Pelin Batu
Kendine ait bir ressam: Gabriele Münter
Dehalar ve arkalarında gölge gibi gizlenmiş kadınlar… Hayatı beklemekle geçmiş Penelope’ler… Hep aynı hikâyeye tanıklık edip yazmaktan usandım doğrusu. Acaba kolaya mı kaçıyoruz diye de düşünmeden edemiyorum. Bir taraftan “kötü adam” yaftasını yapıştırma alışkanlığı oluşuyor, bir taraftan da korkak, tembel veyahut egoist kişilerin “yok ettiği” ya da “yok saydığı” kadınları da görmezden gelemiyorum (hangisi daha kötü karar vermiyorum). Münter & Kandinsky filmini izledikten sonra Gabriele Münter’in hayatını merak edip araştırınca benzer bir manzara ile karşılaştığımı düşünüp Kandinsky’ye karşı bilendiğimi fark ediyorum…
O yüzden de Münter ve Kandinsky üzerinden “biyografi ve etik” tartışması açabiliriz. İkisi hakkında yazılmış makaleleri karıştırınca belki de dramatik etki için adamı harcamışlar mı diye sorguluyorum. İster istemez iki insan arasında geçenleri irdelerken yüzde yüz objektivite yakalayamıyorsunuz.
Ne kadar taraf olmamaya çalışsak da biri haksızlığa uğramışsa hiç düşünmeden taraf oluyorsunuz.
Ve hayatını çalıştıkça, sadece bir kişi tarafından değil, sistem tarafgir olduğu için kimilerinin silinip kimilerinin kaldığını anlıyorsunuz. Yine de hangi vasıtayla olmuş olursa olsun hakkı yeterince verilmemiş, yetenekli bir kadını keşfetmiş olmak güzel.
MÜNTER’İ NASIL ATLAMIŞIM!
Nasıl olmuş da Münter’i atlamışım diye düşünmeden edemiyorum.
Yıllardır sanat tarihi üzerine okumalar yapan biri olarak onun gibi önemli bir ressamı kaçırmış olmam, tarih yazılırken pek çok kadının arka plana atılması, gözden kaçması ya da silinmesiyle ilgili olsa gerek.
Daha önce burada yazdığım Camille Claudel gibi bunun çok örneği mevcut. Kandinsky, Franz Marc ve August Macke gibi modernist devirde dışavurumcu resimde çığır açan isimleri duymuşuzdur ama onlarla beraber sergiler açan, akımlarının mimarlarından biri olan bir kadının adının olmaması, yeteneğiyle ilgili olmasa gerek!
Bir kere zaten çok geriden başlıyorlar. Okullara alınmıyorlar. Yaşadığı dönemde Münter gibi ailesini ikna edip hayalinin peşinden koşmuş ve bunda ısrarcı olarak hayatının sonuna kadar sanatını icra etmiş çok az sayıda kadın var. Ve o, gayet başarılı olmuş olsa da göründüğü üzere diğerleri kadar ünlenmemiş.
1950’lerde çeşitli retrospektiflerle bir hatırlanmış, daha sonraki yıllarda dışavurumcu çağın önemli bir temsilcisi diye hakkı hiç yoktan teslim edilmiş, ama hâlâ bir Kandinsky ya da Marc ile yarışamadığı aşikâr.

GÖRÜLMEMENİN AĞIRLIĞI
Son yıllarda dünyanın çeşitli platformlarında, mesela “Barok kadın ressamlar” gibi başlıklar altında bazı isimler ön plana çıkarılmaya başlandı. Yine de sanat okullarından açık ara daha çok kadın mezun çıkmasına rağmen belli başlı galeriler onlarla orantısal olarak çok daha az çalışıyor ve sanat marketinde gelir dağılımı çok adaletli olmuyor. Dolayısıyla, Gabriele Münter karakterinin tarih sahnesindeki yerleştirilmesi geçmişte de ve günümüzde de bir mesele. Şimdi bu serzenişleri cebime koyarak kısa biyografisine gireceğim ki siz de görebilin “görülmemenin” ağırlığını.
RESİMDEN HİÇ VAZGEÇMEDİ
Gabriele (1877-1962) daha çocukluğundan resme meraklıydı. Berlin’de üst/orta sınıf, açık görüşlü bir aile içine doğduğu için özel dersler alma şansına sahipti ve bunu da sonuna kadar kullandı. O dönemde pek çok okul, kız öğrencileri kabul etmezken ne yapıp edip daha liberal eğitim veren ve pek çok aile tarafından dejenere kabul edilen stüdyolara gitti, ona miras kalan parayı okumaya harcadı, ne yaptı, ne etti resimden hiç vazgeçmedi.
21 yaşına geldiğinde ailesini kaybetmiş ama yüklü bir miras kalmıştı- gezdi, okudu, bağımsız ve özgür bir kadın olarak hayatını sürdü.
Kız kolejleri onu kesmemeye başlayınca, Münih sanat dünyasında avangart bir eğitim sunan Phalanx Okulu’na yazıldı. İşte burada hem hayatını hem sanatını derinden etkileyecek Wassily Kandinsky ile tanıştı.
ÖNCE ÖĞRETMEN SONRA SEVGİLİ
Kandinsky önce hocası oldu sonra sevgilisi. Açık havada ışığı yakalayıp resim çalışmak için Kochel, Kallmünz ve Murnau gibi yerlerde sınıf turlarına gelip giderken, Wassily ona ilan-ı aşk etti. Ve fakat küçük bir sorun vardı. Kandinsky evliydi. Kandinsky evliliğinin çoktan bittiğini, ruh eşinin Gabriele olduğunu söylüyordu. Beraber oldukları 12 yıl boyunca Gabriele’e boşanacağını vaat etti.
Sonra Birinci Dünya Savaşı patlak verdi.
Gabriele, âşık olduğu adama İskandinavya’ya gitmeyi önerdi, orada kendisi mütevazı bir şekilde tanınıyor, sergi açabiliyor, portre yapması için insanlar kapısını çalıyordu. Orada savaşa bulaşmadan yaşayabilirlerdi. Kandinsky, annesi ve eski eşi Rusya’dayken, üstüne üstlük Almanların en büyük düşmanı kabul edilen bir “komünist Rus” muamelesi görürken kalamayacağını ilan etti ve gitti.
Ondan sonra yolları pek kesişmedi- araya savaşlar girdi, sözler tutulmadı, mektuplar kesildi.
VE ‘THE END’
Ve sonra Gabriele, 1917’de Kandinsky’nin Nina isminde genç bir Rus kadınla evlendiğini ve çocuk yaptığını duydu. Bu kadar yıl boyunca onu bekleyen, öldü mü, kaldı mı diye merak eden Gabriele küplere bindi. The End.
Fırtınalı ilişkilerinin magazinsel anatomisini bu şekilde çizebilirim. Ama bu tipik ve sıradan bir evlilik/evlilik dışı ilişki hikâyesi olurdu.
Beni asıl heyecanlandıran onun neredeyse tek başına göğüslediği mücadele. Sanata verdiği ehemmiyet sayesinde basın bu yeni dışavurumcu akımı barbar bularak yerden yere vursa da o vizyonlarına sonuna kadar inanıyor ve savunuyordu.
BÜYÜK PATLAMA ETKİSİ: BLEU REITER
Bleu Reiter (Mavi Süvari) adlı kısa yaşamış ama big bang gibi bir etki yaratmış akımın kurucu üyesiydi. 1911’de kurulan Bleu Reiter’ın adının bulunmasının müsebbibi miydi, bilinmez. Ama şunu biliyoruz; mavi rengini seven Kandinsky ve atlara meftun Marc’ın ortak kararıyla akımın adı koyuldu ve Münter tüm bu tartışmaların ortasında hiç de öyle geri planda kalmadı.
Onların tek derdi sergi açabilmek değil, dünyaya farklı bir şekilde bakmayı ve ruhun özünü yakalayıp yansıtmaktı.
Manifestolarında, sergilerinde Münter gayet faaldi. Hatta birinci sergide 8, ikinci Bleu Reiter sergisinde sadece kendisinin 14 tablosu yer aldı. Yağlı boyadan ahşap oyma, fotoğraf ve cam boyamaya kadar birçok teknik kullandı.
‘BIRAK BU İŞLERİ KOCA BUL!..’
Kız kardeşi ona “Bırak bu boş işleri, kendine münasip bir koca bul” dese de o yaşam seçiminin arkasında duruyor ve yılmıyordu.
Naziler evini defalarca basıp ‘dejenere sanat’ olarak niteledikleri eserleri toplatıp yakarken o belki de toplama kampına gönderilmeyi göze alarak tüm arkadaşlarının tablolarını saklamıştı.
1967’de 80 yaşına geldiğinde yıllarca gözü gibi sakladığı 80 tane tablo ve 330 çizimden mürekkep tüm koleksiyonunu Münih’teki Stadtische Galerisi’ne bağışladı. Aslında bu koleksiyonla beraber insanlar Mavi Süvari akımının, Alman dışavurumculuk ve ‘fauvist’lerin ne acayip bir devrim yarattığını da görmüş oldular. Macke ve Marc, Alman cephesinde ölmüştü, Kandinsky Rusya’ya dönmüştü. Geriye Münter kaldı ve onun bu eserleri korumasıyla Alman modernizminin başyapıtları da dünyaya kaldı.
KANDINSKY İLE AYRILINCA…
Tüm bunlara rağmen, Kandinsky ile ayrılınca ismi çizildi. En sevdiğim ressamların başında gelen Paul Klee, Kandinsky’ye Bauhaus’a katılmasını önerirken, Gabriele’a hiç böyle bir davetiye uzatan yoktu. Oysa Kandinsky’nin dediği gibi hepsinin Münter’den öğreneceği şeyler vardı. Öncelikle cesaret.