İkinci Prozac Toplumuna Doğru

Metaverse gelecekte toplanacağımız (sümme haşa) bir kevser havuzu mu olacak dersiniz. Bu dünyanın canını okuyanlar, tüm imkanlara ve zenginliklere karşı adaletsizliği, çarpık gelir dağılımını, açlığı, yoksulluğu yok edemeyenler, mutsuz ve de umutsuz; yaşamak ağrısı boynuna dolanmış insanların bu acılı ağrılarını tedavi etmek yerine Metaverse ile uyuşturma gayretindeler sanki.

                Doğal afetler neden korkutur bizi? Telaşımızın, ürpermelerimizin, çaresiz hissedişlerimizin nedeni nedir? Nedendir insanı kudretli, doğayı sermaye gören bu antroposantrik çağdaki ilkel korkularımızın temeli. Biz değil miyiz tabiat anaya diz çöktüren, biz değil miyiz yıldızlar ötesini röntgenleyen? Bir doğal afette, ufak bir sarsıntıda ya da beklenmedik bir gök gürlemesinde yerimizden sıçrayışımızın nedeni ne olabilir?

                Hayatta kalmamızın en güçlü silahı alışmak. Alışarak geldik bugünlere. Yaşadığımız çevreye, ortama, kişilere ve tabii değişimin kendisine…

                Ancak! Yavaş olması bilâ kaydü şartıyla.

                Tıpkı şu ısınan suyun içindeki kurbağa gibi insan da çevresinde yavaş yavaş gelişen olaylara karşı çok daha savruk ve umarsızdır. Tıpkı depremde yaşadığı korku ve telaşı küresel ısınma gerçeğinde yaşamaması gibi. Karbonmonoksit zehirlenmesindekine benzer şekilde vücudumuz, vazgeçilmezi kabul edilen oksijeni bırakıp nasıl renksiz, kokusuz, tatsız karbonmonoksiti almaya başlıyor ve dokular yavaş yavaş zehirleniyorsa, yaşamımızdaki bazı değişmelerde böyle geçekleşiyor. Tatlı bir uyku hali çöküyor önce üstümüze. Uyuşukluk geziniyor damarlarımızda. Yavaş gerçekleşen her değişim gibi (saçımızın uzaması yahut kaz ayaklarının yüzümüze sinsice yerleşmesi gibi) bir şey bu. Uyanıp bir anda etkisini fark edeceğimiz, ama çoğunca da hazırlıksız yakalanacağımız bir süreç. :

                Pek çok seferinde olduğu üzere.

***

                Endüstri devriminin yaşamımıza kattığı “hız”a alıştık. Dünyanın devinimsel eksen hareketi Cengiz Han’dan Caligula’ya, Hz.İsa’dan Nabukadnezar’a süre olarak değişmese de modern çağ insanı için bin dört yüz kırk dakikalık günlük süre dünyanın cefasına da sefasına da yetmiyor. Teknoloji sosuyla terbiye ettiğimiz bir yaşamımız var artık. Severek izliyoruz Mehmet Ali Bey!

                Teknoloji güzel şey!?

***

                146 dial-up bağlantıdan akıllı telefonlara hızlı bir gelişim yaşadık. Akıllı telefonlarla birlikte canımız artık hiç sıkılmayacaktı. Otobüsteki konuşkan teyzenin suallerinden, kumandaya hükmeden babanın gürültülü tartışma programından, sıra beklemenin sıkıcılığından sıyrılmak bir kaydırma hareketi uzağımızdaydı artık. Sevmediğimiz, sıkıldığımız, kendimizi yabancı hissettiğimiz bir ortamdan acil çıkış kapısı, hiç olmadı bir nefeslik vasistas penceresi oluvermişti telefonlarımız. Önce kablolu, sonra kablosuz, en sonunda da gürültü engelleyici özellikli kulaklıklarımız ise ortamdan soyutlanmak için bir başka önemli adımdı. Misafirlikte koşturup vazo kıran çocuklar yerine Fatih Selim’in oyuncaklarına, Sakar Şakir’in maceralarına hayran kalan çocuklarımızla daha az sorun yaşıyor, onları da can yakmamaları için Youtube’un sonsuz deryasına kısa yolculuklara çıkıyorduk.

                Elektrik kesildiğinde gaz lambasının etrafına toplanan, büyüklerin anılarını anlattığı, küçüklerin merakla dinlediği ailelerden mum ışığını kehribar ışığında her bir üyesinin kendi köşesine çekilip okey oynayabildiği, baloncuk patlatabildiği, atomlarına ayrılmış ailelere evrildik.

Başka bir dünya

                Bauman, Zizek, Sennet, Chul-Han ve diğerleri yaşadığımız bu değişimi durmadan yüzümüze vururken ve akşamdan sabaha “hey gidi eski zamanlar” muhabbeti yaparken gelen bir bildiri ile ya da bildirisiz bir itki ile ekrana bakıyor, hayatı kaçırıyoruz sanrısıyla kaldığımız yerden devam ediyor, parmağımızı gezdiriveriyoruz ekranda. Yine yeni yeniden..

                Ama durun!

                Halı kenarlarına, battaniye kenarlarına, yolluk kenarlarına overlok çeken ve ayağınıza kadar gelen overlokçu gibi sizi düşünen daha nice iyi niyetli(!) insanlar var bu dünyada. Onlar hep sizi düşünürler ki zaten!

                Ekranlara bu kadar gömülmenize, hafazanallah boyun fıtığı olma riskinize dayanamayanlar şimdi bir başka çorap ör… Pardon! Bir başka dünya inşa ediyorlar.

                Tamamen sizin için.

                Metaverse gelecekte toplanacağımız (sümme haşa) bir kevser havuzu mu olacak dersiniz. Bu dünyanın canını okuyanlar, tüm imkanlara ve zenginliklere karşı adaletsizliği, çarpık gelir dağılımını, açlığı, yoksulluğu yok edemeyenler, mutsuz ve de umutsuz; yaşamak ağrısı boynuna dolanmış insanların bu acılı ağrılarını tedavi etmek yerine Metaverse ile uyuşturma gayretindeler sanki. Metaverse’ün özellikle eğitim alanında yaratacağı yenilikler için heyecanlanmamak elde değil. Ancak yaşantımıza gelecek kolaylıklar bir yana, bu teknolojinin insan doğasına ne kadar uyumlu olduğu bir muamma.

                Geçtiğimiz hafta internete düşen haberlerde dedesinin zamanında arsa kapatmadığı için dövünen uyanık insanımızın bu kez çok önceden harekete geçtiği ve Metaverse evreninden birer ikişer arazi kapattığı bildiriliyordu. Hatta bu haber sitelerine göre İstanbul’un merkezi yerlerinin tamamı şimdiden satılmıştı bile. Bu yalan yanlış haberler sonrası gazeteci Ümit Alan haklı olarak “Hangi Metaverse?” sorusunu soruyordu takipçilerine. Facebook’un şirket adını Meta olarak değiştirmesi ve ciddi bir yatırım yapmasıyla gündeme oturan Metaverse teknoloji lokomotifine takılan bir vagon misali hızlanarak yaşamımıza girmeye hazırlanıyor. Oysa çoktandır ama az ama çok pek çoğumuzun hayatında olan bir teknolojiye dayanıyor. Çocuk oyunu gözüyle gördüğümüz Roblox ve Minecraft’tan Second Life gibi çok daha profesyonel olanlarına kadar paralel evrenler hayatımızın çoğu alanına dahil olmuş durumda.

Düzgün bir yemek

                Netflix’te yer alan 2018 yapımı “Başlat: Ready Player One” bu teknolojinin yaşamımıza neler getireceğini gösteren yapımlardan biri. Yönetmenliğini Oscar ödüllü Steven Spielberg’in yaptığı film 2045 yılında herkesin özel gözlüklerle ve kimi zaman kıyafetlerle dahil olduğu OASIS isimli çok oyunculu çevrimiçi bir oyunun insanların yaşamındaki vazgeçilmezliğini gözler önüne seriyor. Her şeyin sanal olarak gerçekleştiği bu dünyada gerçek hayatta sahip olamadıkları için mücadele eden insanları görüyoruz. Mutfaktaki yangın için yardım isteyen oğlundan habersiz bir anne, oyunu kaybettiği için çıldıran bir küçük kız ya da oyunda öldürüldüğü için intihara niyetlenen bir iş adamı. Küçüğünden büyüğüne zengininden fakirine herkes gerçek dünyaya sırtını dönüp OASIS’de sanal hedeflerin ve başarıların peşinde koşturuyor. Zaten filmin başında da insanların sıkıcı gerçeklikten kaçmak için bu paralel evrene sığındıkları ifade ediliyor. Filmin sonundaysa insanları gerçeklikten ve doğasından koparan evrenin yaratıcısına bir nevi günah çıkarttırılıyor sanki:

                “OASIS’i yarattım, çünkü gerçek dünyada kendimi hiç evimde hissetmedim. İnsanlarla nasıl bağ kurulur bilmiyordum…Hayatım boyunca korktum. Hayatımın sona ereceğini öğrendiğim an’a dek. İşte o an anladım ki gerçeklik korkutucu ve acı veren bir yer olsa da düzgün bir yemek yiyebileceğin tek yer orası.”

***

                Sanayi devriminin başında fabrika basıp makine kıran Luddistler ya da köye giren traktörü taşlayan marabalar gibi görülmek istemem. Zira onların tepkisinde ekonomik saikler vardı. Teknolojiden uzak bir yaşam süren Amerikalı Amiş’ler gibi de algılanmayı arzulamam. Onlar da inançları gereği bu yaşamı tercih etmişlerdir. Ancak Metaverse ve benzeri teknolojilere karşı mesafeli olmak istiyorum. Bizi yaşamın gerçeklerinden -mutlu veya mutsuz olabiliriz- koparan şeylerin sahteliğine inanıyorum. Dünyayı daha yaşanılabilir bir yer haline getirme imkanımız varken bu proje yeni bir Prozac Toplumu yaratma çabası gibi geliyor bana. Umarım yanılıyorumdur, umarım sosyal medya ve diğer teknoloji şirketlerinin ağza çalınan bal misali bir kaç eğlencelik karşılığında bizi birer meta haline getirmelerinin bir benzeri yaşanmaz. Zira binlerce yıldır olduğu gibi; insan gibi; tatlıyı acıyı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini bu Güneş’in altında yaşamamız gerektiğine inanıyorum. Tebessümler de, göz yaşları da, tüm dokunuşlarımız da burada gerçek. Yazıyı Dokunmanın Gücü kitabının yazarı Wilhelm Schmid’den şu alıntıyla bitirelim:

                “Tam da şeylerin ve ilişkilerin gitgide daha fazla dijitalleştiği bir zamanda, analog olan, dokunulabilir olan, tekrar ilginç hale geliyor. Dijital duyusuzlaşma, aletlerin ötesindeki duyusallığı yeniden keşfetmeye sevk ediyor. Cansız ekranları parmaklamalar ve silip ovalamalar, canlı ötekilere dokunma ve onları okşama ihtiyacını uyandırıyor. Artan sayıda insan, duyularından mutluluk devşiren bir hayat sürmeyi yeniden öğreniyor veya buna ilk defa başlıyor. İnsanın kendi hayatındaki dijitalleşmeyle baş etmeye dair sorunlara el atması için bundan daha uygun bir strateji zor bulunur: Analog hazların zevkine varanın, dijital detoksa ihtiyacı kalmaz.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi