uzun bir yolculuğa çıkıyor. Bu yüzden ilişkilerle ilgili hep şöyle düşünüyorum: Mesela Antalya’da filmi ilk kez izlediğimde, benden önce izleyen herkese soruyordum; “Sence birbirleriyle ilgili ne hissediyorlar, ne düşünüyorlar? İçlerinden gelerek mi yaptı, burada mı hissetmeye başladı yoksa bu andan sonra mı?” Oraları çok iç içe geçmiş, hiç sınırları olmayan bir hâlde; hangi noktada gerçekten babadan dolayı etkileniyor, hangi noktada anne olarak hareket ediyor, nerede önce anne, nerede önce kadın, nerede önce birinin kızı, hangi ünvanı onun için birinci sırada… Bunlar hem karakter hem seyirci açısından hep çok iç içe ve karmaşık. Yani hem oyuncu olarak katmanları hem de Lia'nın karakter olarak farkında olmadıkları katmanlar var. İşte hangi noktada neye karar veriyorlar…

1000321602.jpg

“Leyla çok iyi bir oyuncu”

Lia karakteri çok katmanlı, duygu gelgitleri yoğun ve zor bir rol. Genç bir yaşta, taşıyıcı annelik gibi hiç bilmediğiniz bir hikâyeye hazırlanıp karakteri bu kadar etkileyici oynayabilmenizin süreci nasıl oldu? Yönetmeniniz Özcan Alper mi sizi çok iyi oynattıJ ? Hem karaktere hazırlanırken hem de oyunculuk anlamında hangi yöntemleri kullandınız?

Özcan Alper: Leyla çok iyi bir oyuncu bence. Birinin alması da gerekiyor. İki oyuncum da sette de birbirlerini hep yukarı doğru çektiler. Ben şöyle yapıyorum; Hazırlık sürecini anlatıyorum, bütün filmlerimde çalıştığım oyuncular bilir, ben sette “al ve gel, oyna” demekten çok karakter üzerine konuşurum. Karakter odaklı, bazen okumalar olabiliyor, bazen dinlediği müzik, bazen sevdiği ressam, geçmişi, çocukluğu… Her şeyi aslında konuşuyoruz, kuruyoruz. Burada bir tek Leyla’ya şunu yapmaya çalıştım: Gürcistan’da, Batum’da, Kıbrıs’ta yaşamış, Batum’da okumuş ve orada bu işe bulaşmış kişileri buldum. O yüzden yapabileceğimiz en güzel şey, Leyla’yla onları tanıştırmaktı. Gürcü bir müzisyen arkadaşımız vardı İstanbul’da, sonra Tanya’yla tanıştırdım. Tanya Ukrayna asıllı, Arabi’de yaşayan, oraya yerleşmiş ama annesi savaştan dolayı kendi yanına gelmişti. İki karakterle tanıştırdım, gerisi zaten onların katkısıyla oluştu.

Leyla Tanlar: Tanya ve Leyla bizim için inanılmaz büyük şanslar. Çünkü Leyla sadece benim dil koçum değildi. Leyla benim arkadaşım, ablam oldu. Beni geldi aldı İstanbul’da ayinlere götürdü. Batum’a gittik birlikte, orada o kliniklere gittik. Sarp Köyü, sınırın karşı tarafında annesiyle halası oturuyorlar. Oraya gittik, bana dolma yapmışlar, birlikte diziler izledik falan. Beni karşıdan karşıya yürüyerek geçirdiler, sınırın öte tarafına. Ben aslında Leyla ile birlikte, Leyla’yı gözlemleyerek bir şey oluşturmaya çalıştım. Tanya da öyle, büyük şans ikisi de. Aslında hep gözlemle oldu. Teknik açıdan ben dillerle oynamayı, bilmece gibi oynamayı çok seviyorum. Bir filolog anne tarafından yetiştirildiğim için, ben onları fonetik olarak, melodik olarak çalışmayı hep çok severim. O yüzden dille ilgili baskı, ilk okuduğumdaki o hırs… Senaryoyu okuduğum anda “Bunu yapmalıyım ve yapmadığım her süre boşa geçen bir süre” diye düşündüm. Çünkü bu filmle ilgili çalışmadığım her süre benim için vakit kaybı gibi bir hırsla, okuyup hocamın yanına gitmiştim, hatırlıyorum. O yüzden filmde şöyle bir baskı ve sorumluluk vardı üstümde. Şimdi İstanbul seyircisi için çok farklı ama biz Hopa’da ve Fındıklı’da izlediğimizde, oradaki çoğu insan Gürcü, kökenli ve Gürcüler izledi. Ben herhangi bir Gürcü’nün benim yanlış bir telaffuzumu —ki çok zor bir dil, gerçekten hiç alışık olmadığımız seslerde harfleri var— fark etmesi, yanlış herhangi bir telaffuzumda o hikâyeden uzaklaşması demekti ve bunu asla kabul edemezdim. Yani bunun olmasına asla izin veremezdim. Tabii ki kurgusal bir gerçeklik içerisinde olmak zorunda, çünkü karakteri konuşturduğumuz yerler var. Ama onu tutup, aynı zamanda da o yabancılığının, duygunun ve hikâyenin ve karakterin önüne geçirmediği bir noktada tutmak, yani onlara hazırlanmak, aslında en keyifli ve heyecanlı süreçti.

1000321591-001.jpg

“Ben bunu nasıl anlayacağım? Bu duyguyu ben nasıl hissedeceğim?”

Bir de gerçek hayatta bilmediğin, tatmadığın bir o annelik duygusunu başarıyla oynamak, vermek…

Leyla Tanlar: Hayal etmesi bile inanılmaz bir duygu. Onu yapamıyoruz, anneliği anne olmadan anlayamazsınız. Ben de anladığımı tabii ki düşünmüyorum. Anneme ve çok yakın bir arkadaşım var; onlara biraz hikâyeden bahsettim. Arkadaşımın 5 yaşında bir kızı var ve bana annelikle ilgili yardımcı olur diye düşündüm, hikâyeyi anlattım. “Tamam, tamam,” dedi, “daha fazla anlatma.” Yani bunu duymak istemiyor şu an. Ben de dedim ki, “Ben bunu anlamam, anlat bana işte bu duyguyu.” Ama o da, “Bunu anlatamam,” dedi. Öyle bir şey yok; daha hikâyeyi dinlemeyi bile kaldıramadılar. Dedim ki, “Ben bunu nasıl anlayacağım? Bu duyguyu ben nasıl hissedeceğim?” Orada değişik oyuncu trikleri bulmak gerekiyordu. Ben mesela, hani çok teknik ve kişisel bir cevap olacak ama şunu düşünmüştüm: Annem ve babam… Annem yurt dışında doğup büyümüş bir kadın. Babam da çok yalnız kalmış; annesi hep İtalya’ya gidip geldiği için babam sürekli yalnız kalmış. Ve öyle bir an: Yalnız kalan bir çocuk, annesine veda eden bir çocuk imajları üzerinden hep bir şey anlamaya çalıştım.

“Çok keyifli ama biraz hüzünlü”

Son olarak da film vizyonda. Bu filmi izlesinler çok istiyorum. Çünkü çok başka bir yolculuğun içinde bulacaklar kendilerini. Bir önerelim: Sizin cümlelerinizle, yönetmeni ve senaristi olarak neler söylersiniz?

Özcan Alper: Filmin, 90 dakika boyunca sanki iki karaktere arka koltukta eşlik ediyormuş gibi bir deneyim var. İstanbul’dan başlayıp Kafkasya, Doğu Karadeniz’e kadar, sınıra kadar gidebilecekleri bir yolculuk. O coğrafyanın kültürleriyle; Lazca, Gürcüce, Ukraynaca; hem o kültüre dair kendilerini yeni bir şeyde öğrenecekleri bir deneyim sunuyor. Erdem Helvacıoğlu’un güzel müzikleriyle de altın gibi eşlik eden… Çok keyifli ama biraz hüzünlü. Tam da kış filminin adına uygun. Böyle bir kış gününde sinema salonunun sıcaklığında gidip çok keyifli izlenecek bir film diye düşünüyorum.

“Böyle yönetmenlerin en üstünde tutulması gerektiğini düşünüyorum”

Siz neler söylersiniz?

Leyla Tanlar: Ben ne diyebilirim? Bir Özcan Alper filmi olarak bence zaten herkesin izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de film yapmak çok kolay bir şey değil; çok kısmet olmuyor. Büyük hayalleri olan oyuncuların çok kolay ulaşabileceği karakterler, filmler ve yönetmenler çok sık denk gelmiyor. O yüzden ben herkesin izlemesini ve böyle yönetmenlerin de el üstünde tutulması gerektiğini düşünüyorum.

1000321614.jpg

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi