"Cumhuriyet bir anda kurulmadı"

Kişisel İktidardan Millet Meclisine Saltanattan Cumhuriyete’ kitabının yazarı Fatma Eda Çelik, Cumhuriyet’in Mustafa Kemal Atatürk’ün “Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan ediyoruz” dediği ana kadar bir kişinin düşüncesinde saklı bir şey olmadığını, sınıflar mücadelesinin ete kemiğe büründürdüğü bir yönetim şekli olduğunu vurguluyor.

Yeni bir devlet kurulurken bu devleti oluşturan yönetim ilişkileri, sermaye birikimi ve bu birikimin nasıl bölüşüldüğünden bağımsız olarak devlet mekanizmasını anlamamız mümkün değil. Bunun için bu hafta sayfamızı yayımlandıktan kısa bir süre sonra üçüncü baskısına ulaşan Fatma Eda Çelik’in ‘Kişisel İktidardan Millet Meclisine Saltanattan Cumhuriyete’ kitabına ayırıyoruz.

Çelik kitabında Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e uzanan bir yönetim tarihi araştırması yapıyor. Artı değerle birlikte oluşan sermaye birikimi ve bu birikimi elde eden grupların oluşturduğu yönetim şekilleri merkezi devletin oluşumuna kadar uzanıyor. Kitapta Osmanlıların boydan beyliğe geçişi, sınıflaşma ve tabakalaşmayı ve bunlara eşlik eden soylulaşma ve imparatorluğa evrilen süreci, feodal ilişkileri, beyin sultanlaşmasını ve sonraki süreçte beyliğin devletleşmesini, tımar sistemini, imparatorluk aşamasını ve padişahın değişen konumunu, isyanları, imparatorluğun çözülüşünü okuyoruz. Ardından Cumhuriyet devrimi ve kişisel iktidarı tahtından eden millet meclisi ise tüm bu yönetim ilişkileri bağlamında kavramları ve toplumsal süreçleri daha iyi anlamamızı sağlıyor. Ayrıca İstanbul-Ankara hükümetleri arasında yaşanan ikilik, bu durumun doğurduğu çıkmaz, meclisteki mücadeleler, cumhuriyetin ilanı ve devlet başkanlığı tartışmasıyla oluşan ulusal egemenlik, cumhuriyeti ve o günkü kadroların hangi süreçlerden geçerek bu yönetim şeklinde karar kıldıklarını anlatıyor. Fatma Eda Çelik cumhuriyet, “Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan ediyoruz” dediği ana kadar bir kişinin düşüncesinde saklı bir şey değildi diyor. “Cumhuriyet, bir sınıfsal ve siyasal konumlanma. Sınıflar mücadelesinin ete kemiğe büründürdüğü bir yönetim şekli. Sınıflar, 1920’lerde, anlatmaya çalıştığım gibi konumlanmasaydı, örneğin, Meclis İstanbul’da kalsaydı, Cumhuriyet yönünde böyle bir devrimci süreç yaşanmayabilirdi. Cumhuriyetin ilanının hemen öncesinde İstanbul merkezli yaşanan gruplaşmalara ve sonrasında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na giden sürece baktığımızda, İstanbul’daki sınıf ve tabakalarla ve dahası, siyasal birikim ayrıcalıklarını da koruyan sınıf ve tabakalarla uyumlaşan bir oluşum içine girilmek istendiğini görürüz. Cumhuriyet, 1923’te aldığı biçimi, o günün sınıfsal ve siyasal konumlanmalarına borçlu.”

Fatma Eda Çelik Cumhuriyet’in yönetim tarihine, meclisin karar mekanizması haline nasıl geldiğine ve cumhuriyete giden sürece ilişkin sorularımızı yanıtladı. 

İlk bölümde yönetme faaliyetini kapsamlı bir şekilde ele alıyorsunuz. Yönetim bilimleri alanında uzmanlığınız var. Yönetim tarihi yanında yönetim bilimleri disiplini, kamu politikaları ve kamu mali yönetimi alanlarında çalışmalarınız var. Devlet mekanizmasını ve oluşum sürecini anlamak için yönetsel formları, artık değeri ve bunların nasıl dağıldığını öğrenmek neden önemli?

Devlet, toplumdan bağımsız bir kurum değil. Salt kurumsal özellikleriyle ve kurumu oluşturanlara bakarak anlaşılamaz. Devlet, tarihin her döneminde var olmuş bir kurum da değil. İnsanların, işbirliğine dayanan, eşitlikçi örgütlenmeler içinde yaşadıkları dönemlerde devletten bahsedemiyoruz. Ne zaman ki, topluluk içinde, kadın ve çocuklardan başlayarak, yaşamın yeniden üretimi için üreticilerin emekleri ve bedenleri üzerinde denetim kurulmaya başlanıyor; işbölümüyle birlikte, üretici faaliyette bulunan insanlar ile başkalarının emek yetisine el koyan insanlar birbirinden ayrılıyor, işte o noktada bir yönetme faaliyeti ortaya çıkıyor. Demek ki, üretimin yönetimi ile topluluğun yönetimi iç içe gelişiyor. Toplumsal artığın belirli ellerde yoğunlaşmasıyla bir tabakalaşma ve soylulaşma süreci yaşanıyor. Kabile şeflerinin, şamanların, kurultayların ortaya çıktığını görüyoruz. Bu kişi ve tabakalar, kendilerini içlerinden çıktıkları topluluklardan soyutlayarak toplum üstünde bir sömürü ve tahakküm gücü elde ettiklerinde ve bu iktidarlarını sistematik hale getirip, belirli organlar eliyle yönetmeye başladıklarında devletin ortaya çıktığından bahsedebiliriz. İbn Haldun’un mülk-devlet adını verdiği erken devlet böyle ortaya çıkıyor. Osman Gâzi çevresinde ganimet ve kutsal savaş için toplanan alplerin, gâzilerin oluşturduğu uç beyliğinden, artığa el koyma ve bölüşüm ilişkilerinin tımar sistemi gibi askeri-mali-idari bir yönetim sistemi üzerinden örgütlendiği bir beyliğe geçiş, devletleşme sürecini görünür hale getiriyor.

Devlet dediğimiz mekanizma toplumsal ilişkilerin örgütlenme tarzının soyutlanmış bir biçimi diyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Toplumsal ilişkiler dediğimiz sömürü ve tahakküm ilişkilerinin, yoğunlaşma ve merkezileşmeyle birlikte aldığı özgün bir biçim. Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti içinde devlet, işte, bu sömürü ve tahakküm ilişkilerine göre farklı biçimler aldığı için, bu ilişkiler içinde devleti düşünmek önemli. Sınıfları, sınıf mücadelesini görmez ve egemen sınıfların nasıl yönettiğini, yönetimin nasıl farklı biçimler aldığını göremezsek devleti anlayamayız. Peki, devletin aldığı farklı biçimleri kavramak için, özel olarak nereye bakmalıyız? Sömürü ve tahakküm ilişkilerini aynı anda görebileceğimiz toplumsal artığa el koyma biçimlerine bakmalıyız. Oğuz Oyan’ın çok güzel ifade ettiği gibi, Osmanlı’da artığa, toprak köylünün tasarrufunda ve iş araçları da onun mülkiyetinde olduğu için, doğrudan üreticinin kişiliği üzerinde sınırlı da olsa bir mülkiyet hakkı iddia edilerek el konulabiliyordu. Bunun için kılıç ve makam gibi siyasal zor aracılığıyla doğrudan üreticinin kişisel bağımlılık ilişkileri içinde beye, tımarlı sipahiye, paşaya, vezire veya sultana bağlanması esastı. Cemal Kafadar’ın dikkatimizi çektiği dizelerle şöyle özetleniyordu bu bağlanma süreci: “Ekme bağ bağlanırsın / Ekme ekin eğlenirsin / Çek deveyi güt koyunu / Bir gün olur beğlenirsin” Bu da, sadece doğrudan üreticinin beye değil, beyin de beye bağlandığı bir himaye ilişkisi ortaya çıkarıyordu. Bu nedenle, farklı biçimler almış olmakla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu, dolaylı kolektif sömürü ve tahakküm mekanizması şeklinde bir devletti. Kişisel tabiiyet ilişkileri belirleyiciydi.

“TARİH YAZININDA ATATÜRK VE VAHDETTİN KARŞITLIK İÇİNDE YER ALIR”

Bu çalışmayı yaparken çıkış noktanız neydi?

Bu soruyu, Osmanlı-Türkiye tarihinde devletteki dönüşümü veya devletin farklı biçimler almasını nasıl ve neden kendinize dert etmeye başladınız diye anlıyorum. Bu derdin nedeni klasikleşmiş Cumhuriyet tarihi anlatısı. Cumhuriyet tarihyazınında Atatürk ve Vahdettin birbirleriyle sürekli karşıtlık içinde yer alıyor. Ankara Hükümeti-İstanbul Hükümeti ve hatta Cumhuriyet ve Osmanlı arasındaki karşıtlık da bu iki kişi üzerinden kuruluyor. Temel derdim, tüm bu karşıtlıkların neden bu iki kişi veya kişiler üzerinden kurulduğuydu. Temel sorum buydu.

Bu da beni kaza kaza şu noktaya getirdi: Aslında biz somutta iki kişiyi değil, iki kişi üzerinden toplumsal ilişkilerin iki farklı örgütlenme tarzını tartışıyoruz. Sadece literatürde değil, 1920’lerde de tartışma bu ikilikler üzerinden kopmuş. Ve yine, tartışılan bu iki kişi değil, onlarda cisimleştiği düşünülen iki devlet biçimi. Burada araya şu argüman girecektir. Mustafa Kemal otoriter bir figürdü. Bir mutlakıyet bitmiş; bir başka otoriter rejim başlamıştı. Cumhuriyet, Osmanlı’nın güçlü devlet geleneğini veya otoriter yönetim tarzını devam ettirdiği için, karşıtlığın iki kişi üzerinden yaşanması normaldi. Benim bu argümana cevabım cepheden bir hayır. 1918 ve 1924 yılları arasındaki gelişmeler, karşıtlığın kişisel tabiiyet ilişkilerine dayanan bir Osmanlı ile bu ilişkilerin karşıya alındığı yeni bir iktidar biçimi arasında olduğunu gösteriyor. Kişisel tabiiyet ilişkileri, hem yoğunlaşma ve merkezileşmenin süreçleri nedeniyle hem de anayasal olarak, sultan-halife olan padişahta cisimleştiği için, bu düzenin devrimci bir şekilde karşıya alınması toplumsal ilişkilerin örgütlenme sürecinde son halka olan devlet başkanlığı makamını ve alacağı biçimi mücadele konusu haline getiriyor. İki kişi üzerinden, aslında biz, devlet başkanlığı makamını tartışıyoruz. Kişisel bir görünüm almasının ardında da makamın tarihsel olarak hep tek kişide olması var.

Kitabınızda İstanbul’un işgalinin önemli bir kırılma noktası olduğunu belirtiyorsunuz. İstanbul işgal edilmeseydi durum farklı mı olurdu?

İstanbul’un önce fiili sonra resmi işgali bir kırılma yaratıyor. İstanbul’da Saray, Padişah’ın başında olduğu Hükümet ve denetimindeki kurumlar dışında, 1908’den beri bir iktidar alanı olmuş Meclis-i Mebusan’ın parçası olacağı bir yönetim yapısının yaşayamayacağı ortaya çıkıyor. Misak-ı Milli’yi kabul etmiş Meclis dağıtılıyor. Mevcut Osmanlı Hükümeti’nin tek ajandası İtilaf Devletleriyle barış antlaşması imzalamak. İstanbul’dan Anadolu’ya geçmiş İttihat ve Terakki kadroları, yerel eşrâfın bel kemiğini oluşturduğu Kongrelerle temeli atılmış Kuvayı Milliye ve Sivas Kongresi’nden beri onu merkezi bir örgüt altında birleştirmeye çalışan Heyet-i Temsiliye ve Başkanı Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da. İstanbul’un işgali Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut yapısı içinde bağımsızlık mücadelesi verilemeyeceğini gösterdiği için, mücadelenin merkezi, İstanbul mu Anadolu mu tartışmalarını sona erdirecek şekilde, Ankara’ya kayıyor ve Anadolu’ya geçiş hızlanıyor. Bu temel kırılma noktamız. Eğer İstanbul işgal edilmeseydi işin seyri farklı olabilirdi. O andan itibaren ikili iktidar durumu ortaya çıkıyor. Tabi, ikili iktidar demek, sınırları ve biçimi belli bir devletin bir anda ortaya çıkması demek değil. İstanbul’daki devlete karşı yeni bir iktidarın oluşum süreci demek. Yeni bir iktidarlaşma süreci, yeni bir devlet oluşumu demek.  Hatta Osmanlı’dan başka bir iktidar mı, ayrı bir devlet mi kurulacak tartışması demek.

“MECLİS HEM KURTULUŞ SAVAŞI’NIN HEM DE DEVRİMİN MERKEZİ”

Büyük Millet Meclisi’nde de ciddi tartışmalar var.  Kırılma noktası ne oluyor?

Kendi içinde çok çatışmalı bir süreç bu. Büyük Millet Meclisi açılma sürecinde çatışmanın içeriği ve tarafları netleşiyor. Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal Paşa, bir kurucu meclis kurulmasına taraftar. Kâzım Karabekir, Celâleddin Arif Bey, Dr. Rıza Nur Bey, Hüseyin Avni Bey, Ali Şükrü Bey gibi isimler ise, bu görüşe karşı çıkıyor. Sonunda Heyet-i Temsiliye, kurucu meclis yönünde değil, ancak olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin kurulması yönünde karar alabiliyor. Hatta çağrıda, işgal altındaki hilafet ve saltanat makamlarının ve Osmanlı Devleti’nin kurtarılması için millet tarafından olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara’da toplanması için her türlü tedbirin alınacağı belirtiliyor. 23 Nisan 1920’de Meclis bu çerçevede toplanıyor. 24 Nisan’da Mustafa Kemal Paşa, Meclis’in başkanı olduğu Heyet-i Temsiliye’nin bütün görev ve yetkilerini üstlenerek bir hükümet kurması yönünde bir önerge veriyor. Büyük Millet Meclisi’nin kendi üstünde hiçbir irade tanımaması, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplaması, padişah vekili olacak geçici bir hükümet başkanı seçmemesi, bu yetkileri doğrudan kendisinin kullanması yönünde bir önerge bu. Ne kadar keskin ne kadar devrimci bir metin olduğunu görüyorsunuz, değil mi! Meclisi hem kurtuluş savaşının hem de yeni devletin merkezi haline getiren bir bakış. Bu öneri, 1922 yılına kadar çatışmanın fay hattını oluşturacak. Öneri karşısında hemen ertesi gün, tek bir hükümet olduğu, onun da Osmanlı Hükümeti olduğu; Meclis’te yeni bir hükümet kurulamayacağı, ancak “millet sıfatıyla icrai faaliyet”te bulunulabileceği yönünde başka bir teklif veriliyor. Meclis’in Encümenler eliyle bu faaliyeti yürütmesi öneriliyor. Burada bir kelime oyunu var. İcrai faaliyet, kelime anlamıyla yürütme demek. Ama yetkisiz, daha doğrusu yetkinin İstanbul’da muhafaza edildiği bir işlerin idaresi önerisi bu. Yani bir kesim, Osmanlı İmparatorluğu’nda o zamana kadar hiç olmamış bir şeyi, yani yürütme yetkisinin de Meclis’e verilmesini, tüm yetkinin Meclis’te toplanmasını, bir Meclis Hükümeti kurulmasını savunuyor. Diğer bir kesim, Meclis’in hükümetleşemeyeceğini savunuyor. Görüldüğü gibi, bir hükümetleşme ve aynı anlama gelmek üzere bir devletleşme iddiası var; bu yönde bir mücadele veriliyor.

Sonraki süreçte çatışma nerede devam ediyor?

İlk hükümet, yani İcra Vekilleri Heyeti, 2 Mayıs’ta kurulabiliyor. Meclis 23 Nisan’da açılıyor; ama Meclis ancak 2 Mayıs’ta hükümet kurabiliyor. Tabii ki, burada bitmiyor. Bundan sonrası, İcra Vekilleri Heyeti’nin görev, yetki ve sorumluluklarının belirlenmeye çalışılması mücadelesiyle geçiyor. İcra Vekilleri Heyeti ile Meclis ve Meclis Başkanı arasındaki ilişkinin ne olacağı da büyük tartışma. 1921 Anayasası dahi birçok başlıkta sessiz kalıyor. Çatışma, sessiz kalınan bir başlıkta, devlet başkanlığı makamının yetkilerinin nasıl kullanacağı konusunda kopuyor. Bildiğiniz gibi, yürütme, devlet başkanı ve hükümetten oluşuyor. Yani ikisini birden kapsıyor. Hükümete ilişkin düzenleme yapmaktan imtina eden kesim, devlet başkanlığını ağzına bile almıyor. Ta ki, ancak devlet başkanı tarafından kullanılabilecek yetkiler ile hükümet kararlarının onaylanması gibi kararlar şiddetli tartışmalar yaratana kadar.  Kanûn-ı Esâsî’ye göre af, rütbe verme, harp ilanı, teşkilat tanzimi gibi kararlar, padişahın yetkisinde. Bu başlıklarda şiddetli tartışmalar yaşanıyor. Ancak asıl bomba Başkumandanlık Kanunu’nda kopuyor.

“DEVRİMİN ÖZGÜNLÜĞÜ TÜM YETKİYİ MECLİSTE TOPLAMASI”

Meclis Başkanı fiili bir devlet başkanı gibi hareket ediyor ama tek bir devlet başkanı var, o da İstanbul’da. Mustafa Kemal’in, sadrazamlar gibi başkumandanlığı padişah vekili olarak üstlenmesi isteniyor. Mustafa Kemal “İstanbul’daki padişah artık buraya kadar, ileri gitme derse ben ne yapacağım?” diye soruyor. “Vekaleten üstlenmeyi reddediyorum ama bana başkumandanlık yetkilerini verirseniz üstlenirim” diyor. 600 yıldır padişahta olan yetki, bu kanunla Meclis Başkanına geçiyor. Bu Meclisin aldığı en önemli kararlardan biri oluyor. 29 Ekim’de de Cumhuriyet ilan edilirken, benzer bir karar alınacak. Anayasa değişikliği temelde iki şeye karar vermiştir. Biri Türkiye Devletinin hükümet şeklinin Cumhuriyet olduğu. Diğeri, bu kararı hayata geçirmenin olmazsa olmazı devlet başkanının Cumhurbaşkanı olacağıdır. Cumhurbaşkanı, Meclis içinden ve tarafından seçilecektir. Hilafet makamı da 3 Mart 1924’te kaldırılacak. Devriminin özgünlüğü tüm yetkiyi Meclis’te toplaması. Meclis hükümetleşiyor ve devletleşiyor. En son olarak da kendi içinden devlet başkanını da çıkarak, devlet başkanını dahi ben belirlerim diyor. Bu kararla devletleşme süreci tamamlanıyor.

“150 YILA YAYILAN KAPİTALİSTLEŞME SÜRECİ”

Bugün Türkiye’de adına Türk tipi başkanlık denilen bir sistem var. Türkiye’de adına yarı başkanlık denilen bir sistem var. Pek çok durumda bu sistemin meclisi nasıl etkisizleştirdiğini ve tek adam rejiminin devlet mekanizmalarını nasıl işlemez hale getirdiğini gördük. Son yapılan seçimlere bu nedenle kritik bir anlam yükleniyordu. Bir dönüm noktasıydı adeta. Çünkü yeni sistemin inşa sürecinin başlayacağı söyleniyordu. Cumhuriyet’in kurulma sürecini bir devrim olarak görmek yerine Atatürk’ün diktatör olup olmadığını tartışanlar var. Oysa savaş sürecinde de meclisin işlediğini görüyoruz. O günkü meclisle bugün işlevsiz hale gelen meclis arasında nasıl bir farklılık var?

Her dönemde sömürü ve tahakküm ilişkilerini birlikte düşünmemiz gerekiyor. Bazen sadece siyasi zor düşünülüyor, bazen de sömürü ilişkileri. Oysa bunlar bir arada işleyen süreçler. Modern devlet oluşumu, hukuk devletinin ilkeleri, devletin kurumsallaşması, sadece tahakküm ilişkilerinin dönüşümüyle ilgili değil. Sömürü ilişkilerinin de dönüşümüyle ilgili. Osmanlı İmparatorluğu 150 yıla yayılan bir kapitalistleşme süreci yaşıyor. Modern devlet oluşumu bu sürece eşlik ediyor. Toplumsal ilişkilerin örgütlenme tarzındaki dönüşüm hem sömürü ilişkilerini hem de tahakküm ilişkilerini kapsıyor. Kitabımın yöntemsel ve kuramsal olarak modern devleti ele alan diğer çalışmalardan farklılaşan temel noktası da bu. Önemli iktisat tarihçileri Osmanlı’daki dönüşümün 150 yıla yayıldığını görmemizi istiyor. Genel algımız ise; 1920’lerde bir burjuva devrimi olduğu şeklinde, ya da bu, 1908’e çekiliyor. Yani bir siyasal devrim oluyor ve o devrim tepeden kendi sınıfını yaratıyor şeklinde. İktisat tarihçileri bize, tam tersine, 150 yıla yayılan bir çiftlikleşme ve kapitalistleşme süreci olduğunu gösteriyor.

EŞRAF - ESNAF BURJUVAZİSİ

Daha önce bahsettiğim gibi, burada toplumsal artığa el koyma sürecinde yaşanan dönüşüm belirleyici. Öncesinde siyasal zor aracılığıyla sağlanan bir siyasal birikim var. Verginin nakdileştirilerek çekilmesi, bir havale ilişkisi üzerinden merkeze aktarılması ve doğrudan yönetim alanları yaratan mukataa-malikâne alanlarının kurulmasına dayanan iltizam sistemi, Osmanlı kırında toplumsal artığın çekilmesini borç ilişkilerine bağlıyor. Bu bir iktisadi zor oluşturuyor. Fiili özel mülkiyet – doğrudan üretici köylünün yaşadığı mülksüzleşme baskısı altında Osmanlı kırı çözülüyor. III. Selim dönemine geldiğimizde siyasal birikim ayrıcalıklarıyla dolaylı yoldan topraktan artık çeken vezir ve paşaların artık çekmekte zorlandığını, onların kapılarını oluşturan ve artığı doğrudan yerinde çeken eşrâf ve âyânın ise, artık artığı bölüşmek istemediklerini görüyoruz. Âyânlar Çağı dediğimiz bir dönem yaşanıyor. II. Mahmud âyânların siyasal ayrıcalıklarını ellerinden alıyor. Balkanlarda toprakları Emlâk-ı Hümâyûn Çiftlikleri olarak el değiştiriyor. Ancak, bu mevcut eğilimin güçlenerek devam etmesine neden oluyor. İstanbul merkezde yoğunlaşan servet birikiminin çiftlik işletmelerine akmasına ve bir sermaye birikimine dönüşmesine neden oluyor. Sevgili hocam Alp Yücel Kaya, Tanzimat’ın ünlü paşası Mustafa Reşid Paşa’nın Tırhala’daki çiftliklerini nasıl birer işletme olarak örgütlediğini belgeleriyle ortaya koyuyor. 19. yüzyılda İstanbul merkezli bir müteşebbis-toprak sahibi sınıf oluşuyor. Mali ve ticari sermayeyle eklemlenerek gelişiyor bu sınıf. Bir yandan da siyasal ayrıcalıkları ellerinden alınmış ama iktisadi ayrıcalıklarını korumuş eşrâf dediğimiz bir tabaka var. Âyân adı verildiği dönemdeki gibi siyasal güçleri yok, ama iktisadi güçleri var. Bunlar da kır kökenli burjuvaziyi oluşturuyor. Burjuvazinin bu iki tabakası arasında bir çelişki ve çatışma var. 20. yüzyıla geldiğimizde Batı ve Orta Anadolu’da hâkim üretim örgütlenmesi büyük toprak sahibi-ortakçı arasındaki ilişkiye dayanıyor.

Siyasal birikim yanında ortaya çıkan bu sermaye birikimi, kendine iktidar alanı oluşturmak için siyasal birikim mekanizmalarının dayandığı kişisel tabiiyet ilişkilerini gayrişahsileştiriyor. Hükümette, yani Heyet-i Vükelâ’da yer bulamayan sınıf ve tabakalar, merkezi ve yerel meclisler kanalıyla kendilerine iktidar alanları oluşturuyor; bu meclisler kanalıyla yönetmeye başlıyor. Ama imparatorluğun sonuna kadar, özellikle iltizam sistemi ve vakıflar nedeniyle, belirli sınıf ve tabakalar, siyasal birikim ayrıcalıklarını korumaya devam ettiği için, bu yeni iktidar alanları yönünde bir çözülme değil, onlarla çatışma içinde yeni bir imparatorluk oluşumu ortaya çıkıyor.

İşte, 1920’de Büyük Millet Meclisi bu ortama doğuyor. İktidarın gayrişahsileştiren bir pratiğine dayanıyor. Anadolu’ya geçiş, sınıfsal tabanının, tarihsel olarak İstanbul’daki sınıf ve tabakalarla belli bir çatışma içinde olan eşrâfa kaymasına neden oluyor. Zafer Toprak Hocanın titizlikle ve ısrarla göstermeye çalıştığı gibi, İttihat ve Terakki’nin Milli İktisat politikasıyla daha da güçlenen ve esnafla birlikte el değiştiren sermayeye ortak olan bir tabaka bu. Eşrâf ve esnafın temelini oluşturduğu, Türk ve Müslümanlardan oluşan bu burjuvazi, İngiliz ve Fransız sermayesiyle eklemlenmiş kozmopolit Osmanlı burjuvazisini, sermaye birikimini artırmak için karşısına alıyor. Savaş koşulları bu süreci derinleştiriyor. 1920’lerde Meclis’te alınan Emlâk-ı Metruke kararları bunu gösterir. Ermeni ve Rumların terkedilen topraklarına fiilen el koyanlar, resmi olarak bu toprakların sahibi oluyor. Büyük Millet Meclisi’nin İstanbul’u, İstanbul burjuvazisini, gayrimüslimleri ve emperyalistleri karşısına alan yapısı böyle bir sınıfsal temele sahip. İktidarlaşma süreci, siyasal birikim ayrıcalıklarının ve tüm kişisel tabiiyet ilişkilerinin karşıya alınmasını dayatıyor.

Bugüne gelecek olursak, yine toplumsal ilişkiler nasıl örgütleniyor ona bakmamız lazım. Sermaye birikimi kişisel tabiiyet ilişkileri üzerinden ilerlemeseydi, Meclisi karşısına alan ve bu ilişkileri güçlendiren bir yönetsel pratik ortaya çıkmazdı.

“TARİHLE YA KAVGA EDİYORUZ YA DA NOSTALJİ YAŞIYORUZ”

100.yılda geldiğimiz noktayı bir geriye dönüş olarak değerlendirebilir miyiz?

Kitabın üçüncü baskısı yapılırken, yayınevim, İmge Yayınevi 2023 yılı içindeki tüm kitapları Cumhuriyet’in 100.yılına armağan olarak bastı, basıyor. Cumhuriyeti anlamak ve sorgulamak için bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Tarihe bakışımız genelde, tarihten büyük insanlar, büyük anlatılar çıkarmak üzerine kurulu. Çekip çıkardığımız bu kişi ve anlatılarla ya kavga ediyoruz ya da onlarla bir nostalji yaşıyoruz. 100. yıl da maalesef şimdi sizin bana sorduğunuz gibi soruların sorulacağı değil, kavga-yerme, nostalji-yüceltme sarmalında geçecek gibi. Onun için 100. yılda geldiğimiz noktayı tayin etmemiz, görmemiz zor olacak. Oysa, sorgulamaya kapı aralayacak bir tarih çok işe yarar. Kitapta anlatmaya çalıştığım gibi bir çerçevede sınıfsal ve siyasal bağlamı içine yerleştirebilirsek Cumhuriyetin kuruluş sürecini ve dahası Cumhuriyetin 100 yılını, onu gerçek anlamda görmeye başlayabiliriz. İddiam şu yönde. Cumhuriyet, “Efendiler, yarın cumhuriyeti ilan ediyoruz” dediği ana kadar bir kişinin düşüncesinde saklı bir şey değil. Bir anda kurulan modern devletin bir biçimi değil. Cumhuriyet, bir sınıfsal ve siyasal konumlanma. Sınıflar mücadelesinin ete kemiğe büründürdüğü bir yönetim şekli. Sınıflar, 1920’lerde, anlatmaya çalıştığım gibi konumlanmasaydı, örneğin, Meclis İstanbul’da kalsaydı, Cumhuriyet yönünde böyle bir devrimci süreç yaşanmayabilirdi. Cumhuriyetin ilanının hemen öncesinde İstanbul merkezli yaşanan gruplaşmalara ve sonrasında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na giden sürece baktığımızda, İstanbul’daki sınıf ve tabakalarla ve dahası, siyasal birikim ayrıcalıklarını da koruyan sınıf ve tabakalarla uyumlaşan bir oluşum içine girilmek istendiğini görürüz. Cumhuriyet, 1923’te aldığı biçimi, o günün sınıfsal ve siyasal konumlanmalarına borçlu. Sınıfsal ve siyasal konumlanmalar değiştikçe, o da değişme baskısı altında kalmış, kalıyor. Bunu görmek lazım.

“DEVRİME GİDEN SÜREÇTE GÜÇLÜ BİR CUMHURİYETÇİ HAT VAR”

İkinci bir nokta da şu. Devrime giden süreçte, bizim görmediğimiz ve ısrarla görmek istemediğimiz, güçlü bir cumhuriyetçi hat var. Siyasal bir mücadele hattı. Programatik de bir hat. Darülfünun hocası Abdurrahman Şeref Efendi, Mülkiye’de devletler tarihi anlatırken, farklı devlet biçimlerini de anlatıyor. Mutlak monarşi, meşruti monarşinin yanında cumhuriyeti anlatıyor. Fransız ve Fransız Devrimi tarihini anlatmak, cumhuriyeti anlatmak demek. Abdülhamid kitaplarında hep bu noktayı sansürlüyor. Bu Abdurrahman Şeref Efendi, Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, II. Meclis’in Meclis Başkanı ve Cumhuriyet’in ilan edildiği, Meclis’in Cumhuriyeti kabul ettiği o gün, “Tahminimden de çok cumhuriyetçi yetiştirmişim” diyor. Biz bu hattı da ihmal ediyoruz. Bu hat, o günün, somut sorunlarına somut çözümler geliştirmiş bir hat. Beğenmek zorunda değiliz. Ama görmek ve anlamak zorundayız. Onlar Fransız Devrime baktıkları zaman, ondan bir nostalji çıkarmamışlar. Çıkaramazlarmış da. Kendi ülkelerinde olan bir devrim değil sonuçta. Ama ona yakından bakmışlar, incelemişler; kendi sorunlarına çözüm olabilecek yönlerini görüp anlamaya çalışmışlar. Cumhuriyetçi bir hat oluşturmuşlar. Bizde teorik tartışmalar çok cılız. Onun için Cumhuriyeti o düşünsel boyutta değil, pratikteki mücadeleler içinde aramamız lazım. Büyük Millet Meclisi’nin, 1920’den 1923’e ve 1924’e giden süreçte iktidarını nasıl tekleştirdiğini, bunun için nasıl bir mücadele yürüttüğünü gördüğümüz zaman, Cumhuriyet’in kuruluşunu anlayabiliriz.

“FRANSIZ DEVRİMİ’Nİ EN İYİ ANLAYAN RUS SOSYALİSTLERİ OLDU”

Eric Hobsbawm, Fransız Devrimi’nin 200. yılını konu alan konuşma ve kitabında şunu diyor. Bir dönem bir sınıf veya tabaka, belli bir düşünceyi egemen kılmaya çalıştı; kendisini iktidara taşımak için bir yönetim düşüncesini iktidar yaptı diye, o sınıf ve tabaka, tarihi boyunca bu düşünceyi savunacak diye bir şey yok. Evet, diyor, burjuvazinin bir kanadı, Jakobenler, cumhuriyeti savundu. Burjuvaziyi iktidara taşıdı. Cumhuriyeti yönetim biçimi yaptı. Ama burjuvazi, daha devrimin barutu soğumadan aristokrasiyle masaya oturdu. Napolyon eliyle imparatorluk kurdu. 1848 devrimlerinde halkla arasına bir daha kapanmayacak bir mesafe koydu. 1871 Paris Komününü bastırıp, bir daha devrimler yaşanmasın diye Paris’in en yüksek tepesine görkemli bir kilise inşa etti. Ama aynı zamanda Cumhuriyet düşüncesi el değiştirdi. Cumhuriyeti sahiplenen sınıf ve tabakalar değişti. Fransız emekçileri cumhuriyetçi bir hat oluşturdular. Dahası, bu devrim tarihini en iyi okuyan ve en iyi anlayan Ekim Devrimi’ne giden günlerde Rus sosyalistleri oldu.

Fatma Eda Çelik Kimdir?

ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitede Araştırma Görevlisi olarak çalıştı. Doktorasını devlet başkanlığı konulu teziyle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamladı. Yönetim bilimleri alanında uzmanlaşan Çelik’in, yönetim tarihi, yönetim bilimleri disiplini, kamu politikaları ve kamu mali yönetimi alanlarında ulusal ve uluslararası yayınlarda makale ve kitap bölümleri yayınlanmıştır. Son yıllarda çalışmalarını 19.ve 20.yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti yönetim tarihi üzerine yoğunlaştırmıştır. Çelik çalışmalarını Paris’te PSL Université – EPHE’de (Ecole Pratique des Hauts Etudes) sürdürmektedir.

Haftanın Kitapları

Ağaçların Rüyası

Oylum Yılmaz

Doğan Kitap

Hayalperest Mimarlık / Özgür Aletlerin Mimarlığı

Ali Artun

İletişim Yayınları

Romanın Kaygısı

Orhan Koçak

Metis Kitap

Ruhunu Satanlar Derneği

Fatih Gezer

Everest Yayınları

Enver

Murat Bardakçı

Turkuvaz Kitap

Kayıp Ağaçlar Adası

Elif Şafak

Doğan Kitap

Çocuk ve Gençlik Kitapları

Bilmecelerle Topkapı Sarayı

Lider Hepgenç, Esat Zorkirişçi

Vakıfbank Kültür Yayınları

Numenor’un Düşüşü

J.R.R Tolkien

İthaki Yayınları

Sefiller

Victor Hugo

Remzi Kitabevi

Cumhuriyet’in İlk Sabahı

Şermin Yaşar

Kronik Kitap

Büyükler

Elisabeth Brami

Yapı Kredi Yayınları

Hayvan Çiftliği

George Orwell

İş Bankası Yayınları

Çok Satanlar

1. Kayıp Ağaçlar Adası, Elif Şafak

2. Senin Cahilliğin Benim Yaşamımı Etkiliyor, A.M.Celal Şengör

3. İnsanlığımı Yitirirken, Osamu Dazai

4. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

5. Atomik Alışkanlık, James Clear

6. Görünmeyen Kadınlar, Gülseren Budayıcıoğlu

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi