“Don’t Look Ukraine!”

Yarattığımız medeniyetin ve teknoloji zenginliğinin aslında insanın özünü gizleyen saten bir örtü olduğunu Putin onu çekiverince anladık.

                Bundan tam 139 yıl önce iki Alman kaleme aldıkları pek de hacimli olmayan eserlerine “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor. Komünizm hayaleti.” sözleriyle başlıyor ve pek bilindik şu tespiti yapıyorlardı:                                  

                “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir."

                Kuşkusuz Karl Marx ve Friedrich Engels’in bu tespiti Sümerlerden Firavunlar dönemi Mısır’a, Antik Yunan’dan Roma’ya, Ortaçağ’ın fieflere sıkıştırılmış karanlık dönemlerinden Sanayi Devrimi’nin büyük umutlara gebe ancak

eşitsizlik parlatan şaşalı yıllarına kadarki tarihi en doğru şekilde özetliyordu.

                Yerleşik yaşama geçişle birlikte çizgileri belirginleşen toplumsal sınıflar Hindistan kastlarında da, Ancien Regime’nin “gardırop soyluları”na ev sahipliği yapan devrim kokulu zamanlarında da hep vardı. Ancak James Watt’ın kurduğu tezgahla birlikte toprağa dayalı zenginlik ve üstünlük, kol gücünün yerini alan makineler sayesinde sermayenin hâkimiyetine duhul ediyor, gölgelerin gücü adına güç artık sermayedarların elinde şekilleniyordu.

                Hikayenin onları mutlu edecek şekilde akması için bu Adam Smith havarilerinin ellerinde kullanabilecekleri güçlü enstrumanları vardı muhakkak. Kapitalizm, ekmeklerine sürdüğü yağ ile bu kelli felli zat-ı muhteremlerin her geçen gün daha da semirmesini sağlayan en güçlü besindi. Sanayi İnkılabı ile üretimin kıymeti; artan üretim ile hammaddenin değeri; hammadde ihtiyacı ile de emperyalizmin ihtiyacı anlaşılıyor; doymak bilmez iştahların tetiklenmesi dünyayı iki cihan harbine birden sürüklüyordu.

                Oysa püriten ahlâkla ortaya çıkan ve üretime, üreticiye, çalışmaya övgüler düzen anlayış bir süre sonra bir başka kelimenin sihrine kapılıyordu.

                “Tüketim” 

                Üretimin niteliğini de, niceliğini de, seyrini de belirleyen bu masum sözcük sermaye sahiplerinin elinde evriliyor, çevriliyor, multifonksiyonel bir hâle geliyordu. “Şimdi onlar düşünsün” diyen patronlar ellerini ovuşturup üretici kimliğini sırtına kızgın demirle kazıdıkları proletaryayı şimdi de birer tüketim canavarına dönüştürme azminde ve kararında hareket ediyorlardı. Tüketici yaratmadaki ilk hedef bireyselleşmeye vurgu yapmaktı. O, içerilerde bir yerlerde gün ışığına yayılmak için uygun an’ı bekleyen arzuları, tutkuları, bencilliği ve dahî narsisizmi ortaya saçmaktı. Böylece bireyselleşen insan daha da bencilleşecek, istekler günbegün ihtiyaca dönüşecek ve doymak bilmeyen nefsanî arzular sayesinde insanlar daha çok, daha çok tüketecekti.

Bir hülyanın içinde

                Öyle de oldu nitekim. Uzun ömürlü ampullerin bindikleri dalı keseceğini gören üreticilerin kartel oluşturup temelini attığı “planlı eskitme”den, tüketimi kırbaçlayan “moda” kavramına kadar her şey bu uğurda kullanıldı. Böylece Homo Economicus zamanla Homo Consumens’e evrilmiş oldu. Peki “Homo Consumens” yani “Tüketen İnsan” olmak yeterli miydi? Asla ve kat’a! Tüketmek ve sistemin devamı için bireylerin oyunun içinde kalmaları gerekiyordu. Bu ise borçalandırılmış insanın yani “Homo Debitor”un imâli ile mümkündü.

                Bu süreçte medya da düşünmesi, üzülmesi (!) istenmeyen yığınlara sunulan bir emzik görevi görüyor; yaşamı, varoluşu, toplumsal sorunları, sınıf mücadelelerini kafaya takmamamız için elinden geleni yapıyordu.

                Kendini türlü çeşit felaketlerle hissettirmeye çalışan, “Ben varım ve gerçeğim.” diye yüzümüze haykıran Küresel Isınma’nın dahi gerçekliğinin tartışıldığı bu boz bulanık dönemde yaşananların saçmalığını ortaya saçan bir yapım düşüvermişti ekranlara. Üç aşağı beş yukarı aynı konuları temel alan “The Parasit”, “The Platform”, “Squid Game” gibi yapımları Türk izleyicisi ile buluşturan Netflix’in son dönemde üzerinde epeyce konuşulan yapımlarından biri olan “Don’t Look Up!”, hem tarihi şekillendiren sınıf mücadelesine (içinde bulunduğumuz için mücadelesizliğine mi demeliyim yoksa) hem de tüketim kültürünün yarattığı duyarsız hedonist insanların gündelik yaşamlarına sağlam eleştiriler getiren bir yapım olarak dikkat çekiyordu.

                Popülizm rüzgarlarının artık daha hızlı estiği; gerçekliğin post-truth hale büründüğü; kürselleşmenin beklenen birleşmeyi, teknolojinin arzulanan eşitliği sağlayamadığı; çevrenin kâr hırsıyla harlanan sermaye sahiplerince katledildiği; medyanın acıyı bile bal eyleyerek izleyicisinin karşısına eğlencelik niyetiyle sunduğu bir dönemi ekran başındakilere tebessüm ettirerek sundu “Don’t Look Up!”

Putin Meteoru

                Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte filmde anlatılanların günümüz dünyasının içler acısı halini nasıl da ortaya koyduğunu görüverdik. İşgalin davul çala çala gelmesi; işgal öncesinde Ukrayna’ya kol kanat gerenlerin işgalle birlikte sütre gerisinden yarım ağız kınama trafiğine dalmaları; ABD’nin arabuluculuk yapması için elde ettiği istihbarat bilgilerini Çin’le paylaşması; Çin’in bu bilgileri Rusya’ya iletmesi; Ukrayna’daki zengin kesimin işgal başlamadan çok önce ülkeyi terk etmesi ve tüm dünyanın ekran başında canlı canlı “Putin Meteoru”nun Doğu Avrupa’ya çarpışını izlemesi orada kanı dökülenler dışında herkes için bir başka “Don’t Look Up!” olarak mı kazınacak zihinlere bunu zaman gösterecek. Ancak Yavuz Oğhan ile yaptığı “Büyük Resim” yayınında Tayfun Atay hocanın da dediği gibi gözümüzü metaverse'e çevirdiğimiz, 3D avatar'lar, horizon home'lar, VR messenger'larla dolu dünayamızda dijital kapitalizmin gözümüze taktığı gözlüklerle sanal evrende var olma hülyalarına daldığımız bir dönemde Putin Meteoru çarptı dünyaya. Ve yine her zaman olduğu gibi muktedirlerin sıcak ve korunaklı ortamlarında içeceklerini keyifle yudumladığı bu dönemde suçsuz günahsız çocuklar sığınaklarda dip dibe oturtulup korkulu gözlerle etrafı izleyecek, sevdikleri dışında ardından gözyaşı dökeni, üzüleni olmayacak belki binlerce belki milyonlarca can dünyadan silinip gidecek. Yarattığımız medeniyetin ve teknoloji zenginliğinin aslında insanın özünü gizleyen saten bir örtü olduğunu Putin onu çekiverince anladık.

                Bu süreçte Şampiyonlar Ligi finalini elinden alıp Eurovision’dan çıkardıkları Rusya’yı kınama yağmuruna tutanların 25.kareye sıkıştırdıkları bir yazı aslında tüm arzularının ortaya saçılmasını da sağlamış oldu:

                “Don’t Look Ukraine!”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi