Pelin Batu
Alma Mahler: Dehaların ardındaki İlham
Alma Mahler ismi sizde nasıl bir çağrışım uyandırıyor bilmiyorum ama bende, Mahler soyadından dolayı müzik, partiler ve hızlı hayat imgeleri uyanıyor. Çünkü Gustave Mahler’in eşiyle ilgili yazılıp çizilmiş hayat öykülerinde onun bestekarlığından çok cinselliği ve özgür ruhunu ön plana çıkartmayı tercih etmişler- tabii, bu satıyor. Bunu anlayabiliyorum, insanların hayatını okurken, sansasyonel, heyecanlı kısımlar, gündelik, banal bilgilerden daha eğlenceli.
Buna rağmen, özellikle kadın biyografilerini erkeklerinkiyle kıyasladığımızda büyük bir fark görüyoruz. Mesela, Picasso ya da Einstein’in evlilik dışı ilişkileri, eşlerini aldatmaları veya onlara karşı kaba tavırları, belli başlı tarihçelerde karşımıza çıkar, ama arka plandadır. Herkes Picasso’nun meşhur bir sanatçı olduğunu bilir, keza Einstein dehanın ve bilimin poster çocuğu olmuştur. Özel hayatlarındaki detayları bilen bilir, çok da önem verilmez.
Oysa Mary Magdelena’lar veya Alma Mahler’leri yazarken hep cinsel bir objeye indirgenmiş, özel hayatlarının hayali ya da abartılmış kirli detayları afiyetle aktarılmış, vulgarize edilmiştir. Seks her zaman satar, ama özne kadın olunca cinsellik bir yaftalama damgası olarak kullanılıp tarihe kalıyor. Bugün herkes M.S. 1 yüzyılda yaşamış olan Mary Magdelena’yı bir hayat kadını olarak kabul ediyor, oysa İncil’in hiçbir yerinde böyle bir bilgi yok. Kutsal metinlerden bildiğimiz onun İsa’nın havarilerinden biri olması, İsa çarmıha gerilince tüm diğer havarilerin çil yavrusu gibi kaçtığını ama onun İsa’nın ayağının dibinde kaldığı ve İsa göklere yükselirken yanında olduğu yazılmış. Peki nereden çıkıyor bu hayat kadını hikayesi diye soracak olursanız, 590 yılında bir papa, yani Papa I. Gregori adındaki şahıs onu kevaşe ilan etmiş ve o gün bugündür bu doğru kabul ediliyor. Alma ise bir Magdelena olmasa bile onunla ilgili anlatılanlar hep skandalların kıyısında dolanıyor. Kimse onun ne kadar yetenekli bir müzisyen olduğundan bahsetmiyor. Neden acaba?
GUSTAV KLIMT’İN ARKADAŞI
Alma zamanın ünlü ressamlarından Emil Jakob Schindler ve eşi Anna Sofie’nin biricik kızları olarak 31 Ağustos 1879 yılında Viyana’da dünyaya geldi. Babasının eserleri Hapsburg Kraliyeti’nin ilgisini çekmiş, Veliaht Prens Rudolf ile aile tatillerine çıkmış, kısacası Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun başkentindeki kültür ve sanat dünyasının merkezinin içine doğmuştu. Babası Emil 1892 yılında vefat edince Alma’yı annesi ve babasının yakın çevresindeki sanatçılar büyüttü. Çocuk yaşta piyano eğitimi aldı, bol bol okudu, ressamların stüdyolarında takıldı. Daha 21 yaşındayken zamanın en başkaldırıcı ressamlarından Gustav Klimt’le arkadaş olur- Klimt ona aşık olur ama Alma Klimt’le sadece arkadaş olmak istiyordur ve bu arkadaşlıkları Klimt’in son gününe kadar devam eder. Alma çocukluğunda geçirdiği kızamıktan dolayı duyma yetisini kısmen kaybetmiş olmasına rağmen müzik her zaman hayatının merkezinde olmuştur, o yüzden de aşık olduğu adamların ressam değil de müzisyen olması şaşırtıcı değildir.
1900 yılında Alexander von Zemlinsky’den kompozisyon dersleri almaya başladığında hocasından etkilenir ve ikili çok geçmeden sevgili olurlar. Alma, Zemlinsky ile bir sene flört ettikten sonra hayatındaki en önemli adamlardan biri olacak Gustav Mahler ile tanışır. Tanıştıkları partide ikisi resmen Zemlinsky’nin müziği konusunda kavgaya tutuşmuştur, fakat ertesi gün bir kafede buluşurlar ve kıvılcımlar patlar. Alma ilk başta Zemlinsky’ye renk vermez, sonra pat: Mahler ile 8 Aralık 1901’de gizli bir şekilde nişanlanır. Zelinsky bu nişandan ay sonunda haberdar olur.
FREUD’UN VERDİĞİ NASİHATLER…
Karamsar ve derin bestelerine meftun olduğum Gustav Mahler’in eşiyle ilişkisini irdelemek hiçbir zaman hoşuma gitmedi zira Einstein’nin Mileva olan ilişkisini öğrendikten sonra ondan nasıl soğumuşsam burada da aynı şey oluyor. Geç-Romantizm ve Modernizm arasında bestekarlık ve orkestra şefliği yapmış Mahler, Alma’dan 19 yaş daha büyüktür. Dolayısıyla aşık olunan hoca klişesine çok uyan bir dinamikteki ilişkilerinde Gustav her daim eşini kısıtlayıp kurallar koyan bir adam olmuştur. “Bestekarın rolü, işçinin rolü bana düşüyor, senin rolün ise sevecen ve anlayışlı bir partner olmaktır... Senden çok şey istediğimin farkındayım ama bunu istemekte hakkım var çünkü karşılığında ne verebileceğimi biliyorum” yazmış olan Gustav Mahler’le birlikte olmayı, dalgalarda alabora olmak üzere bir kayığa binmeye benzeten Gustav’ın eski eşine kulak vermek gerekiyormuş demek. Dolayısıyla Mahler Alma’nın müziği bırakması ve dolayısıyla beste yapmamasına sebep oluyor- bu sayede iyi bir eş olmasını garantiye alacağını sanıyor. Alma evlendikleri yıl olan 1902’de ilk kızını dünyaya getiriyor, ardından 1904’te bir başka kızları oluyor. Fakat ilk kızlarının ölümüyle Alma ciddi bir depresyona giriyor. Gustav’ın, Alma’nın depresyonuyla ilgili Freud’a danıştığı, tam olarak ikilinin ne konuştukları bilinmemekle birlikte Freud’un patriarkal dünya görüşünü göz önünde bulundurursak belki de onun Gustav’a nasihat verip eşinin sanatçı hayatını engellemesini söylediği düşünülüyor. Kimileri de tam tersini iddia ediyor- Freud’un Mahler’e verdiği aklın, eşini kısıtlamaması olduğunu söylüyorlar. Sonuç ne oluyor tahmin edin? Alma sağlık ve moral bulmak için kaplıcalara gittiğinde o günlerde genç, umut vaat eden, sonraları 20. Yüzyılın en önemli mimari hareketlerinden birinin kurucusu olan Walter Gropius ile bir ilişkiye giriyor, yani müziğe değil aşka kaçıyor.
Mahler çok geçmeden hatasını anlıyor- eşini bu kadar kısıtlayıp yaratıcılığını kırmaya çalışırsa o da yuvadan uçar. Nitekim, Gropius meselesini rafa kaldırmak için Gustav Alma’nın müziğini ciddiye almaya başlıyor. Alma’nın bestelediği bazı parçaları gözden geçiriyor, bazılarını yayımlatıyor, hatta Sekizinci Senfonisini Alma’ya adıyor - kısacası Alma’yı kaybedeceğini anladığında ona bir birey gibi davranıyor. Fakat bu iş birliği çok süremiyor zira Gustav Mahler 51 yaşındayken vefat ediyor. Alma, Mahler’i kaybettikten sonra bir başka ressam olan Oscar Kokoschka ile iki sene boyunca birlikte oluyor fakat Oscar’ın kıskançlığı ve sanki Alma’nın sahibiymiş gibi davranması, Alma’yı soğutuyor dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Alma Gropius’a geri dönüyor. İkili 1915 yılında evleniyor, ardından bir kızları oluyor. (Manon 18 yaşında çocuk felcinden öldüğünde Alban Berg ona bir şarkı ithaf etmiştir). Fakat Gropius’un savaş zamanı cephede olması gerekiyor- bu esnada Alma, Mahler gibi Prag’da doğmuş olan bir başka Yahudi şairle ilişkiye giriyor. Franz Werfel ile 1929’da evleniyor fakat bu sefer de faşizm yüzünden hayatları altüst oluyor. Nazilerden kaçıp Amerika’ya gitmeye çalışıyorlar ama başaramıyorlar. Ardından İspanya üzerinden Portekiz’e oradan da New York’a 1940’da kapağı atıyorlar.
NEW YORK’TA BİR İLHAM PERİSİ
Alma Mahler Amerika’daki hayatında tam bir salon kadını. New York’taki evleri zamanın en önemli yazarlarından, onlar gibi Almanya ya da Avusturya’dan ABD’ye kaçmış sanatçıların buluşma noktası. Stravinsky ve Schoenberg gibi bestekarlar, veyahut Thomas Mann gibi yazarlar Alma ve Werfel’in Los Angeles’teki evlerinin de demirbaşı oluyor. Alma daha sonra tekrar Amerika’nın kültürel başkenti olan New York’a döndüğünde müzik dünyasının ilham perisi gibi Bernstein’in Mahler derslerinin, Benjamin Britten ve Alban Berg’in ona ithaf ettikleri parçaların odağı oluyor. 85 yaşında New York’ta hayata gözlerini kapattığında, tıpkı Salome gibi zamanın ünlü yaratıcılarının aşık olup kovaladığı güzel bir kadın olmanın ötesinde kendi ayaklarının üzerinde durabilen bir bestekar ve sanatçı olduğunun hakkı sonunda teslim ediliyor. Pennsylvania Üniversite’sinde bulunan evraklarından ortaya çıkan besteleri hala orkestralar tarafından icra ediliyor- belki bir Mahler ya da Stravinsky gibi tanınmıyor ama var.