Seçmenin Despotluğu Üzerine ya da Bir Homo Consumens’in* anıları

İliştirilmiş ihtiyaçlar ve çözüm olarak sunulan seçenek enflasyonu biz tüketicileri bolluğun baskısında, seçmenin despotluğu altında yaşamaya zorluyor sanki. Seçeneklerimizin bollaşması karşısında “Kaygı” başımızın üzerinde sallanan Demokles kılıcı gibi duruyor. Artan seçenekler farkında olmadan kaygımızı da artıyor. Riskten kaçınmak için seçme mefhumuna sığınıyoruz. Şaşırıp kalıyoruz çoğu zaman ama neden bu seçeneklerin önümüze geldiğini/getirildiğini, dağın öte tarafında ne olduğunu sormuyoruz/sorgulamıyoruz.

                1985 yılı. Ilık bir sonbahar akşamı. Tek devlet kanalına rağmen televizyonda bir şeyler izlemenin büyük keyif verdiği zamanlar… Teyzemlerde o zamanın en ileri teknolojilerinden birine sahip, altmış küsur ekranlı renkli televizyonlardan var. Bizde siyah beyaz bir Telra. Ahşap kasa. Düğmeleri kocaman. Eve doğru yürüyoruz. Annem babama söyleniyor: “Biraz daha otursaydık da diziyi renkli izleseydik ne vardı?” (Kastedilen dizi Kartallar Yüksek Uçar).

                Eve giriyoruz. Herkesten önce oturma odasına koşuyorum. Işığı bile açmadan televizyonun düğmesine basıyorum. Çat diye çöküveriyor koca düğme. Bir anda renkleniveriyor odanın içi. Şaşkınlıkla değişenin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sonra fark ediyoruz babamın sürprizini.

                Televizyona dair hafızama kazınan en eski anı bu. Sonrası tahmin edeceğiniz gibi. Her zaman odanın baş köşesinde oluverdi bu beyaz cam. Küçük dünyalarımızdan kocaman âlemlere açılan bir pencereydi o. Yakari’den Kalimero’ya, Jetgiller’den (travma sebebim) Clementin’e pek çok kahramanla tanıştım. “Dostluk ve sevgi, sarıyor her yeri, gel katıl bize, verelim el ele…” diyerek büyüdük dar ve susamsız sokağımızda. Özel kanallar devreye girince epeyce çatı mesaim oldu benim de kırk yaş üzeri kardeşlerim gibi(!). O hassas noktayı bulduğumuz zamanlardaysa sabah erkenden kalkıp yepyeni çizgi filmlerin dünyasına dalıverirdim.

                Sevdiğimiz bir filmi, diziyi izleyebilmek için yayın gününü, saatini beklemek ya da mecburen ekranda denk gelinen filmin konusunu anlamaya çalışmak daha mı zevkliydi; şimdinin “Dile benden ne dilersen!” diyen bol seçenekli dünyasından? Pikselleri küçülüp sayısı artan, kalınlığı azalıp netliği çoğalan televizyonlardan bir tek ben mi eskisi kadar keyif almıyorum?

Kaygı

                İnternete kolayca bağlanabildiğimiz, Netflix’in, Amazon Prime’ın ya da Youtube’un dilediğini dilediğin yerde, dilediğin zaman, dilediğin kadar izleyebileceğin seçimlik dünyasında; bol seçenekli sonsuzluk evreninde savrulmak beni yoruyor. “Ama!” ile başlayan cümlelerin bu sistemin avantajlarını ortaya dökeceğini biliyorum tabii. Oysa sorun sadece televizyon dünyasıyla sınırlı değil. İliştirilmiş ihtiyaçlar ve çözüm olarak sunulan seçenek enflasyonu biz tüketicileri bolluğun baskısında, seçmenin despotluğu altında yaşamaya zorluyor sanki. Seçeneklerimizin bollaşması karşısında “Kaygı” başımızın üzerinde sallanan Demokles kılıcı gibi duruyor. Artan seçenekler farkında olmadan kaygımızı da artıyor. Riskten kaçınmak için seçme mefhumuna sığınıyoruz. Şaşırıp kalıyoruz çoğu zaman ama neden bu seçeneklerin önümüze geldiğini/getirildiğini, dağın öte tarafında ne olduğunu sormuyoruz/sorgulamıyoruz. Hep bir seçme telaşı, öne geçme yarışı… “Seçen” bizsek kendimizi özgür sayıyoruz, önümüze neden bu seçeneklerin geldiğini düşünmeden. Birer “Homo consumens”e evrildiğimiz bu çağda arzu üretimi, ihtiyaçların yerini almış durumda. Tüketim noktasında dikkate aldığımız şey ihtiyaçlar değil, mümkün olduğunca çok tatmin. Haliyle uzun ömürlü evladiyelik nesnelere değil, “Kullan-at!” tarzı eşyalara kayıyor gönlümüz. Yaşamı Humboldt’un keşfettiği yağmur ormanları gibi gören “post-Darwinci” neoliberal dünyada kişisel gelişim hülyalarına daldırılıyoruz. Güçlü olanın ayakta kaldığı bu alemde kendimizi yeniden yaratmak için çırpınıyor çırpınıyoruz, “Bizi kim neden bu yarışa dahil etti, şartlar niye böyle?” diyemeden. Haliyle kişisel gelişimimiz için kulaçladığımız bu okyanusta seçimlerimiz daha bir önemli hale geliyor. Her bir seçimin başka seçenekleri öldürdüğü düşüncesi kaygımızı arttırıyor. Profesyonel yardım telaşına düşüyor, koç gibi (!) yaşam uzmanları arayışına dahil oluyor kimileri. Çünkü kulağımızda hep aynı tembih: “Sistemi eleştirme, kendini eleştir.”

                Bolluk Paradoksu kitabının yazarı Amerikalı psikolog Barry Schwartz bu konuya dikkat çekiyor ve yaşadığımız süreci “seçim patlaması” olarak adlandırıyor. Multi fonksiyonel insana dönüştüğümüz bu çağda seçeneklerin bollaşmasının insanda seçim yapma zorunluluğunu doğurduğuna dikkat çeken Schwartz seçenek bolluğunun yan etkilerinden birinin de beklentilerin yükselmesi olduğuna vurgu yapıyor ve ekliyor:

                “İnsanların yaşantısına seçenekler katmak onlara yardım etmek yerine bu seçeneklerin ne kadar iyi olacağına dair beklentilerini yükseltir. Ve bu da daha az tatmin yaratır.” Schwartz’ın TedX sunumunda gösterdiği karikatürdeki balıklar gibiyiz. Okyanusun ortasındayız ancak içinde bulunduğumuz akvaryumun genişliği ile, seçeneklerimizin bolluğu ile övünüyoruz. O akvaryumu kırmayı hiç düşünmeden.

İnterpasif insan

                Avusturyalı felsefeci Robert Pfaller’e göreyse giderek “interpasif” hale geliyoruz. Bizim yaşayamadıklarımızı yaşayan, gidemediğimiz yerlere giden insanları takip edip asla okuyamacağımız kadar çok kitap, izleyemeyeceğimiz kadar çok film arşivliyoruz. Seçmenin kutsallaştığı, seçeneklerin bollaştığı bu kişisel gelişim cangılında Bauman’ın da dikkat çektiği üzere kapitalizm arzuların  tatminine  değil,  daha  fazla  arzunun arzulanmasını  sağlayan  arzulara;  fırsatları  ve  seçenekleri  daha  verimli  hale  getirmeye  değil,  çoğaltmaya;  olasılıkların  işleyişini  yapılandırmaya  değil,  serbest  kılmaya  yöneldi. Spotify veya Apple Music’in yapay zekâsı dinlediğimiz şarkıları takip ediyor ve ona göre listeler oluşturuyor. Artık düğmesini çevirdiğiniz anda çalmaya başlayan radyolarda şarkılardan fal tutmak maziye çoktan karıştı. Gideceğimiz yolların tercihini navigasyona, otomobil kullanma zevkini otonom sürüşe bırakıyoruz. Nicedir büyüsü bozulan bu dünyada arzu üretimi ihtiyaçların yerini almış durumda. Tüketim Köleliği kitabının yazarı Ivan İllich’e göre aşırı endüstrileşme insanları, tapmakta oldukları aletlere tamamen köleleştirmiş durumda. Sistem dev bir organizma gibi binlerce tonluk konteynır gemileriyle, jumbo jetleriyle, ekrandan akıttıklarıyla her gün, her saat bir şeyler bırakıyor kapımızın önüne. Kargolar dünyasında yaşıyoruz. Oysa her şey bir anlık tatminden ötesine yaramıyor. Yanıp sönen ve sonra tekrar yanan bir mum gibiyiz.  Seçeneklerin bolluğunda, seçme baskısı altında ne istediğimizi, neyin bizim için daha iyi olduğunu anlayamadan, önümüze sunulanlarla geçiveriyor günlerimiz. Tıpkı Spinoza’nın ünlü eseri Etika’da verdiği taş örneği gibi özgürlük yanılsaması içindeyiz. Şöyle diyordu Hollandalı filozof:

                “…Yuvarlanan bir taş hayal et, bu bize özgürlüğü anlatmaz. Şimdi istersen taşın, hareket etmekteyken düşündüğünü ve hareket etmek için elinden geldiğince çaba gösterdiğinin farkında olduğunu düşün. Emin ol ki, sadece kendi çabasının farkında olduğundan ve buna karşı hiç de kayıtsız olmadığından bu taş özgür olduğunu ve hareketini istediği için sürdürdüğünü sanacaktır. Herkesin sahip olduğu için övündüğü ve sadece insanların iştahlarının bilincinde olup onları belirleyen nedenleri tanımalarına dayanan şu insan özgürlüğü işte böyle bir şeydir.”

*Tüketici insan

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi