Bütün bunlar ne için?

Ben çoğu geceler içiyorum, dedi. Şakağımdaki ağrıyı duymamak için, iştah açmak için falan diyorum ama değil, biliyorum. Bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum…

— Ya içmediğin zamanlar?

— O zaman ararım.

— Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap...

— Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı.

— Anlamadım.

— Tutamak sorunu dedim. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.”(Aylak Adam, Yusuf Atılgan, Yapı Kredi Yayınları)

•••

                Bundan 200 milyon yıl önce ezan yahut çan seslerinin yükselmediği, bayrakların mavi göklerde dalgalanmadığı ve beka probleminin zihinlerde soru işaretleri doğurmadığı zamanlarda yer küre tek bir kıtadan oluşuyordu. Uzmanların Eski Yunanca’dan esinlenerek Pangea (pan=tüm, bütün, Gaia=yeryüzünü simgeleyen ana tanrıça) adını verdikleri bu kıtanın önce ikiye (kuzeyde Laurasia, güneyde Gondwana) ardından irili ufaklı parçalara ayrılması oluşumu devam eden yer kürenin jeolojik süreçlerinden sadece biriydi. Carl Sagan’ın evrenin, dünyanın ve insanoğlunun varoluşunu anlatmak için faydalandığı Kozmik Takvim’e göre her şeyin başlangıcı sayılan Büyük Patlamanın 1 Ocak günü saat 0:00’da meydana geldiğini kabul edersek, aynı yılın 31 Aralık günü saat 23:59:36’da, yani bir sonraki yıla girmemize sadece 24 saniye kala insanoğlu tarihindeki ilk en önemli kırılma noktası olan tarıma başlamıştır. Çünkü bu takvimde 1 saniyede 438 yıl, 1 saatte 1.58 milyon yıl, 1 günde ise 37.8 milyon yıl geçmektedir.*

Çöküş

                Sagan’ın Kozmik Takvim’i on beş milyar yıl yaşındaki evrende ne kadar kısa süredir var olduğumuzu gözler önüne sermesi açısından önemli. Avcı toplayıcı olarak başlayan insanlık tarihi bugünkünden çok daha ılıman iklim koşullarının yaşandığı Ortadoğu coğrafyasında tarıma ve yerleşik yaşama geçilmesiyle bambaşka bir düzeye evrildi. Tarımın bir yan getirisi olan fazla ürün ise insanoğlunu daha önce görülmedik gelişmelere savuruyordu. Binlerce yılda yaşanan bu kümülatif gelişmelerin ardından bugün insanlık teknolojide ve tüketim dünyasında yaşananlarla bir esrime halinde uzayın derinliklerini inceleyebilecek teleskoplara da, çevrimiçi bağlantı sayesinde alışveriş anında bize içini gösteren akıllı buzdolaplarına da sahip artık (Ne büyük bir keyif!Ne dersiniz?). 

                İngiliz yazar ve araştırmacı Steve Taylor on binlerce yıllık birikime rağmen bugünün dünyasında bile hâlâ devam eden savaşlar, sömürüler ve ölümlerin içinde bulunduğumuz bir delilik hâletiruhiyesinden kaynaklandığını öne sürüyor ve ilk insanların bize göre çok daha aklı başında olduğuna dair kanıtlar sunuyor. Taylor’a göre günümüzden altı bin yıl evvel Orta Asya ve Ortadoğu’da yaşanan birtakım ekolojik olaylar sonrasında “Çöküş” adını verdiği ve o günün dünyasında insanlığın büyük bölümünün deneyimlediği psikolojik bir dönüşüm yaşandı.Taylor’a göre avcı ve toplayıcı olarak nitelenen ilk insanlar kısa süren ömürlerine, vahşi hayvan saldırıları, hastalıklar ya da hayal dahi edemeyeceğimiz konforsuz şartlara rağmen bugünün modern insanına göre çok daha keyifli bir hayat sürüyorlardı. Altı bin yıl evvel yaşanan iklim değişikliği ve tetiklenen ekolojik olayların Orta Asya ve Ortadoğu’da yaşayan topluluklarda bir dizi değişim yarattığına inanan yazar, doğanın bir parçası olarak, (modern insana göre) sıfır ego ile yaşayan ilk insanların değişen şartlar altında düşünce dünyasında da birtakım farklılaşmalar meydana geldiğini öne sürüyor. “Ego Patlaması” adını verdiği bu değişimle beraber çöküş yaşayan topluluklarda daha önce varolmayan servet ve iktidar arzusunun ortaya çıktığına inanan Taylor, insanlık tarihinin son altı bin yıllık tarihine damgasını vuran toplumsal rahatsızlığın da temel nedeni olarak bu değişimi görüyor.**

“Bakmaya değer mi?”

                Gökyüzünün kül rengine boyandığı yağmurlu bir kasım öğleden sonrasında bakışları camda usul usul süzülen yağmur damlalarına odaklanmıştı. Nicedir unuttuğu bir şey aklına gelmiş gibi elini soğuyan çayına uzattı. Çayından kısa bir yudum, külü iyice uzamış sigarasından uzun bir nefes çekti. Yavaşça soluna döndü. Kendisiyle aynı yaşlarda olan arkadaşının kırlaşmış saçları, çizgileri her geçen gün daha da belirginleşen yüz hatları genç yaşına rağmen yaşamın yarattığı yorgunluğu yoruma yer bırakmayacak kadar net yansıtıyordu. Bakışlarını yine akıp giden damlalara çevirdi. Dudaklarından şu sözler döküldü:"Yoruldum, patron. Yollarda yağmurdaki bir serçe kadar yalnız olmaktan yoruldum. Yanımda hiç arkadaş olmamasından bıktım. Nereye gideceğimizi, nereden geldiğimizi söyleyecek biri. İnsanların birbirine kötü davranmasından bıktım. Her gün dünyada hissettiğim ve duyduğum acılardan bıktım. Çok fazla var. Sanki her an için kafama cam parçaları batıyor. Anlıyor musun?"

                Arkadaşı sessizce dinledi bu çok bilindik repliği. Tabakaya uzandı. Bir sigara da o yaktı. Az sonra tiradına başlayacak bir oyuncu gibi derin bir nefes aldı. “Evet” dedi. “Yorulduk! Yorulduk be patron! Küçük sefil hayatlarımızda bu Allah’ın belası boşluğu dolduracak bir anlam, bir gaye bulabilmek için didinmekten yorulduk. Nedir bu sürekli arayışımız? Neyi kaybettik, neyi arıyoruz? Neden dolmuyor bu içimizdeki kör karanlık. En güzel arabaların, lüks evlerin, bol sıfırlı bakiyelerin, yumruk kadar mücevherlerin dahi dolduramadığı lanet olası bir gayya kuyusu bu. El kadar bebelerde, yaşlı buruşuk dedelerde, köhne viranelerde, bin odalı köşklerde hep aynı lanetli boşluk. Canımızın sıkılmasından korkuyoruz. Canımız sıkılınca elimizin gidip o boşluğa dokunacağını biliyoruz. Televizyona dalıp gitmelerimizde de, telefonda sürüklenişimizde de hep aynı gaye. Kimse o yorgun ve umutsuz hımbıl Katip Bartleby olmak istemiyor. Herkes jilet gibi maaşallah. Modern zaman gladyatörü. Oyunu kurallarına göre oynamak derdindeler. Kimi üç günde bir, kargocunun getireceği siparişlerle dolduruyor anlam boşluğunu, kimi akademi merdivenlerinde, plaza asansörlerinde, ışıltılı sahnelerde, lüks teknelerde, değiştirilen perdelerde…Gücümüz yeterse en güzel kızlar, en yakışıklı erkekler, şimşek gibi arabalar, ok gibi yatlar; gücümüz yetmezse Mügelerle, Didemlerle, dizilerle, derbilerle, nefesle, hevesle…ama hep bir şeyle, hep bir şeylerle doldurmak zorundayız. Bu boşluk bizi korkutuyor aziz dostum. Bir kara delik gibi bizi içine çekmesinden korkuyoruz.”

                Sarma sigarasından bir nefes daha çekmek için ara verdi konuşmasına. Arkadaşı hâlâ sessizce dışarıyı izliyordu. Yağmura rağmen etrafta sürekli bir devinim hâli. Yürüyenler, koşanlar, bir türlü durduramadığı taksiye ağız dolusu küfredenler, marketten iki paket şeker kapmanın gururu yüzünde, yirmi beş kuruşluk poşet elinde muzaffer bir komutan edasıyla evine gidenler…

                Sigara dumanının maviliği etrafa dağılırken tekrar konuşmaya başladı:

                Bütün bunlar ne için he? Ölüm gerçeğinin koyun karanlığından koşarak uzaklaşmaya çalışan biz modern, biz çağdaş, biz teknoloji tutkunu insanlar… Biz değil miyiz kapitalizmin yarattığı bu sahte refah çöplüğünde hayatına anlam katacak bir şeyler arayışındaki sefil fareler? Tek bir kıtadan parçalanan, sürüklenen, çarpışan, kırılan yer küre gibi bugünün insanlığı da ego adacıklarına ayrıldıkça ondaki bu arayışın farkında olan yüce yüce patronlar zihinleri meşgul etmek adına önlerine attıkları iki parça yemle mutsuz çoğunluğun mutlu olmasını mı bekliyor? Bu uykulu arayış hâlimiz de nedir böyle!  Evet Bay C. haklısınız. Bu lanet olası insanlığın lanet olası bir tutamak sorunu var.”

                Uzun süredir sessiz kalan arkadaşı plastik sandalyesinden hafifçe doğruldu. Az önce küllüğe bastırarak boğduğu sigarasının ardından bir tane daha yaktı. Kır saçlı genç az önceki tiradının ardından sessizliğe boğulmuş, bebek arabasını daracık kaldırımlarda sürmeye çalışan genç annenin çabasını izlemeye dalmıştı.

                Yeni yaktığı sigarasından ilk nefesi çekip dalgın arkadaşına döndü:

                “Pascal diyorum. Hani şu filozof olan. Ne demişti? Hah! Dur hatırladım. ‘İnsanoğlunun mutsuz olmasının tek nedeni, odasında sessizce ve huzur içinde oturmasını bilmemesidir. İnsanlara hayırlı gelen tek şey, kim olduklarını düşünmekten onları alıkoymaktır. Kumar, savaş ve yüksek mevki sahibi olmak isteği bu yüzden bu kadar rağbet görüyor.’ Bu saçmalığın orta yerinde ne halt ediyoruz peki biz? Her şey çok saçma. Bu bitmeyen deveran, koşma, koşturma, uzanma, sıçrama, batma… Saçmalık hayatın ta kendisi olmuş Camus’nun dediği gibi. Ve biz şimdi egosu Avrupalı beyaz adamınki kadar büyük olmayan, mülk edinme kültürü gelişmediği için kızılderilileri ruhu olmayan alt insan olarak tanımlayanların gözlükleriyle mi bakıyoruz hayata? Pehh!!”  

                Akşamın kadife bir perde gibi yumuşacık güne kavuşmasını izlediler sessizce. Telefona gelen bildirim sesiyle bölündü sessizlik. Merakla telefonunu çıkardı kır saçlı genç. “Ooo!” dedi gözlerini kocaman açıp. “Aziz dostum! Trendyol’da botlarda sezon indirimi varmış. Ne dersin bakmaya değer mi?”

*

**Çöküş-6000 Yıllık Delilik ve Yeni Bir Başlangıç, Steve Taylor, Çeviri: Fulya Özkan, Maya Kitap

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi