Muhkem Evlerimizden Savunmasız Dijital Aleme Saçılanlar

İster kişisel verilerimiz Clickbait’de olduğu gibi kişilerin eline geçsin isterse şirketlerin ya da devletlerin. Bugün dışardaki soğuğu ya da sıcağı içeri geçirmediği, hırsızlara geçit vermediği için övündüğümüz, sağlıklı, hijyenik ve güvenli saydığımız muhkem evlerimizi farkında olmadan dışarıya açıyor, o sağlam surlarda kendi elimizle gedikler açıyoruz. Pencerenin önünde, duvarın dibindeler ve istedikleri en önemli şey bize ait herhangi bir veri.

                Evinizden çıktığınız andan itibaren izlendiğinizi düşünün. Hiç tanımadığınız insanlar sizin nereye gittiğinizi, kimlerle ne hakkında konuştuğunuzu takip ediyor, nelerden hoşlandığınızı, nelere ihtiyaç duyduğunuzu ve ilgi alanlarınızı biliyor, sizinle ilgili bu verileri gizli bir dosyada biriktiriyor olsun. Kendinizle ilgili bu kadar mahrem bilginin yabancı ellerde olması mı sizi daha çok rahatsız eder yoksa bu bilgilerin başkalarıyla da paylaşılabilme ihtimali mi?

                Yalnızca filmlerde bu tür sahnelere  şahit olacağınıza mı inanıyorsunuz? Yoksa “Amaan, benimle ilgili bilgileri kim ne yapsın Allahını seversen” mi diyorsunuz? Akıllı telefon kullanıyor musunuz peki? Akıllı olmalarıyla övündüğümüz telefonlarınızda ekran kilidi var mı? Yoksa herhangi biri telefonunuzdaki bilgilere, fotoğraf ve videolarınıza, banka bilgilerinize, şifrelerinize rahatlıkla erişebiliyor mu? 

                “Benim zaten saklanacak bir şeyim yok” dedikten sonra telefonunuzun başkaları tarafından kurcalanmasının sizi niye rahatsız edececeğini bir düşünün. Bir de size ait, telefonunuzdakilerden onlarca kat fazla verinin yabancı insanların elinde olduğunu. 

                Son dönemin popüler Netflix dizilerinden Clickbait* tam da bu konuyu ele alan sekiz bölümlük bir dizi. Youtube düşen bir video ve videoda kanlar içinde bir adam. Elindeki kağıtta “5 milyon izlenmede öleceğim” yazısı var. Clickbait yazıyı elinde tutan Nick Brewer üzerinden kullandığımız teknolojinin mahremiyetini -ya da ortaya saçılmışlığını mı demeliyim!- gözler önüne seren kaliteli bir yapım. Diziyi izlediğimizde dijital dünyanın aslında hayatlarımızı nasıl da kökünden değiştirdiğini görüyoruz. Evet, insanlar arasındaki ilişkinin dijital platforma taşınmasını çok sevdik. Oturduğumuz yerden para havale etmeyi, beğendiğimiz o güzel botun siparişini verip iki gün sonra kapımıza teslim edilmesini de. Evimize alacağımız televizyonu daha önce kullanan insanların yazdıkları yorumları okuduk internet üzerinden, kimi zaman. Fikir sahibi olmak için. Kimi zaman da uzak diyarlardaki akrabalarımızla yaptık görüntülü görüşmelerimizi yine o internet deryasında. Bugün aklımıza takılan herhangi bir şey için internete başvurup arama motorları sayesinde bilgiye (!) kolayca ulaşabiliyor, sevdiğimiz, ilgi duyduğumuz insanları, ünlüleri sosyal medyadan takip edebiliyor, banka işlerimizi, bilet rezervasyonlarımızı kolaylıkla halledebiliyoruz. Ancak internetin hayatımıza kattığı bu kolaylıkların bedelini bizden dirhem dirhem aldıkları “mahremiyetimiz” ile ödüyoruz.

                İnternet dünyasına hangi sebeple olursa olsun adım attığımız andan itibaren yaptığımız her şey kayıt altına alınıyor. Gezdiğimiz sitelerden ilgi alanlarımızı tespit edip ona göre karşımıza çıkartacakları reklamları seçiyorlar. Evet bu artık sıkça dillendirilen bir örnek. Ama iş bu kadarıyla kalmıyor. Tıpkı 2013 yazında eski bir istihbarat çalışanı olan Edward Snowden’in açıklamalarıyla ortaya saçılanlar gibi. Ne demişti Snowden, “Tarihte hiçbir kitlesel gözetim sistemi yoktur ki, suistimal edilmemiş olsun”. Zira iletişimin dijitalleşmesi kontrolünün de kolaylaşması anlamına gelmekte. Stefan Aust ve Thomas Ammann’ın “Dijital Diktatörlük” isimli kitabında NSA (Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı) ve diğerlerinin yaptığı gözetleme işinde teröristlerin ya da potansiyel terör olaylarının izlenmesinin yalnızca bir yan ürün olduğuna dikkat çekiliyor ve bu işlemde esas meselenin, halkın sevk ve idare edilmesi olduğu vurgulanıyor. Yazarlar bu durumu “Toplumun Sibernetik Güdümü” olarak isimlendiriyorlar.   

Evet, interneti bize sevdirdiler. Akıllanmalarıyla birlikte cep telefonları elimize tutuşturulan oyuncaklar oldu. Çok fonksiyonlu bu cihazlarla pek çok işimizi halledebiliyor olmak bize keyif veriyor. Sosyal medya mesela; yaşamak istediğimiz hayatları takip etmemizi sağlarken başkalarına da bizi olduğumuzdan farklı -ya da hadi şöyle diyelim, en cilalı- taraflarımızı göstermekte çok işe yarıyor. Ancak başta arama motorları olmak üzere internet üzerinden hizmet veren her kapı bizden aldığı veriyi ikinci, üçüncü şahıslarla ve kurumlarla paylaşmaktan imtina etmiyor. İki kişi arasında geçen bir mesajlaşma, görüntülü sohbet veya veri paylaşımı rahatlıkla başkaları tarafından da takip edilip adınıza düzenlenen bir klasörde saklanıyor olabilir ki; gerek yukarıda adı geçen kitap, gerek bu konuda yazılan sayısız başka eser ve makaleler, gerekse de Edward Snowden, Julian Assange gibi bu dünyadan gelenlerin ortaya koyduğu örnekler ve açıklamalar bu gerçeği duymak istemeyenlerin yüzüne haykırıyor.

                Peki verilerimizin bu tür sibernetik dünya baronlarının elinde olması bizim için neden önem arz etsin? İşte size durumun vehametini hicveden, internet kaynaklı bir örnek;

-Gordon Pizza mı?

-Hayır efendim. Google Pizza.

-Yanlış numaraymış, kusura bakmayın.

-Hayır efendim numara doğru. Google Pizza. Google olarak Gordon Pizza’yı satın aldık.

-O zaman bir sipariş verebilir miyim?

-Her zamankinden mi efendim?

-Ne yani, ne sipariş edeceğimi biliyor musunuz?

-Elbette efendim. Son beş keredir mantarlı, sosisli, sucuklu pizza istemişsiniz.

-Tamam o zaman öyle olsun.

-Size onun yerine kuru domatesli,biberli,sebzeli pizza göndersek.

-Neden ki?

-Bakıyorum da kolesterolünüz 300’ün üzerinde, üreniz de yüksek.

-Nereden biliyorsunuz ki?

-Son check-up’ınız 15 gün önce imiş efendim, ona baktım.

-Tamam anladık. Ama ben yine kendi siparişimi istiyorum. İlaçlarımı alıyorum zaten.

-Özür dilerim efendim, ilaçlarınızı da pek almıyorsunuz. 30 tabletlik kolesterol ilacınızı alalı 90 günü geçmiş.

-Sonra tekrar aldım. Hem size ne?

-Sonra tekrar almamışsınız efendim, kredi kartı harcamalarınıza baktım.

-Yahu nakit aldım. Onun kaydı yoktur.

-Nakit de almış olamazsınız. 45 gündür bankadan nakit çekmemişsiniz.

-Belki bir başka nakit kaynağım var, onu nereden bileceksiniz?

-Olamaz efendim. O zaman vergi kaçırıyorsunuz demektir. Gelir vergisi beyanınızda başka bir nakit gelir görünmüyor.

-Yuh be!

-Sadece size yardım etmek istiyoruz efendim, kötü bir niyet yok.

-Biliyor musun?Artık gına geldi. Çekip gidicem dünyanın ücra bir köşesine, ne internet, ne Google. Kafamı dinleyeceğim. Yeter be!

-Biraz zor efendim.

-O niye ki?

-Pasaportunuzun süresi dolmuş.

İster kişisel verilerimiz Clickbait’de olduğu gibi kişilerin eline geçsin isterse şirketlerin ya da devletlerin. Bugün dışardaki soğuğu ya da sıcağı içeri geçirmediği, hırsızlara geçit vermediği için övündüğümüz, sağlıklı, hijyenik ve güvenli saydığımız muhkem evlerimizi farkında olmadan dışarıya açıyor, o sağlam surlarda kendi elimizle gedikler açıyoruz. Pencerenin önünde, duvarın dibindeler ve istedikleri en önemli şey bize ait herhangi bir veri. Zira ünlü medya uzmanı Mathias Döpfner’in de dediği gibi Eğer fosiller 20.yy’ın yakıtıysa o zaman 21.yy’ın yakıtı da kesinlikle verilerdir”.

*Clickbait Türkçe’ye “Tıklama Yemi” olarak karşılığını buluyor; ki bu isim bile karşımızda duran gerçekliğin bir başka tezahürü sayılabilir sanırım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi