Dünyaların Dışında Bir Şair: Orhan Veli

İstanbul'da Boğaziçi'nde,

Bir fakir Orhan Veliyim;

Veli'nin oğluyum,

Tarifsiz kederler içinde.

                Siyaset kadife bir perde gibi bulunduğu ortamları güneş ışığının aydınlığından, renklerin canlılığından uzaklaştırıyor. Böylece ipi elinde tutanlar ne kadarını görmemizi istiyorlarsa o kadarını görüyor, gördüklerimiz üzerinde konuşuyor, konuşturuluyoruz… O perdeyi aralayabildiğimiz anlarda ancak hayatın ılık yüzünü görebiliyoruz.

                Siyasi yaşamımızın büyük değişimlere gebe, sancılı bir dönemini ifade ediyor sanırım 1940’lı yıllar. II.Dünya Savaşı’nın ortalığa saçılan yalımlarından birinin her an üzerimize sıçrayabileceği, ekmeksiz kaldığımız ancak babasız kalmadığımız yılların siyasi atmosferini bu köşeye taşımak, yazıda anlam kaymasına neden olacağı için bir kenara bırakılmalı. Hem başta da ifade ettiğimiz üzere siyaset kadife bir perde gibi bulunduğu ortamları güneş ışığının aydınlığından, renklerin canlılığından uzaklaştırıyor çoğunca.

                1930’lu yıllarla başlayıp 1950’lere kadar uzanan dönemin Türk Edebiyatı ve aydınlanması açısından bir “Altın çağ”, bir “Devr-i saadet” olduğunu düşünebiliriz sanırım. Atatürk’ün özel talimatıyla pek çok gencin yurtdışına öğrenim görmesi için gönderildiği, üniversitelerin, fakültelerin modern anlayışla ele alındığı topyekûn bir aydınlanma çabası. Geçen zamana nispetle daha çok çalışılan, hemen herkesin elini taşın altına koyduğu bir dönem. Bugün daha iyi fark ediyorum ki bedenim milenyum çağını yaşıyor olsa da ruhum bu dönemin insanı olmayı her zaman arzu etmiş. Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Orhan Veli, Oktay Rifat ve daha nicelerinin aydınlattığı bir dönem bu. Genç kuşağın moda(!) tabiriyle “Şampiyonlar Ligi kadrosu” gibi bir edebiyat dünyasından bahsediyoruz.

                Kruvaze ceketlerin, fötr şapkaların, cepte mendillerin, gösterişli trençkotların, yüzünü uygar dünyaya dönen, hedefini muassır medeniyetlerin üzerine çıkaranların zamanı…Vahşi kapitalizmin ve neoliberal politikaların müsilaj gibi -bugünkü kadar- insanlığın üzerine çöreklenmediği, (Andreas Malm ve Jason Moore’un önerisiyle kullanıma giren) kapitalosen çağının henüz tam anlamıyla başlamadığı prekapitalosen yıllar. Aynı zamanda Türkiye’de türlü çeşit sıkıntıların yaşandığı yıllar (Rıfat Ilgaz’ın Karartma Geceleri’nde bahsettiği gibi).

                Sanatçının halkı fark ettiği, sanatın köşklerden, yalılardan, cemiyet hayatından kopup sokağa indiği, çoğunluğun arasına karıştığı zamanlar. Edebiyatımızda önemli kırılmaların yaşandığı bu dönemin fay hattı da Orhan Veli olmalı. Bana şiiri sevdiren; şiiri askerî düzenden, ritme kurban edilmiş duyguların boyunduruğundan, tariflerden, ahengin tazyikinden kurtaran; bana beni anlatan dizeleri ile Orhan Veli’nin şiirlerine olan ilgim hep canlı kalmıştır. Geçtiğimiz aylarda Everest Yayınları Türk Edebiyatı’nın bu en tartışmalı ismine dair “Bir Roman Kahramanı Orhan Veli” kitabını güncellenmiş haliyle bir kez daha okuyucuyla buluşturdu. Yazar Haluk Oral arşivlik niteliğindeki bu kitabı boyunca bir gazeteci titizliğiyle Orhan Veli’nin yaşamının izini sürüyor. Kronolojik bir sıralama ve Hitit Anallarını anımsatacak bir sıkıcılıkla değil son derece keyifli ve dolu dolu bir anlatımla yapıyor bunu. Yazarın kitabın başında da bahsettiği üzere şairin kısa yaşamına dair bilgi toplamak oldukça zor. Kaynaklar kısıtlı zira. Ancak Haluk Oral gerek elde ettiği birincil kaynaklar ve dokümanlarla gerek Orhan Veli’nin yaşamına dahil olan insanların yaşam öyküleriyle birlikte dolu dolu bir Orhan Veli hikayesi ortaya çıkarıyor.   

                Şairin İstanbul Beykoz’da başlayan yaşam macerasına; birlikte tohumunu yeşertecekleri Garip Hareketi’nin diğer karakterleri Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le tanışmalarına; öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar’la olan ilişkisine; üniversite yıllarına; Böyle bir havada istifa ettiği evkaftaki memuriyetine kadar pek çok detaya ulaşabildiğimiz kitabında Haluk Oral bu, adı ve şiirleri çok bilinen ancak yaşamına detaylar okuyucu tarafından çok bilinmeyen, edebiyat dünyasının en tartışmalı ismi Orhan Veli’ye dair bilgilerle çıkıyor okuyucunun karşısına.

                Daha çok insana edebiyatın kapısını aralamak için çabalayan; devrin CHP’sinde yuvalanmaya çalışan tutucu düşünceye bir tepki olarak arkadaşlarıyla birlikte Yaprak gazetesini çıkaran genç şair bu gazetenin yayın hayatına devam edebilmesi için paltosunu ve Abidin Dino’nun hediye ettiği resimleri dahi satmıştır. Kısa ömrünün önemli bir kısmını sefaletle geçiren Orhan Veli bazen mektup gönderecek paraya dahi muhtaçtır. Büyük değişimlerin fitilini ateşlediği şiirle ilgili düşüncelerini 1945’te kaleme aldığı “Nazım, Nesir, Şiir” başlıklı yazısında şu şekilde özetler;

                “Ama biz, gerçek şiirin ölçüsünü arıyoruz. ‘Vezin yok, kafiye yok, teşbih yok, istiare yok; demek ki şiir yok,’ diyenin değil, ‘Vezin var, kafiye var, mecaz var, hepsi var; fakat şiir nerede?’ diyecek olanın ölçüsünü.”

                Bir başka yazısında ise Orhan Veli “Divan şairi asırlarca tekkede, gül mevsiminde ve meclis-i meyde bülbül sesiyle, Allahtan, oğlandan ve kızdan hep aynı kelimelerle, hep aynı hassasiyetle bahsetmiştir.” diyerek karşı çıktığı unsurları özetlemektedir. 1 Mart 1949’da yayınlanan Yaprak Gazetesi’nde ise niyetini şöyle açıklar “Şiire yeni dünyalar, yeni insanlar sokarak, söyleyişler bula­rak şiirin sınırlarını biraz daha genişletmek iste­dik.”

                Şair Nilay Özer Orhan Veli’nin şiir dünyasındaki etkisini şu şekilde ifade etmektedir:

                “İmparatorlardan, büyük mimarlardan, bestekarlardan söz eden, isimleri ansiklopedilere girmiş insanları anan şiirlere karşı Orhan Velinin Montör Sabriyi, Süleyman Efendi’yi, şoförün karısını anlatması gelenek yıkıcı ve heyecan vericidir.”

                Orhan Veli’nin zamansız ve ani ölümü sonrasında, yaşaması için büyük emek verdiği Yaprak Gazetesi Son Yaprak adıyla bir Orhan Veli sayısı çıkarır. Bu sayıda Mahmut Dikerdem’e ait olduğu düşünülen imzasız yazıda şairin ortaya koymaya çalıştığı çaba anlatılmıştır:

                “…Böyle söylemekle Orhan’ın şairliğini küçümsediğim sanılmasın. Onun şiirlerini okurken duyduğum heyecan ne kadar derinse, dilimizi kullanışındaki ustalığına hayranlığım da o kadar büyüktür. Şiir yazma kabiliyetinin ‘gökten inme bir ilham’ değil, düpedüz bir ‘zanaat’, bir ‘iş’ olduğunu ondan ve onun gibi gerçek şairlerden öğrendik. Kendi yaşındakilere hattâ kendinden büyüklere ‘sade’ ve ‘tabii’nin ‘kolay’ demek olmadığını Orhan öğretti, desem yanlış mı?”

                Orhan Veli’nin şiir anlayışı ne yazık ki uzun zaman siyah ya da beyaz olarak görülmüştür. Benim de katıldığım yukarıdaki görüşlerin karşısında ne yazık ki oldukça acımasız eleştiriler de bulunur. Cemil Meriç verdiği bir demeçte Orhan Veli, Arif Nihad’ın potin bağı olamaz. Şair değildir Veli. Zeki fakat cahil. Ataç çıkardı bunları ortaya. Tek kitabı vardır: Nasreddin Hoca. Türkçesi mazbuttur. Çok sığdır. Hiçbir irfanı yoktur. Şiiri bir kümes hayvanına çevirdi. Şiir artık uçamıyor” der. Cemil Meriç’in bu sığ düşüncesine en güzel cevaplardan biriniyse yazımıza konu olan kitabın yazarı Haluk Oral verir: “Orhan Veli, kendi şiirini aramış ve bulmuştu, ama bunu eski şiire sırt çevirerek yapmak yerine, șiirin tanımı üzerine yazarak ve düşünerek yapmıştı. Orhan Veli gibi yazmaya öykünen pek çok şairin onun yanına yaklaşamamasının belki de en büyük nedeni budur.”

                Ölümünün üzerinden geçen yetmiş iki yıla rağmen Orhan Veli’nin şiir dünyasında yarattığı kırılma hâlâ tartışılsa bile onun araladığı kapıdan geçen, düşüncelerinden ilham alan pek çok yazar ve şair sayesinde zenginleşti edebiyat dünyamız. Haluk Oral’ın görsel zenginliğiyle de göz dolduran, okuyucuyu bir anda otuzlu kırklı yılların sepya havasına taşıyan kitabının Orhan Veli’yi, şiirlerini ve yarattığı değişimi sevenler açısından önemli bir baş ucu kaynağı olacağına inanıyorum.

                Özellikle de lise müfredatının yalnızca eser-yazar/şair eşleştirmesi haline dönüştürüldüğü şu dönemde.

                Yazıya Orhan Veli’nin bir şiiri ile başlamıştık, bir şiiri ile bitirelim.

Handan, hamamdan geçtik

Gün ışığındaki hissemize razıydık;

Saadetinden geçtik,

Ümidine razıydık;

Hiçbirini bulamadık;

Kendimize hüzünler icadettik,

Avunamadık;

Yoksa biz...

Biz bu dünyadan değil miydik?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi