İSTANBULLU RUMLARA ASIL DARBE 1964 SÜRGÜNÜ

Tarlabaşı’nda yıkım tehlikesiyle karşı karşıya bir apartman, Çember Apartmanı. Adını Atinalı Perikles’ten alan üç kuşaktır eczacı bir aileye mensup, Beyoğlu’nda yaşanan değişimi hayatına giren kadınlarla birlikte okuduğumuz Perikles ve Çember Apartmanı’nın diğer sakinleri… Defne Suman son yayımlanan ‘Çember Apartmanı’ kitabıyla yitip giden İstanbul’a ağıt yaktığını söylüyor. “Ağıt bir anlamda hatırlamaktır, dertlenmektir ama sadece yanmak, yakılmak değil! Bu öyküyü yakmak istedim, hatırlayalım, bilelim, görmezden gelmeyelim. Önünden geçip gitmeyelim görmemiş olmayalım diye. Mekânda hafıza gizli. Henüz gitmedi ama gidici belli ki. O nedenle bu kitap bize onları da hatırlatsın istedim” diyor. Kitap daha ilk satırlarından itibaren okuru çemberin içine alıyor. Kitabı bitirip kapağını kapattığınızda İstanbullu Rumların yaşadığı acılar, 1964 sürgünü, dağılan aileler, her şeye rağmen döngüsel bir şekilde devam eden yaşamlar, hayaller peşimizi bırakmıyor. Belki de Suman’ın kitaplarının okurlar tarafından bu kadar sevilmesinin sırrı daha ilk sayfalardan itibaren kitaba dahil olmalarıdır. 1964’te 20 kilo bavul ve 20 dolarla yurtlarından sürülen Rumların yaşadıklarını Çember Apartmanı’ndaki Leyla ve Perikles karakterlerinin konuşmalarında da görüyoruz. 6-7 Eylül olaylarıyla İstanbullu Rum nüfusun azaldığı düşünülse de Defne Suman asıl kaybın 1964 sürgünüyle olduğunu vurguluyor. “6-7 Eylül olayları sırasında İstanbullu Rumlar kaçtı diye düşünülür. Aslında öyle olmadı. Çok az sayıdaki insan olaylardan sonra İstanbul’dan ayrılmayı düşünüyor. Kitabı yazarken konuştuğum İstanbullu Rumlar 1955’te okullarda öğrenci sayısının azalmadığını, ancak 1964’ten sonra çok azaldığını söylediler.  Sürülen anne babalarıyla birlikte öğrenciler de Yunanistan’a gitmek zorunda kaldı. 1924 yılında İstanbullu Rum Cemaati 120 bin kişi, bugün ise 2500 kişi. Bu hiçbir cemaatte görülmemiş bir azalma. O kadar ağır bir kan kaybı ki varlıklarıyla, şarkılarıyla, kültürleriyle, dükkânlarıyla, binalarıyla İstanbul’u belki de en çok İstanbul yapan, mozaiğin en önemli parçası İstanbullu Rumlar. Bu parçanın yok oluşu İstanbul’un bir kanadının düşmesi demek.” Suman’la Çember Apartmanı’nın hikâyesini, adının nereden geldiğini, Perikles’in öyküsünü ve Beyoğlu’nda yaşanan değişimi konuştuk.

Kitabınızın adından başlayalım. Gerçekte böyle bir apartman var mı? Yoksa neden adı çember? Bize neyi ifade ediyor çember?

Böyle bir apartman yok. Kitabımı Mete Tapan’a okutmuştum. Uzun süre İstanbul Koruma Kurulu’nun başkanlığını yaptı. Kitap çıkmadan önce okuttum. Birkaç gün sesi çıkmayınca aradım, “Ne oldu beğenmedin mi kitabı?” diye sordum. “Yok çok beğendim ama bulamadım Çember Apartmanı’nı Tarlabaşı’nda” dedi.  Ona dertlenmiş. Kitapta adı geçen Kaymakçalan Sokak da Temrin Yokuşu da Çember Apartmanı da gerçekte yok! Bunu bilerek böyle yaptım. Gerçek bir yer olduğunda ona bağlı kalmak zorunda hissediyorum kendimi. Bu durum da beni kısıtlıyor. Kitabımı yazarken Orhan Pamuk’un Veba Geceleri kitabı yayımlanmıştı. O da bana bir esin kaynağı oldu. Hem gerçekle örtüşüyor hem de örtüşmüyor. Bu özgürlüğü de kendimi tanımak istedim. Tarlabaşı’nı, Beyoğlu’nu olduğu gibi tuttum. Çember Apartmanı nerede diyecek olursanız Galatasaray Balık Pazarı’ndan aşağı yürüyüp Tarlabaşı Bulvarı’ndan karşıya geçtiğiniz sokaklardan biri olarak düşünebilirsiniz. Çember fikri ise şöyle oluştu: Yakın bir arkadaşım Galatasaray’da Strongilo Apartmanı’nda oturuyor.  Strongilo yuvarlak demek. O apartmanın ismiyle başlatayım istedim. Sonra çemberin çok daha anlamlı olduğunu fark ettim. Bütün döngüler çember. Mevsimler, yıllar, dünya bir çember. Zaman da muhtemelen bir çember. Her şey evrende başladığı noktaya varıyor. Hayatın çember şeklinde düşünülerek daha kolay anlaşılacağını düşündüğüm için çember adını seçtim.

Perikles bütün yurttaşların siyasal haklara sahip olmasını sağlayan ve Atina'yı, Yunanistan'ın en önemli şehri haline getiren, demokrasinin gelişmesini sağlayan bir siyasetçi. Çember Apartmanı kitabınızdaki karakter de Perikles. Siz neden bu adı seçtiniz?

Perikles, Antik Yunan’da Atina’yı yaratmakta önemli bir rol oynamış. İsmini biliyordum, kulağıma da tınısı hoş geliyordu. Atina’da Perikles adında bir cadde var, heykeli de var. Azınlık ve yurttaş olmak arasında bağlantılar kurmak istediğim bir roman üzerine çalışırken kendi karakterime de haşır neşir olduğum Perikles adını verdim. Soyadında zorlandım. Drakos soyadını seçerken bütün şeceresini çıkarmak zorunda kaldım. On iki adadan gelenlerin, Karadeniz’den, Kütahya’dan gelenlerin veya Kayseri’den gelen Rumların farklı soyadları oluyor.  En sonunda -os soyadlı bir isim bulursan olur denildi. Perikles Drakos böylelikle ortaya çıktı.

“YİTİP GİDEN İSTANBUL’A AĞIT YAKMAK İSTEDİM”

Kitabınız Perikles ve ailesinin yanı sıra yaşamlarındaki diğer insanların da hikâyelerini anlatıyor. Tabi tüm bu süreçte İstanbul’da yaşanan değişim ve dönüşümü aktarıyorsunuz. Bu kitap yitip giden İstanbul’a bir ağıt mı?

Öyle olmasını istedim. Benim içimde böyle bir ağıt var. Bu sadece benim hayat sürecimdeki yitirilen İstanbul’la da sınırlı değil! Bizden önce başlayan bir yitim. Kitap o nedenle 1940’lara da uzanıyor. Perikles’in kendi tanıklığında yetmiş seneyi içeriyor. Ağıt bir anlamda hatırlamaktır, dertlenmektir ama sadece yanmak yakılmak değil! Ona bir şey yakmaktır. Bu öyküyü yakmak istedim, hatırlayalım, bilelim, görmezden gelmeyelim. Önünden geçip gitmeyelim görmemiş olmayalım diye. Mekânda hafıza gizli. Henüz gitmedi ama gidici belli ki. O nedenle bu kitap bize onları da hatırlatsın istedim.

“BEYOĞLU PLASTİKLEŞTİ”

Atina ve İstanbul arasında gelip gidiyorsunuz. Değişimi içeride gözlemliyoruz fakat sizin de düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum.  Şehre bir türlü yerleşemedik. Eskiler yıkılıyor ve yerine birbirinin aynısı olan binalar inşa ediliyor. İstanbul’dan uzaklaştıkça neler değişiyor? Siz nasıl görüyorsunuz?

Benbuna Beyoğlu’nun plastikleşmesi diyorum. Beyoğlu’nun güzel taşlardan, mermerlerden yapılmış, sağlam temeller üzerine kurulmuş, ince işçilikle çalışılmış binaları vardı. Bu ince işçilik de İstanbul’un kozmopolit yapısının hayata gelmiş haliydi. Ermeni, Rum, Türk ustalar, Levantenler, Gürcüler bu binalar için çalışmış. İstanbul’da son 100, 200, 300 yıldır yaşayan herkesin kardığı bir harcın ürettiği binalar vardı. Bu binaların kimisi yerle bir ediliyor kimisi de sözde renovasyonla Narmanlı Han örneğinde olduğu gibi, eski haline getirilmeyecek kadar zarar verilerek renovasyonu yapılıyor. Buna plastikleşme diyorum. Beyoğlu’nun çok güzel pasajları, ortasında avlusu olan binalarının hepsi birer tüketim mekânına dönüşüyor. Beyoğlu’nda üretimin sıfırlandığı tüketimin bu kadar yükseldiği bir dönem hiç olmadı. Narmanlı Han pek çok yazarın sanatçının, ressamın yaşadığı, ürettiği, matbaaların, gazetelerin çıktığı bir yerken bugün bir tüketim mekânı. Oraya giden gençler oradaki edebi sanatsal ve fikirsel üretime dair, hafızaya ilişkin bir şey bulamıyorlar.

“YUVAM, ÜLKEM İSTANBUL”

Kitabınıza Marquez’den bir alıntıyla başlıyorsunuz. “Hayatta mühim olan başından ne geçtiği değil senin neyi hatırladığın ve onu nasıl hatırladığındır.” Sizin hafızanızdaki İstanbul hangi yıllarda?

Yazar adaylarına “Sen sus, metin konuşsun” diyorum. İstanbul’u nasıl hatırladığım kitaplarıma da yansıyor. Kendi ömrümün sınırları içinde de hatırlamıyorum. Belki de bunu bize edebiyat yapıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın, OrhanPamuk’un, Bilge Karasu’nun İstanbul’undan da izler görüyorum. Tüm bunların birleşmesi gibi. Benim İstanbul’umun da yazarlarla harmanlandığını görüyorum. Lise yıllarımda kaçıp kaçıp Beyoğlu’na giderdim. O dönem Beyoğlu gidilebilecek bir yer değildi. Roman, öykü okumayı çok sevdiğim için Beyoğlu’nda Bilge Karasu’nun öykülerini görüyordum. Şehir hafızasının benim hayatımın sınırlarının çemberine bağlandığını söyleyebilirim. Hafızamda Boğaz kıyıları, adalar, Büyükada, Beyoğlu, Nişantaşı, Osmanbey var. Orhan Pamuk da hücrelerime girmiştir. Nişantaşı’nda Şişli Terakki Lisesi’nde okudum. 11 yaşından 19 yaşına kadar hayatım orada geçti. Bütün bunların toplamından oluşan bir İstanbul’um var. Son 15 - 20 yıldır dünyayı geziyorum ama benim hâlâ yuvam, ülkem İstanbul’dur.  

Perikles gibi dedesi, babası da eczacı. Köklü bir İstanbullu. Babası 1964 yılında ülkeden kovulan 30 bin Rumdan biri. Perikles İstanbul’da kalıyor. Dedesi Varlık Vergisi nedeniyle varını yoğunu satıyor ve Büyükada’da müştemilat gibi bir yerde yaşıyor fakat hayata küsmüş. Kimseyle konuşmuyor. İsmini’nin kocası da sürülüyor ama o kızının okulunu bahane ederek İstanbul’da kalıyor. Gidenler kadar kalanlar için de zor bir durum. Neden burada kalmayı tercih ediyorlar ve ne yaşıyorlar? Gitmek kadar kalmayı tercih etmek de çok zor değil mi?

Bir seçim olarak gidildiğinde muhakkak zorlukları vardır ama Perikles’in babası ve babasının dostlarının yaşadığı tarzda bir gidiş, sürgün edilmek, 48 saat içinde ülkeyi terk etmelerinin istenmesi ve yanlarında sadece 20 kiloluk bir bavul ve 20 dolarla gidişleri kalmaktan daha zor. 1964 yılında mart ayında 12 bin Yunan pasaportu taşıyan İstanbullu Rum ki kuşaklardır İstanbul’da yaşayan insanlardan bahsediyoruz. Yunan uyruklu olmaları Osmanlı zamanından gelen bir seçim özgürlüğü aslında. İki uyruktan birinin seçilebileceği uluslararası yasalarla güvence altına alınmış pek çok Yunan uyruklu ve İstanbullu Rum evliler ve vatandaşlıklarını kendilerinin seçtiği çocukları var. Perikles buna iyi bir örnek. Baba kendi babasından dolayı Yunan tebaasında kalmış. Anne Osmanlı tebaasında. Perikles’e Türk uyruğu verilmiş. Babanın 48 saat içinde gitmesi gerekiyor. Anne onunla gitmeyi seçiyor. 12 bin Yunan uyruklu İstanbullu Rum’un sınır dışı edilme kararı çıkıyor. Eşleri, çocukları, anne babalarıyla giden kişi sayısı 30 bine yükseliyor. Bu İstanbullu Rum Cemaati için çok büyük bir darbe oluyor. 6-7 Eylül olayları sırasında İstanbullu Rumlar kaçtı diye düşünülür. Aslında öyle olmadı. Çok az sayıdaki insan olaylardan sonra İstanbul’dan ayrılmayı düşünüyor. Yine toparlarız diye düşünüyorlar. Kitapta da yer vermeye çalıştım “Cana gelmesin mala gelsin, toparlarız” diyor karakterler. Hatta 1960’lı yıllara gelindiğinde ümit içindeler. Kitabı yazarken konuştuğum İstanbullu Rumlar 1955’te okullardan öğrenci sayısının azalmadığını, ancak 1964’ten sonra çok azaldığını söylediler.  Sürülen anne babalarıyla birlikte öğrenciler de Yunanistan’a gitmek zorunda kaldı. 1924 yılında İstanbullu Rum cemaati 120 bin kişi, bugün ise 2500 kişi. Bu hiçbir cemaatte görülmemiş bir azalma. O kadar ağır bir kan kaybı ki varlıklarıyla, şarkılarıyla, kültürleriyle, dükkânlarıyla, binalarıyla İstanbul’u belki de en çok İstanbul yapan, mozaiğin en önemli parçası İstanbullu Rumlar. Bu parçanın yok oluşu İstanbul’un bir kanadının düşmesi demek.  

“BİR TUTAM BAHARAT FİLMİ BANA İLHAM VERDİ”

Çember Apartmanı’nda Leyla, Perikles’in kitabını yazıyor ve Perikles’in 1964 sürgünüyle ilgili yazdıklarını okuduktan sonra isyan ediyor. 6-7 Eylül on sene öncesine kadar bu kadar konuşulmuyorken şimdi konuşuluyor. 1964 sürgünü için 2014 yılında çok güzel bir sergi yapıldı. Sürgün edilenler geri döndüler. Yeniden hatırlama oradan başladı. Yavaş oluyor böyle şeyler. ‘Bir Tutam Baharat’ filmi de tamamen bunun üzerinedir. Sirkeci’de acıklı bir ayrılma sahnesi vardır. Bana ilham veren de o sahnedir. Perikles’in ailesinin ve İsmini’nin eşinin ayrılışını o sahneden aldım.

Kitaplarınızla ilgili okurlarınızla geziler yapıyorsunuz. Kitapta geçen semtlere, mekânlara gidiyorsunuz. Çember Apartmanı için de böyle bir gezi planlıyor musunuz?

Elbette planlıyoruz. Yazarken, bölümleri oluştururken geziyi de aklımdan geçiriyordum. Yazarken ben de İstanbul’da Tarlabaşı’nda geziyordum. Herhalde tahminim aralık ayında olacak.

GABRIEL GARCIA MARQUEZ’DEN PERİKLES’E UZANAN ÇEMBER

Perikles yaşamını yazıyor. Leyla’nın yazdıklarını okumasını ve bir kitap haline getirmesini istiyor. “Beni mutlu eden, ruhumu doyuran tek şeyin yazmak, yazarak geçmişi yeniden kurmak olduğunu anlamaya başlıyordum” diyor. Siz de kitaplarınızda bugün ve geçmiş arasında gidip geliyorsunuz. Siz de Perikles gibi mi düşünüyorsunuz? Yazdığınız hikâyelerle geçmişi yeniden kurduğunuzu düşünebilir miyiz?

Burada çember tamamlanıyor. Baştaki Marquez’in “Hayatta mühim olan başından ne geçtiği değil, senin neyi hatırladığın ve onu nasıl hatırladığındır” sözüyle tamamlanıyor. Perikles de anılarını yazarken çizgisel bir geçmiş olmadığını hatırlıyor. Hep yeniden kurduğumuz bir geçmiş var. Gerçek olan bir an var o da yazı. Marquez de bunu söylüyor. Böylece Marquez’den Perikles’e çember de tamamlanmış oluyor. Leyla’nın bu kitabı yazmasını özellikle istedim. Hem aralarındaki bağ kuvvetlensin diye hem de Leyla hayalet bir yazar. Babasının polisiye kitaplarını da yazmış. Bu hoşuma da gidiyor. Okur bu bölümü Leyla mı yazdı yoksa Perikles mi yazdı diye düşünüyor. Sonra bir anda Defne Suman yazdı diyor, bir uyanış oluyor. Bu gidip gelişleri de okurda kaşımak hoşuma gidiyor.

Söyleşiyi izlemek için "bidebunu izle" YouTube kanalını ziyaret edebilirsiniz.

Çocuk Kitapları

MAHALLEYİ KURTARMANIN YOLLARI
Anıl Mert Özsoy
Can Çocuk

KAÇAN KAHRAMANLAR
Fadime Uslu
Günışığı Yayınları

MASAL MASAL İÇİNDE
Ahmet Ümit
Yapı Kredi Yayınları

KİMSE BAKMAZKEN DUYGULAR NE YAPAR?
Tina Oziewicz
Çevirmen: Edip Sönmez
Domingo Yayınları

HEP HAYIR! DİYEN ÇOCUK
Charlie Griffin
Çevirmen: Ahu Ayan
İş Bankası Yayınları

UÇAN SINIF
Erich Kästner
Çevirmen: Şebnem Sunar
Can Çocuk

Haftanın Kitapları

BİR KIŞ YOLCULUĞU
Şükran Yiğit
İletişim Yayınları

DÜNYANIN DİBİ OTELİ
Mehveş Evin
Kara Karga Yayınları

BİLİNÇLİ MAKİNELERE GİDEN YOL
Yapay Zekânın Dünü, Bugünü, Yarını
Michael Wooldridge
Çeviren: Özge Çelik
Metis Kitap

TÜRKLERİN TARİHİ
İlber Ortaylı
Kronik Kitap

BAŞARISIZLIĞA ÖVGÜ
Başarısızlıklar Başarıya Dönüştürülebilir
Mahfi Eğilmez
Remzi Kitabevi

HAYVAN HÜKÜMRANLIĞI
Jean-Baptiste Del Amo
Çevirmen: Şule Çiltaş
Can Yayınları

Çok Satanlar

1. Bir Aşk Masalı, Ahmet Ümit

2. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

3. Seninle Başlamadı, Mark Wolynn

4. İnsanlığımı Yitirirken, Osamu Dazai

5. Kaplanın Sırtında, İstibdat ve Hürriyet Zülfü Livaneli

6. Atomik Alışkanlıklar, James Clear

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi