Gönç Selen
Biri Bizi Gözetliyor!
Jean Paul Sartre’ın birbiriyle bağlantılı ‘başkası’, ‘yabancılaşma’, ‘otantik varoluş’ ve nihayetinde ‘özgürlük’ kavramlarından son iki yazıda bahsetmiştik. Hatırlarsanız ‘başkasının bakışı’ otantik varoluşumuzu, dolayısıyla da özgürlüğümüzü tehdit ediyordu. O ‘bakış’ kimi zaman bir başka öznenin ‘ben’i gözetlemesi, kimi zaman ahlak adı altında toplumun ‘ben’i gözetlemesi, kimi zaman da kontrol hatta baskı aracı olarak devletin ‘ben’i gözetlemesi olabiliyordu.
Bakışın sahibi ister birey ister toplum isterse devlet olsun, ‘ben’ o bakışın iktidarı altındadır. İstediği gibi değil; bakanın talep ettiği gibi, onun normlarına uygun hareket etmeye başladığında, özgürlüğü de tehlikeye girer.
İşte buradan hareketle, bugün önemli bir kavram üzerine tartışmak istiyorum: ‘Panoptikon’.
GÖZETİM TOPLUMU
Antik Yunancadan gelen bu kavramı, felsefi anlamda kullanan ilk kişi, ünlü İngiliz düşünür Jeremy Bentham’dır. ‘Pan’ ön eki bütün anlamına geliyor. ‘Opticon’ ise gözlemlemek fiilinin Antik Yunancası. Yani herkesin gözlemlendiği bir düzenin metaforu.
Jeremy Bentham 18. yüzyılın sonlarına doğru bir hapishane modeli tasarladı. Bu mimari tasarımda, daire şeklinde bir binanın tam ortasında bir kule bulunur. Kulede gözlemciler bulunur ve daire şeklindeki binadaki hücrelerin tamamını görebilirler. Bu yapı sayesinde kuledeki gözlemciler mahkûmları gözetleyebilirken, mahkûmlar kuledeki gözlemcileri göremezler. Bu nedenle kulede biri olsun ya da olmasın, gardiyanların bakışlarını üzerlerinde hissederler. Sürekli gözlemlendiklerini düşünen mahkûmlar davranışlarına her zaman dikkat etme eğiliminde olurlar.

Çizer: Willey Reveley (1791)
Bu mimari yapı, aslında sürekli gözetim hâlindeki toplumlar üzerindeki sosyal kontrolün ve disiplinin çok net bir metaforudur. Gözetleyebilen ama görünmeyen bir özne, müthiş bir gücü elinde bulunduruyor demektir. Artık fiziksel olarak bir gardiyanın kulede olup olmamasının bile bir önemi kalmamıştır. Mahkûmlar her an gözetim altında olabileceklerini bildikleri için asla özgür hissedemezler.
Fransız filozof Michel Foucault, ‘Panoptikon’ metaforunu modern toplumların hâlini ve bu toplumlarda süregiden iktidar ilişkilerinin işleyişini açıklamak için kullandı. Foucault'ya göre, günümüz toplumları ‘Panoptikon’un temel özelliklerini taşıyan bir ‘gözetim toplumu’na dönüşmüştür. Bireyler, görünmez bir otorite tarafından sürekli izlenme ihtimaliyle, kendi davranışlarını düzenlemeye ve iktidarın (gözetleyenin) normlarına uygun davranmaya zorlanırlar.
Bentham’ın bir gözetleyene (bakana) bile ihtiyaç kalmadan, bireylerin ‘öz disiplin’e sahip olmaları için ortaya attığı bu fikir, politikacıların arayıp da bulamadıkları bir tahakküm aracıdır aslında.
Michel Foucault da böyle düşünür. Ona göre iktidar ‘Panoptikon’ sayesinde artık sadece baskı yoluyla değil, görünmez, dağılmış ve toplum tarafından içselleştirilmiş yollarla da sindirilebilir. Bu disiplin toplumu, bireylere sürekli izleniyormuş hissi verdiği için onlar artık kendi kendilerini denetlemeye ve iktidarın istediği gibi davranmaya başlar. Çünkü artık gözetim dediğimiz şey dışsal bir baskı olmaktan çıkar ve bireyin zihnine yerleşir.
İşte bireyin bu hâli, aslında toplumsal düzen ve özgürlükler adına müthiş bir tehlikedir. Çünkü artık birey iktidarın işine gelen şeylerin ‘doğru’ olduğuna kendi kendini inandırdığı bir evreye geçmiştir. Bir anlamda artık iktidarın yalan söylemesine de gerek kalmamıştır. Birey kendi inanacağı yalanı kendisi uydurmaya başlamıştır artık.
Foucault ‘Gözetlemek ve Ceza Vermek: Hapishanenin Doğuşu’ (Surveiller et punir: Naissance de la prison) adlı kitabında şöyle diyor: “Modern iktidar artık yalnızca dışarıdan kontrol etmez; bireyin içine sızar ve onu kendi kendini kontrol eden bir özneye dönüştürür.” Bu anlamda iktidar kendine karşı gelenleri, eleştirenleri fiziksel hapishanelerde mahkûm etmekle kalmaz, ülkeyi koca bir hapishaneye dönüştürmüştür. Üstelik bu büyük hapishanede mahkûm olduğunun farkında olmayan mahkûmlarla doludur.

BAKIŞIN İKTİDARI
Çok açıktır ki Foucault ‘Panoptikon’u salt bir hapishane değil, çok net bir biçimde bir toplum modeli olarak tanımlıyor. O bu kavramı modern toplumlar ve modern iktidar üzerinden yorumluyor ama apaçık bir gerçek daha var. O da gözetim toplumunun aslında çok eskilerden beri var olduğudur. Antik çağlara kadar götürebileceğimiz bu modelde, iktidarlar zamanla gözetim araçlarını değiştirmiş olsa da gözetleme eylemini hep yaptılar. Elbette yeni araçlar bunun derinliğini, görünmezliğini ve içselleştirilme derecesini artırdı. Kapsamını genişletti ve çok daha etkin hâle getirdi. Ama hep vardı ve hep de var olacak.
Antik dönemlerde din bunun için kullanılan en etkin araçlardan biriydi. Eski Mısır Tanrısı Ra ‘her şeyi gören göz’dü. Yunan Tanrıları da her şeyi görür, bilir ve insana buna göre muamele ederlerdi. Vahiy dinleri de öyle değil mi? Tanrı her şeyi görür, her şeyi bilir, hatta senin için ‘cehennem’ dediği hapishanesini bile kurmuştur. Onun koyduğu yasalara karşı geldiysen, başka bir deyişle günah işlediysen ruhun bu hapishanede belki de sonsuza dek acı çeker.
Bakış, hele de başkasının bakışına maruz kalmayan bakış, öyle büyük bir iktidardır ki onu asla alt edemezsin. İşte bu inançla iktidarlar antik dönemden bu yana Tanrı-Kral ya da Tanrı’yı temsil eden krallar uydurmuştur. Tarihteki tüm imparatorlar, gücünü Tanrı’dan alır. Ya kendilerini bizzat Tanrı ilan etmişler ya da Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi oldukları fikrini bireylerin zihnine yerleştirmişlerdir. Osmanlı padişahları halka neden ‘kullarım’ diye hitap eder? Çünkü sadece kolluk kuvvetleri yeterli değildir halkı gözetleyebilmek için. Halkın zihnine kendi Tanrısal kutsallığını yerleştirir ki, bakışı hep üzerinde hissetsin; orada olmasa da onun tarafından gözetlendiği düşüncesi bireylerin içine yerleşsin. Bakışın iktidarı iliklerine kadar işlesin ki nasıl Allah’ı sorgulaması mümkün değilse padişahını da sorgulayamasın.
İHTİŞAMIN İKTİDARI
Devlet, antik çağlardan beri ihtişamlı yapılar kurar. Büyük tapınaklar, göğe yükselen sinagoglar, kiliseler, camiler… Bunlar sadece halk ibadetini yapsın diye inşa edilmez. Onlar aynı zamanda Tanrı’nın gözetleme kuleleridir. Tanrı’nın bizi her an gördüğünü bize her an hatırlatmak için de vardır o binalar. Koca koca saraylar, gökdelen gibi devlet binaları, devasa adalet sarayları sadece devleti yönetenler itibarlarını korusun, halk bürokratik işlerini buralarda halletsin diye kurulmaz. Onlar aynı zamanda devletin gözetleme kuleleridir. Bizi her an gözlediğinin fiziksel yansımalarıdır. Halk devletin gözünü her an üzerinde hissetsin diye ihtişamlıdır, bu kadar görünürdür onlar. Michel Foucault yine aynı kitabında “modern toplumda okullar, hastaneler, fabrikalar ve hatta evler panoptik prensiplerle işler” diye boşuna dememiştir.
DEĞİŞEN BAKIŞ (İKTİDAR) ARAÇLARI
Bizler homo faber yani alet yapan insanlarız. Yeni icatlar yapıyor, kendimiz için yeni alet edevatlar üretiyoruz. Tekerlekten yapay zekâya kadar icat ettiğimiz her alet hayatımızı kolaylaştırıyor. Ama aynı zamanda iktidarın işini de kolaylaştırıyor. İktidar üretilen her aleti biz farkına bile varmadan, o kadar ustalıkla kendi amaçları için kullanıyor ki…
Biz sosyal medya bizi eğlendiren bir araç zannederken, aynı araç iktidarın elinde mükemmel bir gözetleme aracı hâline dönüşmedi mi? “Aşılarla bize çip enjekte ediyorlar, bizi buradan takip edecekler” diyen komplo teorisyenleri, takip aracını yıllardır telefon formunda cebimizde taşıdığımızı göremiyorlar mı? Şirketlerin, markaların gözü hep üzerimizde değil mi? Aldığımız nefesi bile takip edip, bize kendi ürünlerini önerdikleri algoritmalarla üzerimizde kurdukları iktidarı yok sayabilir miyiz?
Gözetlendiğimizi hissetmemiz için iktidar artık ne Tanrı’ya ne de o koca koca yapılara ihtiyaç duyuyor. Biz homo faber olarak kendimizi iyice gözetlenir hâle getirdik zaten. ‘Panoptikon’u aslında kendimiz genişletiyoruz, farkında değiliz. Haftaya da bu yeni ‘gözetim aracı’nı tartışalım mı? Ne dersiniz?