Çürüme

Kafası poşete geçirilmiş ya da rüyada olduğunu bilip bir türlü uyanamayan, kilitlenip kalmış vücuduyla içinden çıkamadığı karabasanla boğuşanlar gibiyiz. Denizlerimizi müsilaja, yaşamlarımızı kötülüğe boğuyoruz. Ekranlardan siyah, simsiyah haberler akıyor odalarımıza. Alelade üçüncü sayfa haberleri ya da denk geldiğimizde kanal değiştirip kolayca etrafından dolanabileceğimiz haberler değil bunlar.

Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük kitabında herkes bir anda kör olmuşken görme yetisini kaybetmeyen tek kişi gibi etrafımızda dönüp duran kötülükleri çıplak gözle izlemenin dehşeti içindeyiz. Nefes alamıyoruz artık. Bataklığa saplananlar gibi çırpındıkça daha çok içine çeken, çığlıkları yutan karanlık bir kötülük bu. Üzerinde toplumsal bir baskı yokken içindeki kötülük tohumunun nasıl bir anda boy atabileceğini, küçük, cılız bir fidanken nasıl da dev bir kötülük ağacına dönebileceğini gösteren insanların karanlık yüzleri dolu her tarafta.

Babamdan duyduğum bir söz yankılanıyor nicedir kulağımda. Dost meclisinde, arkadaş toplantılarında sohbetin eski anılara, maziye kaydığı o anlarda; yaşam yorgunu insanların geçmişin ılık gölgesinde dinleniverdiği tam o yerde babam durur ve usulca: “Eee, ne demişler yaş yaşa, gün gör.” derdi. O kısacık anda, o günleri yaşayanlar şöyle bir iç geçirir, yere bakar ve suskunlaşırlardı.

                Yaşlanıyor olmanın hissiyatında, ölüm gerçeğinin kapı arkasına gizlenen varlığında insan, bir noktadan sonra geleceğe dair umutlarını, arzularını geri plana almaya; vites düşürmeye; yaşam yorgunluğu omuzlara binerken bakışlarını artık yavaş yavaş yere indirmeye; eskisinden daha fazla geriye dönmeye başlıyor. Yarında saklı olduğuna inanılan tüm hayallerin, beklentilerin yerini geçmişin tozlu raflarından indirilen anılar alıyor. Yaşandığı anda kıymeti bilinmeyen, alelade addedilen anların fotoğrafları, videoları yahut eski bir dostla yapılan sohbeti nasıl da bizi şu yorgun zamanlardan koparıveriyor kısa süreliğine.

Sevim koş!

                Retro mobilyalar, nostaljik eşyalar aranıyor; Facebook’ta, Instagram’da nostalji sayfaları takip ediliyor; pazar akşamlarının, soba üzerindeki mandalina kabuğunun, leblebi tozunun edebiyatı yapılıyor nicedir. Yaşı kırklı rakamlara ulaşmışlar/aşmışlar için bu radyoaktif “bozulma” geçmişin ılık gölgesine saklanarak geçiştirilecek bir küresel afetten çok daha fazlası. Geçtiğimiz hafta sanat dünyasından iki yıldız kaydı. “Benim adım Cemil!” yahut “Sevim koş!” İfadeleriyle yeni neslin dahi aşina olduğu Uğurtan Sayıner ve Olacak O Kadar kadrosunun pos bıyıklı babacan yüreklisi Ali Demirel hafızamızda bıraktıkları güzelliklerle uçuverdiler.

                Ve kırk yaşını çoktan aşmış olanlar olarak bizler, giderek çölleşen bir kültürel iklimde kalan son yeşilliklerin de solup toprağa karışmasını izliyoruz son dönemde. En çok biz üzülecek, en çok biz ayak uydurmakta zorlanacağız galiba. Yaşanan bu kültürel iklim değişikliğinin negatif etkisine alışmak zor. Biz bu iklime doğmadık zira. Evet, Z kuşağı gibi teknoloji yerlisi değiliz ama iyi kötü ayak uydurabiliyor, bilgisayarların karmaşık diline yahut akıllı telefonların dünyasına kıyısından köşesinden tutunabiliyoruz. Gençler bu alanda bizden daha maharetli pek tabii. Ancak onlar da bu kültürel çölleşmeye doğdukları için öncesinde de hep böyle olduğunu düşünüyorlar genelde. Bir “eski” gazetecinin kitabındaki isim gibi “Eğlencesini Yitiren Ülke” olup çıktık nicedir. Metalaşan, buharlaşan, akışkanlaşan bugünün dünyasında eğlenmenin, gülmenin önünde dikiliverdi bariyerler. İki söz bir duvar gibi sürekli karşımızda. Ya “Yasak!” diyorlar bize ya da “Paralı!”

                Parasız olan çoğu şey yasak, yasak olmayan çoğu şeyse paralı artık. Bir tek hava bedava. Su bile değil canım Orhan Veli!..

Simsiyah haberler

                Kafası poşete geçirilmiş ya da rüyada olduğunu bilip bir türlü uyanamayan, kilitlenip kalmış vücuduyla içinden çıkamadığı karabasanla boğuşanlar gibiyiz. Denizlerimiz müsilaja, yaşamlarımız kötülüğe boğuluyor. Ekranlardan siyah, simsiyah haberler akıyor odalarımıza. Alelade üçüncü sayfa haberleri ya da denk geldiğimizde kanal değiştirip kolayca etrafından dolanabileceğimiz haberler değil bunlar. Kuyumcuyu soyan hırsızın kaçış anı, sevgilisini yaralayan magandanın arsızlığı ya da yayaya çarpan ehliyetsiz sürücü haberleri vakayıadiyeden artık bizim için. Biz çirkinliğin overdose durumunda, kötülüğün altın vuruşunda dolanıyoruz. Bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde Elmalı’da iki çocuğun istismar haberleriyle ve bu iğrençlikten sorumlu kişilerin serbest bırakılmasıyla çalkalanıyordu ortalık.

Portekizli yazar Jose Saramago’nun Körlük kitabında herkes bir anda kör olmuşken görme yetisini kaybetmeyen tek kişi gibi etrafımızda dönüp duran kötülükleri çıplak gözle izlemenin dehşeti içindeyiz. Nefes alamıyoruz artık. Bataklığa saplananlar gibi çırpındıkça daha çok içine çeken, çığlıkları yutan karanlık bir kötülük bu. Üzerinde toplumsal bir baskı yokken içindeki kötülük tohumunun nasıl bir anda boy atabileceğini, küçük, cılız bir fidanken nasıl da dev bir kötülük ağacına dönebileceğini gösteren insanların karanlık yüzleri dolu her tarafta.

İnsanın bu yanına dair pek çok çalışma var literatürde. Profesör Phillip G. Zimbardo tarafından yönetilen Stanford Deneyi mesela insanın içindeki iyi-kötü savaşını gösterir mahiyetteki en bilinen çalışmalardan biri. Deney için mekân olarak Stanford Üniversitesinin bodrum katı seçilmiş ve buraya gerçeğiyle birebir özellikte bir hapishane ortamı kurulmuştu. Amerika ve Kanada’dan rastgele seçilmiş 24 normal üniversite öğrencisinin yarısına gardiyan rolü yarısına da mahkûm rolü verilmişti. İki hafta sürecek deney için öğrencilere 15 dolar da cep harçlığı verilmesi planlanıyordu. Ancak mahkûmiyet psikolojisini araştırma amacıyla başlatılan deney hiç umulmadık bir noktaya ulaşacak ve altıncı gün zorunlu olarak durdurulup iptal edilecekti.

                Deneyi düzenleyen Profesör Zimbardo da çıkan sonuca bir hayli şaşırmıştı. Zira başladığı andan itibaren deney öğrencilerin davranışlarında öngörülmeyen değişmeler ortaya çıkmıştı. Mahkûm rolünü oynayanlar kısa sürede rolleriyle bütünleşip duygusal çöküntü içine girerken, deneyi yönetenler ile gardiyan rolünün üstlenen öğrencilerde acımasız, sadist davranışlar görülüyordu. Olay, deney olmaktan çıkıp tıpkı gerçek bir hapishane ortamı gibi gardiyan rolünü oynayan öğrencilerin mahkûm rolünü oynayan öğrencilere işkence yapmaya başlaması noktasına ulaştı. Zimbardo’nun bu çalışması, her ne kadar literatüre başarısız bir deney olarak kaydedilmiş olsa da normal, sıradan insanlara yetki verilip denetlenmediğinde nasıl sadist davranışlar ortaya koyabileceğini kanıtlamıştır.

Rythm 0

                Benzer bir deneyim ise dünya 1979 yılında performans sanatçısı Marina Abramovic’in hazırladığı “Rythm 0” isimli gösteride yaşadı. Abramovic’in gösterisi seçkin davetlilerin karşısında hareketsiz durmaktı. Gösterinin başında davetliler kadının karşısında komiklik yaparak onu güldürmeye, saçıyla oynayıp dikkatini dağıtmaya çalışıyorlardı. Ancak saatler ilerleyince işin rengi değişti. Kadının tüm yapılanlara karşı tepkisiz kalması kimilerini rahatsız etmiş olmalı ki davetli erkeklerden birinin Abramovic’e tokat atmasıyla gösteri bambaşka bir boyuta evrildi. Davetliler kontrolünü yitirmiş şekilde kadına utanç verici davranışlar göstermeye başladı. Kimi vuruyor, kimi elbiselerini yırtıyor, kimi de bıçakla vücuduna çizikler atıyordu. En son davetlilerden biri kadına tecavüz etmeye yeltenince bir başka kadının içindeki iyiliğin cılız sesi duyuldu ve ne yaptıklarının farkına varan üç beş davetli sayesinde gözünden yaşlar gelen Marina Abramovic koruma çemberine alındı. Bu durum topluluk içinde birbirinden güç alan insanların içlerindeki kötülüğü ne kadar kolay ortaya çıkartabileceklerini, ancak bu durumdan rahatsız olan insanların aynı dayanışma ve cesareti göstermekte zayıf kaldığının canlı bir örneğiydi. 

                Hem Stanford Deneyi hem de bir performans sanatı olarak başlayıp sosyal bir deney haline dönen Marina Abramovic gösterisi insanın özüne dair pek çok karanlık noktanın ortaya saçılmasına neden olmuştur. Yaşamın üzerimize yığdığı zorlukların üstesinden gelebilmek gerek bedensel gerekse ruhsal ihtiyaçlarımızı giderebilmek adına bir topluma dahil oluyor, o topluluğun bir üyesi olarak sözel olmayan bir anlaşma imzalıyoruz. Bu anlaşmayla birlikte birtakım kurallara uyacağımızı taahhüt ediyoruz. Toplumun varlığı tepemizdeyken pek çoğumuz nazik, kibar, anlayışlı, saygılı, empatik görünüyor. İşte Profesör Zimbardo’nun “Stanford Deneyi”, Abramovic’in “Rythm 0” gösterisi ya da antropolog Colin Turnbull’un dünyaya tanıttığı, en güçlü, en bencil ve en yırtıcı olanın hayatta kaldığı, açlıkla savaşan, her erkek her kadın ve her çocuğun kendi başının çaresine baktığı, üç yaşına gelen çocukların evden atıldığı “Ik” Toplumu*, üzerinde toplumsal bir baskı yokken ya da yaşam mücadelesi verirken insanların içindeki kötülük tohumunun nasıl da patlayıverdiğini gösteren kanıtlar.

İyiyle kötünün savaşı mahşere dek devam edecek muhakkak. Ancak insanoğlundaki bu çürümenin hızı hayrete düşürüyor ister istemez. Yaş alıyoruz, yaşlanıyoruz, gün görüyoruz ama insana ve insanlığa olan inancı zayıflatan çoğu şeyi de keşke görmeseydik diyoruz. Toprağın üstündeki çürümenin kokusu çok ağır.

“İnsan boylu boyunca bir hastalık,” diyordu Şükrü Erbaş ve devam ediyordu “İnsan korku. İnsan yıkım.

İhtiraslarının külü insan. Ruhun hazan mevsimi bu. İnsanın kötülüğe dönüşmesi.”

*1965-66 yıllarında antropolog Colin Turnbull, açlığın kültürleri nasıl şekillendirdiğiyle ilgili yaptığı çalışmada Uganda-Kenya arasındaki köylere gitti. Bu bölgede yaşayan “Ik” halkı doğal ve beşerî şartların olumsuzluğu nedeniyle uzun süreli açlık çekiyordu. Bu nedenle toplulukta ancak en dayanıklılar hayatta kalabiliyor, çocuklar, yaşlılar ve hastalananlar çoğunlukla ölüme terk ediliyordu. Ziyaret ettiği köylerde küçük çocuklar ve yaşlılar sürüne sürüne Turbull’un yanına ulaşmaya ve ondan yardım istemeye çalışıyorlardı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi