Boray Acar
Gerçekten Narin’i mi Konuşuyoruz?
Görmekten, duymaktan ve bilmekten iğrenilecek hadiselerin işgal ettiği bir gündemi konuşuyoruz. Kemal Can’ın yazısından ilhamla, asıl olay; “Neyi konuştuğumuz değil, nasıl konuştuğumuz...” Küçük bir kız çocuğunun canice katledilişinin hangi düzlemde ele alındığına bakmak yeterince fikir veriyor. Gerçekten objektif bir bakış ile sorunun köklerine inmeye mi çalışıyoruz, yoksa olaydan hareketle hesaplaşma listesine yeni bir satır mı ekliyoruz, bunun farkına varmak gerekiyor.
Tayyip Erdoğan’ın vurgusu da esasen bu yönde… “Kimileri 8 yaşında hayattan kopartılmış bir çocuğun cenazesi üstünden siyaset yapacak kadar insanlıktan çıkabiliyor…” derken doğru noktaya temas ediyor. O doğru söylüyor da tamburası ne çalıyor belli değil. Zira konuyu siyasete alet etmekten daha vahim şeyler var. AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var. Çünkü aile de bizim dostlarımız...” demişti. Bu kadar hassas bir meselede dahi, feodal ilişkiler ve bu ilişkilerin siyaset üstündeki gücü soruşturma sürecini etkileyebilecek düzeyde merkeze oturabiliyor. Ensarioğlu’nun bu açıklaması kendi başına soruşturmaya en azından tanık olarak dâhil edilmesi için bir gerekçe olabilirdi. Bu açıklama üstüne ilgili mercileri harekete geçirmesi gereken Adalet Bakanı da Ensarioğlu’nun sözlerine tercüman olmanın, davasını(!) aklamanın derdinde, “adalet”in değil. Sadece o değil, iri laflar ederek konunun üstünde olduğu imajı veren herkes aslında tezvirat yapıyor.
Aynı günlerde Tekirdağ’da benzer bir olay vuku buldu. 2 yaşındaki Sıla bebek, üvey babası ve 14 yaşındaki komşuları tarafından cinsel istismara ve şiddete maruz kaldı ve yazının yazıldığı vakitlerde yaşam mücadelesi veriyordu. Bu defa işin içinde -görüntü itibariyle- muhafazakârlar, tarikatlar, cemaatler vesaire yok. Bu iki olay, yaşanan iğrençliğin nedenini dini örgütlerde arayan sekülerler ile ahlaksızlığı seküler yaşam biçimine bağlayan muhafazakârlar için ders niteliğinde... Bir çocuğun ve bir bebeğin hayatına kastedebilecek kadar canavarlaşmanın nedenlerini yaşam biçimlerinde arama yüzeyselliğinden kurtulmak için doğru politikalar geliştirmeye ihtiyaç var. Bunun da çocuk yaşta evlilikler için “çocuğun rızası”ndan bahseden Adalet Bakanı, “Bir kereden bir şey olmaz.” diyen Aile Bakanı ve topyekûn bu politik kültür ile olamayacağı aşikar..
Toplumsal bilinci ve duyarlılığı artırmayı, bu yolla bir iç denetim modeli yaratmayı hedef alan stratejiler üretmek ve bunları doğru bir eğitim sistemiyle desteklemek vesaire uzun vadeli bir projeksiyon olabilir. Ancak öncelikle adalet mekanizmasının işini yapması, bunun için de adalet sistemi üstündeki siyasi baskının kalkması gerekiyor. Olay açığa çıktığı gibi failleri korumak için ortaya atılan siyasilerle bu ne kadar mümkün, kararı sizler verin. Esasen, herkes her şeyin farkında… Asal Araştırma, 26 ilde 17-27 Ağustos tarihleri arasında 2 bin kişiyle yaptığı ankette “Türkiye’de en güvendiğiniz kurum hangisidir?” sorusunu yöneltmiş. Anket sonuçlarına bakıldığında yargıya güven %1,4 ile son sıralarda, yani yerlerde sürünüyor.
Yargı ve adalet mekanizmasının bu hâli suça teşvik ederken suçluyu da cesaretlendiriyor. Her yargı dönemi öncesinde “yargı reformu” diye ortaya atılıp vadettiği hiçbir şeyi yapmayan iktidar, yaşananlardan elbette sorumludur. AKP iktidarının tarihi, bir yönüyle de örtülü afların tarihidir. Detay bilmek isteyenlere Anayasa Hukukçusu Tolga Şirin’in, T24’te konuyu ele alan aydınlatıcı yazısını bulup okumalarını tavsiye ediyorum. Türkiye’yi yönetenlerin vicdanı sadece “mahkûm muhalif siyaset erbabı” için kapalı. Onun dışında tacizcisi, tecavüzcüsü, mafyası, katili, gaspçısı, kara para aklayıcısı “iyi hâl” gibi gerekçelerle affediliyor, salıveriliyor ve toplum içine karışıyor. Yakın vadede alınabilecek en etkili tedbir ağır müeyyideler uygulanması iken, suçlu adeta ödüllendiriliyor. Kısacası; son dönemin alametifarikası olan cezasızlık kültürü burada da kendini gösteriyor. Kadın, çocuk, savunmasız birey de bundan payını alıyor.
Toplum olarak yaşadığımız kolektif acıyı, şu an için kolektif tepkiye tahvil etmek dışında bir seçeneğimiz yok. Bunun için de olayları magazin haberi düzeyinde ele alma basitliğine son verecek bir sosyal bilincin oluşmasına ihtiyaç var. İradesi popülist hassasiyetlerin, feodal bağların ve oy fetişizminin kölesi olmayan idealist politikacılar, örgütlü sivil toplum ve siyaseten değil gerçekten dezenformasyondan azade bir iletişim modeli bizi bu ideale yaklaştırabilir…