Pudra ve Kolonya Kokulu Anılar

Belki bir gün birileri modern zamanın kutsalı olan “hız”a yenilmiş böylesi berber dükkanlarını denk gelir; o çok iyi bildikleri, özlem duydukları ancak bir daha asla aynı keyifle, aynı güven ve mutlulukla yürüyemeyecekleri geçmişin arnavut kaldırımlı sokaklarında, zamandan ve mekandan sıyrılmış bir hayalet gibi bedensiz dolaşırlar.

                Yalnızca kendisi için değil edebiyat dünyası için de bir “opus magnum” sayılabilecek yarı otobiyografik kitabı “Kayıp Zamanın İzinde”de Marcel Proust kokulara ve tatlara ayrı bir önem verir. Proust’un ancak yedi cilde sığdırabildiği, iki milyondan fazla kelime ve üç binden fazla sayfayı barındıran bu dev eser, soğuk bir kış günü ısınması için getirilen çay ve madlen kekin yarattığı tat ve rayihanın etkisiyle anlatıcının zihnine üşüşen anılar ve düşünceler üzerinden yürümeye başlar. Gündelik yaşamda hayatımızdaki yerine çok dikkat etmesek bile kimi zaman kokular ve tatlar geçmişle gelecek arasında güçlü bir bağ kurabiliyor. Literatürde “Proust Etkisi” olarak bilinen bu durum koku, tat ve bellek arasındaki ilişkiyi özetliyor. Kitapta Proust bu durumu şu sözlerle ifade ediyor:

                “Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.”

                Çoğumuz için de öyle değil midir aslında? Gündelik hayatın rutine boğulmuş yüksek debili akışında bir es, bir nefes olur burnumuza gelen bir koku. Bizi alır ve yıllar öncesinin puslu anılarına taşır. Bu bazen Proust’ta olduğu gibi çocukluk günleridir, kimi zaman da gençliğin kanı deli akıtan anları. O çok iyi bildiğiniz, özlem duyduğunuz ancak bir daha asla aynı keyifle, aynı güven ve mutlulukla yürüyemeyeceğiniz geçmişin arnavut kaldırımlı sokaklarında, zamandan ve mekandan sıyrılmış bir hayalet gibi bedensiz dolaşıyorsunuzdur. Bu durumuGeçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise tesadüfe bağlıdır.” diyerek özetler Proust.

Barber Shop

Zihnin hâkimiyet alanının dışında saklı olan geçmişim kimi zaman pudra ve kolonya kokusunu duyduğum kuytuda kalmış bir berber dükkanında ziyaret eder beni. Çoğunlukla ayda bir ziyaret edilen şimdilerde modernliğin baskısıyla geleneksel yapısını yitiren bu mekanlar yaşantımda daima özel bir yer tutmuştur. Babamın ekmeğini kazandığı ilk işi olması ya da amcamın hali hazırda hâlâ aynı dükkanda berberlik yapıyor olmasının da etkisi vardır kim bilir. Meslek sahibi olana kadar hep amcamın berber dükkanında babamın müşterisiydim. Tıraş zamanı geldiğinde karayoluna çıkar babamın fabrikadan çıkış saatini beklerdim. Takıntılı bir şekilde sadece onun tıraş edebileceğine, amcam da dahil başka kimseye güvenemeyeceğime inanırdım belki de çocuk aklımla. Mekanik tıraş makinelerinin kesmekten çok yolarak tıraş ettiği, alabros tıraşın yıllarca alamet-i farikam olduğu yıllardı bunlar. Geleneksel özellikleri fazlasıyla barındıran bu dükkan pudra ve limon kolonyası kokusunun iç içe geçtiği, kimi hatırlı müşterilerin fotoğraflarının ayna kenarlarına sıkıştırıldığı, yer yer sırları dökülmüş bu puslu aynaların mekanı daha geniş gösterdiği, duvarlarında bir dönemin siyasilerine ait posterlerin bulunduğu bir huzur mekanı olarak kazınmış zihnime. Modernizmin ve popüler kültürün her şeyi aynileştiren, bir örnek hale getiren fırça darbelerinin son kurbanlarından olan berber dükkanları bugün bolca granit, deri, fırçalanmış ahşap, hatta varak barındırıyor. Albenili ışıl ışıl halleri, geniş ve ferah yapıları ve tabelalarında “Barber Shop” ya da “Hair Design” vurgularıyla gelenekselliğin o samimi mahzunluğundan sıyrılmış, ara sokaklardan işlek caddelere, modern zamanın tüketim katedralleri olan AVM’lere doğru yer kapma yarışına dahil olmuşlardır.

“Her zamankinden”

Futbol, siyaset ve küçük mahalle dedikodularıyla semtlerin önemli birer sosyalleşme mekanı olan berberler kendi berberini seçme özgürlüğüne kavuşan erkekler için önemli bir eşiktir. Doğru berberi bulmak bir erkek için her zaman önemli bir meselenin çözüme kavuşturulması olmuştur. Uzun uzun anlatmadan, acaba sonuç nasıl olacak diye düşünmeden “Her zamankinden”in rahatlığıyla koltuğa gömülme, futbola, siyasete ve küçük mahalle dedikodularına dahil olmanın huzurunu sunar bu mekanlar.

                Her erkeğin böyle bir anısı olmuştur muhakkak. Edebiyatta da sinemada da kendine sıkça yer bulur berber dükkanları. Orhan Kemal’in ünlü eseri “Hanım’ın Çiftliği” Cemşit’in taneleri fındık iriliğindeki kehribar tesbihini şakırdatarak berber Kürt Reşit’in dükkanına girmesiyle başlar. Kitap boyunca akıp gidecek olayların ilk damlası burada düşecektir. Metin Akpınar-Zeki Alasya’nın “Aslan Bacanak” filmindeyse mahalle kabadayısı Halim’e mahalleye yeni taşınan minibüs şoförü Selim, sevdiği kızın adını Cevat Kurtuluş ve Sami Hazinses’in işlettiği o küçük Şen Berber dükkanında söyleyecek ve işte orada kızılca kıyamet kopacaktır.

                Bugün dar paça kısa pantolonların, çorapsız giyilen ayakkabıların, “Tez köz getir kardeşim” diyen janti delikanlıların cilalandığı janti barber shop’ların yanında puslu camları, sırları dökülmüş aynaları kendine has sohbetinin sıcaklığıyla hayatımızdaki pek çok şey gibi izleri silinip gidenlerden sadece biridir berber dükkanları.

                Adalet Ağaoğlu benzer bir temaya “Karanfilsiz” öyküsünde değinir. El emeği göz nuruyla boyadığı at arabalarına, kamyon kasalarına türlü çeşit kuşlar, manzaralar çizen arabacının karşısına kaportacıyı çıkartır ve konuşturur:

                “Yolun daha kısası var. Araba, kamyon sahiplerinin ise zamanı dar. Bak, gittikçe azalıyorlar önünde kuyruk olmaya. Bizim atölyede çarçabuk teslim ediyoruz kasalarını. Niye beklesinler?

                Bu işten murat tahtayı çürütmemekse!..”

                Belki bir gün birileri modern zamanın kutsalı olan “hız”a yenilmiş böylesi berber dükkanlarını denk gelir; o çok iyi bildikleri, özlem duydukları ancak bir daha asla aynı keyifle, aynı güven ve mutlulukla yürüyemeyecekleri geçmişin arnavut kaldırımlı sokaklarında, zamandan ve mekandan sıyrılmış bir hayalet gibi bedensiz dolaşırlar. Böylece “Karısını Şapka Sanan Adam” kitabında Oliver Sacks’ın koku duyusunu kaza sonucu kaybeden bir hastanın söylediklerine hak verirler.

Kim bilir?

                “Koku duyusu mu? Bunu hiç düşünmemiştim. Normal olarak böyle bir şeyi düşünmezsiniz ama onu kaybetmek, aniden kör olmak gibi. Hayat büyük ölçüde zevksiz ve heyecansız bir hale dönüştü. Kokunun ne büyük bir keyif ve mutluluk kaynağı olduğunu düşünemiyor insan. İnsanları kokluyorsun, şehri kokluyorsun, kitapları ve baharı kokluyorsun – belki bilinçli olarak değil ama her şeyle ilgili temelde zengin bir bilinçaltına sahip olarak – her şeyi kokluyorsun. Tüm dünyam aniden fakirleşti.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi