Korku evi

Geçtiğimiz hafta Taksim’deki bir “korku evi”nde yaşanan bir olay haber oldu. Eğlenmek için giren genç bir kadın, içeride yaşadığı kâbusu anlatırken “Temas istemediğimi defalarca belirtmeme rağmen yaptı… Hâlâ titriyorum. Karanlıkta duramıyorum, ani hareketlerden korkuyorum. Benim hayatımı mahvetti. O sıra gerçekten ölmekten korktum" dedi. ‘Temas olmaksızın korkutulmak’ istemiş ama dinlememişler. Elektroşok bile uygulamışlar.

Birkaç dakikalık adrenalin arayışı, bir anda kâbusa dönüşmüş. Televizyonda anlattı hüngür hüngür.

Ah kızım! Ne demeye girdin ki o korku evine? Memleketin kendisi baştan başa korku evi değil mi? Zaten öyle bir evde yaşamıyor muyuz? Bilet de sormuyorlar üstelik.

Bedava korku işte.

Kızım, bu ülkede korku, ara sıra kapıldığımız bir duygu olmaktan çıktı, bir yönetim aracına dönüştü.

Görmez misin?

Bak ben bunları yazarken cümlelerimi ölçüp biçiyorum.

Kelimelerden korkuyorum.

Kendi kelimelerimden bile.

Kendinin de olsa serseri mayın gibi kelimeler. Kimi ne zaman çarpar belli değil bu zamanda kelimeler.

Korku, bu düzende artık anayasadan daha etkili bir güç.

Muhalif belediye başkanı, her an gelebilecek bir iftira nedeniyle yerine kayyum atanmasından korkuyor.

Öğretmen adayı, torpilliye yer açmak için mülakatta elenilmekten korkuyor.

Mahalle muhtarı, esnaf, apartman yöneticisi bile artık “aman yanlış anlaşılmasın” diye cümlelerini tartıyor.

“Savcı, hâkim, akademisyen, memur… herkes izleniyor, herkesin üzerinde bir elin gölgesi var.”

Korkuyor…

Her sabah “Bugün sıra kimde?” sorusu.

İnsanlar kapının zilinden korkuyor.
Yargı bağımsız değil.

Hâkim sürülmekten korkuyor.

Medya özgür değil.

RTÜK’ten korkuyor. Savcıdan korkuyor.
Bir tweet, bir pankart, bir karikatür, bir şarkı sözünden dosyalar açılıyor.

“Dilini koparırız” diyorlar.

“Osmanlı tokatını indiririz” diyorlar.

Şiddet dilinden korkuyor.

Herkes başka bir tür korku taşıyor.

Kira günü yaklaşan kiracı, markette fiyat soran emekli, kredi kartı ekstresini açmaya çekinen orta sınıf…
Market kasasında bir paket makarnayı bırakmak zorunda kalan kadın, “Gören oldu mu?” diye korkuyor.

Bir vatandaşın “Ekonomi kötü” demesi bile “ülkeyi kötü gösterme” sayılıyor. Bir çiftçi çıksın da desin bakalım; “Tarımı mahvettiniz. Anamızı ağlattınız.” Ne cevap alacağını biliyor.

Korkuyor.

İş adamları “Hukuk güvenliği olmadan yatırım gelmez, kayyumlarla, gözaltılarla ekonomi düzelmez” diyemiyorlar artık. “Haddinizi bileceksiniz. İş adamı derneğiyse iş adamı derneği gibi davranmayı öğreneceksiniz. Milleti kışkırtmayacaksınız, yargıyı baskı altına almaya kalkışmayacaksınız” derler diye korkuyor.

Kadınlar için durum daha da karanlık.

Kadınlar korkuyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğimizden beri neredeyse her gün bir kadın öldürülüyor.

Fail belli, ceza belli değil.

Kadınlar öldürülmekten korkuyor.

Korkunun da mühendisliği varmış meğer.

Bu tablo tesadüfen yaratılmadı. Bilinçli olarak planlandı ve hayata geçirildi.
Birini gözaltına al, on kişi susar.
Birini görevden al, yüz kişi hizaya gelir.
RTÜK cezalarıyla, sosyal medya yasasıyla, savcıların “talimatla açılan” davalarıyla kurumsallaştı korku.
Korku resmî dil, tedirginlik millî duygu haline geldi.

Artık susmaya zorlamaya da gerek yok. Herkes kendi kendini susturuyor. Memur “like” etmekten, öğrenci “retweet” yapmaktan korkuyor.

Oto sansür, yeni vatandaşlık refleksi.

Aman kızım!

Sen korku evinde birkaç dakika kalmışsın. Biz yirmi yıldır karanlık koridorlarda yolumuzu arıyoruz.
Şükret ki, sen kapıyı bulup çıkmışsın. Biz hâlâ içeride, birbirimize çarparak ilerliyoruz.
Birileri ışıkları kapalı tutmakta ısrar ediyor. Karanlık, iktidar sahipleri için en konforlu ortam çünkü.
Ama çıkış kapısının nerede olduğunu herkes yavaş yavaş öğreniyor.
Ve işte bu, her iktidarın en büyük korkusu.

Korkma sırası onda artık.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kaya Türkmen Arşivi