Sarı saçlı, mavi gözlü ol(a)mayan çocuklara dair

Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne

allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar

oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında

dünyayı çocuklara verelim

kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi

hiç değilse bir günlüğüne doysunlar

dünyayı çocuklara verelim

bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı

çocuklar dünyayı alacak elimizden.

                  ölümsüz ağaçlar dikecekler.

Nazım Hikmet

                Tek bir karede yitirdim insana olan inancımı.

                Tek bir kare...

                Yarattığımız bunca maddi zenginliğin, lüksün, refahın, şatafatın ve akla duyulan sonsuz güvenin ortasında insanın özündeki kötülüğü saklamanın ne denli kifayetsiz kaldığını gördüm o karede. 

                Islak ve soğuktu.

                Sahilde cansız yatan küçücük bir bedendi sadece.

                Onunla ölüvermişti benim için insanlık. Sebebini bilmediği ve asla da öğrenemeyeceği bir savaşın alelade addedilen kurbanlarındandı. 

                Kayıtlarda bir satır, toprakta hepi topu yarım metre yer tutacaktı artık. 

                O kadar!

                Dünyaya gelen her bebek kadar onun da yaşama hakkı vardı. 

                İnsanca yaşamak. 

                Ve de hakça. 

                İnsanlık ulusunun bir ferdi olarak. 

                Bebeklerin diğer bebeklere ayrımcılık yapmadığı, tüm bu suni tavırların biz büyüklerin başının altından çıktığı bir dünyadan geçiverdi o. 

                Bir bakış attı şöyle bir. 

“İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu/ Bebeklerin ulusu yok/ Başlarını tutuşları aynı/ Bakarken gözlerinde aynı merak/ Ağlarken aynı seslerinin tonu.

Bebekler çiçeği insanlığımızın/ Güllerin en hası, en goncası/ Sarışın bir ışık parçası kimi/

Kimi kapkara üzüm tanesi”

(Ataol Behramoğlu)

                Vietnam’da atılan bombanın vücudunda yarattığı yanıkların etkisiyle acılar içinde koşan küçük kızın dramında; Kanada’da bir kilisenin bahçesinde bulunan 751 çocuğun cesedinde; Holodomor’da açlıktan vücutları narin bir ağaç dalı kadar kırılganlaşmış, bakışları boşluğa düşmüş milyonlarca çocuğun çaresizce ölümü bekleyişinde de hep aynı karanlık vardı.

                Bugün savaş tamtamları yine çalıyor. Habil’in toprağa düştüğünden bugüne kana doymayan kötülük yeni kurbanlar istiyor. 

                Oysa yalan yok, keyfimiz çıtırdı…

                Kanallar arasında dolaşırken, sosyal medyada gezinirken karşımıza çıkan haberlere şöyle bir göz atıyor; Taliban’ın yakalayıp darp ettiği öğretmenin müzik aletleri yakılırken döktüğü göz yaşlarını, bir mal gibi satılan küçük Suriyeli kızların dramını, Yemen’de, Somali’de açlıktan ölen çocukların zayıflığını sıradan bir Hollywood şovunun yaratacağı anlık etki kadarlık bir tepkiyle izliyorduk. 

                İzliyordum…

                Islak ve soğuk, sahilde cansız yatan o küçük bedene şahit olana dek!

Modernitenin Safraları

                Şimdi Rusya-Ukrayna savaşında benzer dramın olmamasını diliyoruz. Suçsuz günahsız çocukların sığındıkları yerde endişeli gözlerinde yine aynı korku var. Başka evlatların öleceğinden, başka annelerin ağıtlar dökeceğinden korkuyoruz. Aklını, vicdanını kiraya vermemiş olan herkes savaşın bir çılgınlık olduğunu dile getiriyor.

                Ancak…

                Ölümün doğulu çocuklara daha fazla yakışacağını düşünen diğerkâmlık abidesi insanlar; demokrasi havarisi kesinlenlerin Irak’ta, Afganistan’da yaptıklarına, Bosna’da yaşanan katliamlara karşı vicdanlarını kapatanlar sarışın, mavi gözlülerin memleketinde bir çatışmayı kaldıramıyor protesto için yürüyüş yapıyorlar. Sınırlarını sonuna kadar açıp sevgiyle kucaklıyorlar Ukraynalı mültecileri. Ne güzel bir dayanışma.

                Ama keşke diğerlerine de aynı hassasiyeti gösterebilselerdi diyor vicdanın sesi. 

                O diğerlerine acımasızca çelme takıp kucağında çocuğuyla yere yuvarlarken de denizin ortasında ölüme terk ederken de o insanların can taşıdığını hatırlayabilselerdi keşke.

                Rusya-Ukrayna savaşına kadar “mülteci” kelimesine hayli alerjisi olanların vakti zamanında kendi ülkelerinde işçi ücretlerini düşürmek için yüz binlerce insanı Kanada’ya zorla nasıl göç ettirdiğini anlatır Zygmunt Bauman “Iskarta Hayatlar” kitabında. Mültecileri ve evsizleri modernitenin safraları olarak tanımlayan Bauman, gelişmiş (!) ülkelerin konuya bakışını şöyle ifade eder: “…bu yeni ya­bancılar, mülteciler, yerleştikleri ülkeye uzaktaki savaşın gö­rüntülerini, yıkılmış evlerin, yakılmış köylerin kokusunu getirirken ülke sakinlerine gündelik hayatlarının güvenli ve tanıdık (tanıdık olduğu için güvenli) kozasının kolayca yırtılabileceğini, evlerinde yaşadıkları güvenlik duygusunun ne denli yanıltıcı olabileceğini hatırlatıyor.”

                Sosyal medyaya ve haber kanallarına düşen görüntüler insanlık olarak pek de yol alamadığımızın kanıtı adeta. Rusya-Ukrayna Savaşıyla ilgili olarak BBC’ye açıklama yapan bir yetkili “Benim için çok duygusal çünkü mavi gözlü ve sarı saçlı Avrupalıların öldürüldüğünü görüyorum” diyordu. CBS’den Charlie D’agata  "Burası Irak ya da Afganistan değil... Bu nispeten medeni Avrupa şehri" diyerek yaşananların kendilerine bu kadar yakın olmasına anlam veremediğini ifade ediyordu. The Daily Telegraph’tan Daniel Hannah ise bu sefer savaşın yanlış topraklarda olduğunu çünkü savaşan insanların kendileri gibi insanlar olduğunu, Instagram ve Netflix hesaplarının bulunduğunu belirtiyor, savaşın bu topraklara yakışmadığından dem vuruyordu.                                                        

                Oysa biz ve onlar ayrımının asla yakışmadığı kader ortağı mülteciler için Antropolog Michel Agier şöyle bir tanım yapıyor:

                “…toplumsal varoluşun dayandığı araçları, yani bir an­lam taşıyan kişileri ve şeyleri -arazi, ev, köy, kent, ebe­veyn, mülk, iş ve günlük yaşamda simge değeri taşıyan sıradan şeyleri- [kaybetmek anlamına gelir]. Kendile­rini hayatın akışına bırakan, elinden beklemekten baş­ka şey gelmeyen bu insanların, ancak insani yardımla sürdürebilecekleri ‘çıplak hayat’larından başka şeyleri yoktur.”

Hangi Batı?

Rönesans saatiyle harekete geçen hümanizm treni Reform, Aydınlanma Çağı, Fransız Devrimi, Sanayi İnkılabı, Modernizm istasyonlarına uğrayıp insanlığı yirmi birinci yüzyıla taşımıştır. Bu süreçte Batı dünyası İspanyol papaz Bartolomé de las Casas‘ı bile isyan ettirecek, krala bu katliama dur demesi için yalvartacak kadar çok kan ve gözyaşının temelleri üzerinde yükselmiştir. “Pieta”, “Yıldızlı Gece”, “Sefiller”, “Dört Mevsim” gibi şaheserleri yaratan; bilimi, felsefeyi, edebiyatı bugünlere taşıyan; 21.yy arefesinde SSCB’nin dağılmasıyla beraber dünyadaki tek gerçek kültür olduğu kibrine kapılan; uğruna dünyanın sonuna ulaşıldığı naraları patlatılan Avrupa’nın İsa’dan sonra 2022 yılında Rus yazarların eserlerini kütüphanelerden dışlamayı, Rus sanatçıların işlerine son vermeyi bir tepki biçimi olarak ortaya koyması geldiğimiz noktayı çok net ortaya koyuyor.

                Elon Musk on yıl sonra Mars’ta koloni kurabileceğimizi muştuluyordu yakın zamana kadar. Teknolojinin aurorasına aldanıp eşiğinde durduğumuz Metaverse evreninin cazibesine kapılıyorduk. Yaratılan bu ışıltılı dünya Bauman’ın ifadesiyle Iskarta Hayatları, Modernitenin safralarını görmemizi engelliyor, vicdanımızın sesini afyon yutmuşçasına rahatlıkla bastırmamızı sağlıyordu.  

                Milenyumla birlikte dünyanın küresel bir köye dönüşeceğine inananlar aradan geçen yirmi yılın ardından “Biz ve Onlar” düşüncesinin hâlâ bu denli canlı olmasına, dünyaya medeniyet pazarlayan batı dünyasının doğuda olanlara karşı ne denli vurdumduymaz, sınırında görmek istemediklerine karşı ne denli acımasız olduğunu sayısız defa gördük. Görmeye de devam edeceğiz. Doğulu olsun batılı olsun, ister bir barakada ister bir rezidansta isterse de Matrix’te yaşasın, elindeki maddi imkanlar değişse bile insanın özü asla değişmiyor zira.

                Hemen kuzeyimizde, Avrupa’nın kıyıcığında yaşanan bu savaş dünyanın makyajını akıtmış, pullarını dökmüş yarattığımız muasır medeniyetin, bilimde ve teknolojideki son sürat gelişmelere rağmen ancak bir arpa boyu yol olabildiğinin kanıtı olmuştur. Artık ayının şefkatine, batının ufak bir kazımayla gün yüzüne çıkan kafatasçı gerçeğine , demokrasi ihraç edenlerin kanlı vicdanlarına muhtaç kalmadan, yatırıldığımız öğle uykusundan bir uyansak mı artık acaba?

                Tabii önce şu soruyu kendimize sorarak:

                “Kamber Ateş, nasılsın?”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi