Hayatı gerçek anlamda yaşamış bir kişilik: Stefan Zweig

Lise yıllarında tanıştım onunla.

Felsefe öğretmenimin verdiği ince kitabın sayfalarına gömülüp tabiri caizse su gibi içtim satırları. Hatırlıyorum da bir yazarın hayalinde yarattığı bir kahramanın ruh dünyasını bu denli canlı anlatması ne kadar da derinden etkilemişti beni.

Zaman içerisinde pek çok kitabını okudum. 2013’te kitaplarının telifinin kalkmasıyla birlikte gencinden yaşlısına çoğu Türk okuru için yeniden keşfedilen bir yazar haline geldi.

•••

 Bugün kitap satışı yapan internet sitelerinin hemen hepsinin “Çok Satanlar” bölümüne baktığınızda onun kitaplarından bir çoğunu görmeniz olası. “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, Olağanüstü Bir Gece, Satranç, Korku…” gençlerin en çok okuduğu kitapları arasında. Novellaları wattpad tarzı kitaplardan sıtkı sıyrılan gençlerin ilk uğradığı limanlardan. Butik yayınevleri içinse dükkânı çevirmek(!) adına güvenli bir yatırım.

Yahudi asıllı Avusturya vatandaşı olan Stefan Zweig’ın novellaları aslında onun yazarlığının sadece bir bölümünü yansıtıyor. O -bugünün standartlarına göre kısa kalan- altmış yıllık ömründe oldukça üretken bir yazardı. Yaşadığı dönemin en ünlü ve en çok okunan yazarlarından biri olarak kitapları elliye yakın dile çevrilmişti. Yazılarında kullandığı üslubun akıcılığı, -Freud’la olan dostluğunun da etkisiyle kim bilir- insan psikolojisine olan hâkimiyeti özellikle hikaye ve romanlarının keyifle okunmasını sağlıyor.

Ancak psikolojiye olan bu hâkimiyetini araştırmacı kişiliği ile birleştirdiğinde benim asıl hayranı olduğum eserlerini ortaya koymuş oluyor Zweig.

Biyografiler.

•••

Atlantik’ten Pasifik’e geçiş yolunu ararken nice isyanlarla, fırtınalarla mücadele eden Macellan’ın; Fransız Devrimi’nde yaşamını çeliğin soğukluğunda yitiren Marie Antoniette’in; tam bir “zübük” portresi olan Fouche’nin; denemenin üstadı sayılan Montaigne’nin yaşamındaki gelgitlerin; kaderin çemberini bir türlü kıramayan kızıl saçlı kraliçe Mary Stuart’ın; Calvin’in Cenevre sokaklarında estirdiği zorbalığa direnen Sebastian Castellio‘nun; Amerika kıtasına adını veren Amerigo Vespucci‘nin yaşamlarındaki derin izleri takip edebiliriz onun satırlarında. Zweig bir yaşamı anlatmaz aslında. O yaşamla beraber dönemin kırılma anlarını, kültürel havasını da teneffüs ederiz bu büyülü satırlarda.

•••

Kendi yaşamını da anlatmıştır. Ölümüne yakın kaleme aldığı Dünün Dünyası esas itibariyle otobiyografik tarzdadır. Diğer eserleri kadar Türk okuyucusunda yeterli karşılığı bulamasa da Zweig’ı tanımak için temel kitap niteliğindedir. Savaşlar öncesi dönemden (I.ve II.Dünya Savaşları) itibaren yaşadığı çevreyi anlatmaya başlar bu eserinde. Babası ve büyükbabasının imparatorluk dönemi Avusturyasında güven içinde yaşadığına dikkat çeker ve ekler “Zamanın dalgası onları hep aynı uyumla beşikten mezara kadar, rahat ve sessiz bir şekilde taşıdı.”

•••

Savaşa doğru hızla sürüklenen ancak aynı dönemde bilimsel ve kültürel yaratımın zirvesini de yaşayan Batı dünyasını ise şu sözlerle özetlemektedir: “Yaşadığımız şu âna kadar, bir bütün olarak insanlık hiç böylesine şeytanca hareket etmemiş ve bir yandan da böylesine tanrısal başarılara ulaşmamıştı.”

Ve savaşın patlak verişine değinir. İnsanların barış döneminde daha çok hissetmeleri gereken birlik duygusunu ironik bir biçimde savaşla beraber daha da canlı yaşamaya başladıklarına sitem eder.

Savaşın başlamasıyla beraber kültürel atmosferinden büyük keyif aldığı ülkesinin ve çevresindeki entelektüel(!) insanların geçirdiği değişim dehşete düşürür onu (uzunca alıntılayalım):

“…hemen hemen bütün Alman şairler, eski Germen dönemlerinde olduğu gibi, cepheye sürülen savaşçıların ölüme daha büyük bir istekle koşmaları için, onları şiirlerle ve büyülü sözlerle coşturmayı kendilerine ödev sayıyorlardı. Savaşı zaferle, sefaleti ölümle kafiyeleyen şiirler şaşırtıcı bir biçimde yağmur gibi yağmaya başlamıştı. Bu yazarlar, bir Fransız veya bir İngiliz'le bir daha kültürel ilişki içinde olmayacaklarına resmen ant içiyorlardı. Hatta daha da ileri giderek İngiliz ve Fransız kültürünün varlığını bile inkâr ediyorlardı. Filozoflar savaşı, ulusal güçleri miskinlikten koruyan bir ‘kurşun banyosu’ olarak gördüklerini bilge sözlerle açıklamaya çalışıyorlardı. Hekimler de onların yanında yer alıyorlardı. Taktıkları protezleri öyle övüyorlardı ki, böyle sağlıklı bir proteze sahip olmak için insan, bacağının kesilmesini bile isteyebilirdi. Her mezhepten rahipler de boş durmak istemiyorlar ve hep bir ağızdan bu koroya eşlik ediyorlardı. Bunları dinlerken karşımda kudurmuş bir güruh görmüş gibi oluyordum. Oysa bir hafta, bir ay önce bütün bu insanların sağduyusuna, yaratıcı gücüne, insani tutum ve davranışlarına ne kadar da hayrandık.”

(Aradan geçen onca zamana nispetle Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesinin ardından Rus sanatçılara ve eserlerine karşı verilen tepkilerle ne kadar da benzer değil mi?)

•••

Savaşla beraber propoganda silahının nasıl da ustaca kullanıldığına da değinir Zweig otobiyografisinde. Akla ve sağduyuya değil aşırı bir duygu seline ihtiyaç duyan savaşta, savaşanların kendileri için heyecan, düşmanları için de nefret yaratma ihtiyacı vardır. “Kin gütmesini bilmeyen gerçekten sevmesini de bilmez” naraları atılıyordur bir zamanların kültür membaı Viyana sokaklarında. Karşı cenahta, Fransa’da ise üzerinde “Savaş sırasında insancıl görüşlere verilen değer vatandan çalınmıştır.” ifadeleri yazan  broşürler dolaştırılıyordur.

Tıpkı hakkında uzunca bir deneme kaleme aldığı Erasmus gibi her iki dünya savaşında da savaşın koyu karanlığına karşı hümanizmin ışığını canlandırmaya çalışmıştır. Bu iki aydının aynı uğurda ortaya koyduğu çabayı Zweig’ın Türkiye’de Can Yayınlarından çıkan “Rotterdamlı Erasmus-Zaferi ve Trajedisi-“ kitabına önsöz yazan Ahmet Cemal’in satırlarında görebiliriz:

Her türlü zorlamayı yadsıyıp her koşul altında iç özgürlüğünü koruma uğrunda çaba harcamak, kimsenin efendisi olmaya kalkışmamak, fakat kimseye de boyun eğmemek; her türlü taraf tutmadan, özellikle de içine zorbalığın karıştığı çekişmelerden kaçıp kendi kitaplarının dünyasına sığınmak; hiçbir sav ya da düşünceye baştan düşmanca yaklaşmamak; ama buyurgan nitelik almaya başladığı anda, her savın ya da düşüncenin karşısına dikilmek; bütün bunlar, gerek Erasmusun, gerek Zweig’ın kişiliklerinde birbiriyle bütünüyle örtüşen niteliklerdir.”

•••

Bugün uzun romanlar okumayı pek göze alamayan gençler için Zweig’ın kaleme aldığı novellalar görebildiğim kadarıyla özellikle lise gençliği arasında bir hayli popüler. Ancak bu yazıda da vurgulamaya çalıştığım gibi bu kısa öyküler Zweig’ın güçlü kaleminin sadece az biraz görünen, daha doğrusu parlatılan kısmı. Oysa tiyatro oyunundan operaya, biyografiden romana, şiirden denemeye kadar hemen her edebi türde eser vermiş büyük bir sanatçı o. İnsanlığın gördüğü en büyük iki kıyımda, iki büyük savaşta da insana özünü hatırlatmaya çalışan büyük bir hümanist. Dünyadaki kötülüklere daha fazla dayanamayıp 22 Şubat 1942'de karısı Lotte Altmann ile birlikte intihar etti. Edebiyat ve düşünce dünyası güçlü bir karakterini yitirmiş oldu böylece. Yazdıklarının değerini anlamak, onu ve yaşam felsefesini anlamak için ise “Dünün Dünyası” muhakkak okunması gereken bir kitap.

 Yazıyı bu kitabın son cümlesi ile tamamlayalım o halde:

Aydınlığı ve karanlığı, savaş ile barışı, yükseliş ile çöküşü yaşamış olan bir kişi, hayatı gerçek anlamda yaşamış demektir.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi