Zamanınızın ne kadarı sizin?

Oysa “Hız arttıkça özgürlük azalır” der Paul Virlio. Sürdüğü arabanın hızı arttıkça onu kontrol etmekte zorlanan sürücüler gibi hıza tapan bir dünyada, sınırları bizim için belirlenen zaman dilimlerinde, yetişmeye, yetiştirmeye çalıştığımız hedeflerin peşinde, yaşadığımız sanrısı içinde hem kendimizi hem de çocuklarımızı heder ediyoruz.

-Saat altı.

-Sağol Daisy. Anna!

-Hayatımda bir kez kendiliğimden uyanmak isterdim.

            Güneşin ilk ışıkları Downtown Malikanesi’nin üzerine düşerken ev sahipleri uyanmadan çok önce bu büyük evde koşturmaca başlamıştır. Aristokrat Crawley ailesinin üyelerinin dışarıdaki soğuğa inat sıcacık bir güne gözlerini açabilmeleri için Daisy ve Anna gibi onlarca çalışan telaşla sağa sola yetişmeye çalışmakta, şömineler yakılıp mükellef kahvaltı masası hep aynı titizlikle hazırlanmaktadır. Çünkü tüm bu çalışanlar için zaman sahip olamayacakları kadar büyük bir zenginliktir.

            20.yüzyıl başlarında geçen İngiliz dizisi Downtown Abbey yayınlandığı andan itibaren tüm dünyada oldukça ses getirdi. 1912-1926 yılları arasında hayali bir malikanede geçen dizi, dönem içerisinde yaşanan olayların aristokrat Crawley ailesinin ve hizmetçilerinin hayatlarını nasıl etkilediğini gösteriyordu. Dizi kimi zaman yukarıdakiler-aşağıdakiler hikayelerine yönelirken kimi zaman da dönem içerisinde meydana gelen yeniliklerin toplumsal karşılıklarının nasıl olduğuna da değiniyor, aynı gemide (!) sürdürülen farklı hayat hikayelerini izleyicilerine sunuyordu.

•••

            “Büyüyen Zaman İhtiyacı” kitabında Kenan Güngör “Zaman sanıldığı ve gösterilmek istendiği gibi herkese eşit ve demokratik bir biçimde dağıtılmamıştır.” der. Ve haklıdır da. Downtown Malikanesinde zaman Lord Robert Crawley ve ailesi için aktığı gibi akmaz hizmetçi Gwen ya da Daisy için.

            Modern zamanlar filminde Charlie Chaplin’in hayat verdiği işçiyi düşünelim. Onun için de zaman işvereniyle aynı mıdır mesela?

•••

            Zamanın ne olduğu sorusu her dönem insanların kafasında soru işareti yaratmıştır. Bu bilinmezliğe “Zaman Üzerine” isimli kitabında Norbert Elias şu sözleriyle dikkat çeker: “Bana zamanın ne olduğu sorulmadığı sürece zamanın ne olduğunu biliyorum; ama sorulduğunda bilmiyorum”

            Zamanın temel olarak algılanışının döngüsel ve çizgisel olmak üzere iki şekilde olduğu düşünülür. Mezopotamya’dan Çin’e kadar İlkçağ uygarlıklarının pek çoğunda zamanın döngüsel olarak algılandığı görülür. Hint uygarlığıyla özdeşleşen reenkarnasyon düşüncesi ve İran’da ortaya çıkan Zerdüştlük’te her yıl tekrarlanan iyi-kötü savaşı gibi.  

            Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi tek tanrılı dinlerde ise zamanın çizgisel (lineer) olduğu düşüncesi hakimdir.

            Newton’ın nesnel zaman anlayışının ardından insanlığın zaman düşüncesini derinden etkileyen kişi ise Albert Einstein olmuştur.

            “O genel görelilik, özel görelilik ve eşanlılığın göreliliği yaklaşımlarını ortaya koyarak, zamanın onu tecrübe eden için farklı algılandığını açıklamaya çalışmıştır.”*

•••

            Modernite öncesinde insanlar dünyanın varolan düzenine tabi oldukları için gündelik yaşamlarını Güneş’in ve Ay’ın hareketlerine ve yıldızların konumlarına göre belirlemişlerdir. Böylece evrenin sistemine ram olmuşlardır. Elektriğin keşfi ve gecelerin aydınlatılması insan gücüne güç katmış, egosunu daha da kuvvetlendirmiş, eskinin korku veren karanlığı bile artık insanoğlu için sıradan bir durum haline gelmiştir.

            Moderniteyle birlikte dünyanın yalnızca kendisi için var olduğuna/yaratıldığına inanan insanoğlu gittikçe güçlenen antropsantrik dünya görüşünün de etkisiyle zamanı kendi ihtiyaç ve isteklerine göre şekillendirmiş, bölümlemiştir. Uyanma zamanı, uyuma zamanı, çalışma zamanı, ders zamanı, dinlenme zamanı… artık hepsi bu yeni düzene göre belirlenmiştir.

            Zamanın bu şekilde ölçülebilir bir niteliğe dönüştürülmesi şüphe yok ki tıpkı modernitenin bir diğer hediyesi bürokrasi gibi yaşamı belli kalıplar içerisine alıp düzenleyebilmek içindir.

            “…Modernleşen dünya, her şeyi kontrol altına aldığı gibi zamanı ve uzayı da kontrol altına almaktadır.‘Fabrika zamanı’ tüm insanlara dayatılır ve insanlar  kent  yaşamının  gereği  olarak  saat döngüsüne  bağlı  yaşamaya başlarlar.”**

            Kent yaşamını parlatan, köyde yaşamayı kompleks sebebi sayan, köy yaşamını ise nostaljik bir unsur, turistik bir eşya boyutuna indirgeyen, şehre tıkıştırdığı insanları çoğu zaman farkına bile varamadıkları bir koşturmacanın içinde savurup duran, an’a sıkıştıran modern yaşamın en son ve en güçlü silahı artık akıllı telefonlardır. Böylece bireyi zamandan ve mekandan soyutlamak mümkün hâle gelmiştir. İçinde bulunduğunuz ortamdan sıkıldınız veya sizin beklentilerinizi karşılamıyor mu? Hoop! İki parmak hareketiyle bir kaç inçlik ekranlardan farklı boyutlara, alemlere dalmanız mümkündür. Sarmayan arkadaş sohbetleri, bayram ziyaretine gittiğiniz babaanne evi, reklam arasına giren dizi seansları, nasihatlerle dolu anne sohbeti, düğünler, cenazeler, ibadetler… ekrandaki paralel evren sayesinde kurtulabileceğiniz zamanlar ve mekanlardır artık.

•••

            “Bir yerin ya da kültürün hangi özellikleri onu diğerlerinden daha yavaş ya da hızlı yapar?” sorusuna cevap arayan sosyal psikoloji uzmanı Robert Levine, bu soruyu cevaplandırmak için, dünya genelinde otuz bir farklı ülkedeki yaşam hızını karşılaştıran bir dizi araştırma yapar. Yazara göre bir yerin temposunu belirleyen en temel etken ekonomidir. Canlı ekonomilere sahip yerlerin tempoları daha hızlı olmaya yatkınken (Kuzey Amerika, Kuzey Avrupa ülkeleri gibi) en yavaşlar üçüncü dünya ülkelerinden, özellikle de Güney ve Orta Amerika ile Orta Doğu’dandır.

            Oysa “Hız arttıkça özgürlük azalır” der Paul Virlio. Sürdüğü arabanın hızı arttıkça onu kontrol etmekte zorlanan sürücüler gibi hıza tapan bir dünyada, sınırları bizim için belirlenen zaman dilimlerinde, yetişmeye, yetiştirmeye çalıştığımız hedeflerin peşinde, yaşadığımız sanrısı içinde hem kendimizi hem de çocuklarımızı heder ediyoruz.

            Viktorya Dönemi İngilteresinde yaşayan çocuklara dair görüntüler karşımıza çıktığında daha 4-5 yaşındaki çocukların baca temizliği gibi zor ve tehlikeli işlerde bile nasıl rahatlıkla kullanıldığını gördüğümüzde yüreğimiz sızlıyor. Acıyor, üzülüyoruz. Nasıl zamanlarmış bunlar diyoruz. Oysa içinde bulunduğumuz vahşi cangılın içinde çocuklarımıza yaptığımız bundan çok daha masum değil. Onlar için, onların çocukluğunu çalıyor, onlara kurmaya çalıştığımız “harika” gelecek için son sürat akan yaşam maratonuna dahil olmaları için kurslar, etütler, etkinlikler planlıyoruz. Kendimizi zorunlu hissediyoruz. Böyle yapmazsak kendimizi suçlu hissedeceğimizi biliyoruz. Şartlar bunu gerektiriyor çünkü. Değil mi? Pek hangi şartlar bunlar? Neoliberalizmin ve ekürüsi vahşi kapitalizmin değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez şartları mı?

•••

            Aydınlanmayla başlayan ve moderniteyle overdose düzeyine ulaşan süreç insana en büyük kötülüğü yapmış, onu doğadan koparmıştır. Daha konforlu bir hayat sunmanın karşılığında aldıkları ise sunduğu hizmetin kat be kat üzerindedir. İnsanoğlunun zorluklarla olan mücadelesinde ona kalkan görevi gören sabır duygusu hıza olan bu ihtiraslı ruh halinin bir sonucu olarak her geçen gün daha fazla törpülenmekte. Bir gün sonra gelen kargo için kuryeyle, geç gelen sıra için doktorla -beklemek için zamanımız olsa bile- kolayca tartışabilen bir gerilim çizgisine çekilmekteyiz.

            “Sıfır saat sözleşmeleri”yle, esnek çalışma düzeni safsatalarıyla insana ait ne varsa hepsine sahip olmak isteyen, “Vakit nakittir” desturuyla yaşayan değil yaşayıp giden ruhlar yaratan sisteme dair bir eleştiri de beyaz perdeye düşen “Zamana Karşı” (In Time) filmidir. Film 25 yaşına gelen insanların, yaşlanmayı durdurmak için var güçleriyle çalışmak zorunda olduğu bir gelecekte geçer. Bu çağda zaman para ve güçtür; zenginler sonsuza kadar genç kalarak yaşayabiliyorken fakir ve güçsüz olanlar ise 25 yaşından sonrasını görememekte, ölerek elenmektedir. Paranın yerini dakikalar ve saatler, yıllar almıştır. Tıpkı para gibi zaman da biriktirilebilen, harcanabilen ve başkalarına hediye edilebilen bir değer haline gelmiştir. Bir fincan kahve için ömrünüzden bir kaç dakika kısaltılmasına müsade ederken, bir araba için onlarca yıllık ömrünüzden vazgeçmeniz ve ödemeyi bunlarla yapmanız gerekiyordur. Distopik bir geleceği anlatıyor gibi görünse de aslında bugünümüzü anlatıyordur. Bizi ve biz gibi yetiştirmeye çalıştığımız çocuklarımızın geleceğini.                          Herkese eşit ve demokratik bir biçimde dağıtılmayan zamanı.

*“Zaman Algısı ve Zaman Algısının Mc Taggart İle Dönüşümü”. Şevval Ersan. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2021

**Modernite ve Zaman Algısı. Feyza Ceyhan Coştu. Uluslararası Ekonomi Toplum ve Kültür Sempozyumu Bildiri Kitabı, 2019

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi