“Demokrasi Bayramı”ndan “Siyasi Darbe”ye…

Seçim akşamlarında yaptığı konuşmalar gelenekselleşen Tayyip Erdoğan’ın balkon jargonuna göre “demokrasinin bayramı” olan seçime sadece birkaç gün kaldı. Bu seçim bir yönüyle AKP’nin siyasi tarihindeki diğer seçimlerden ayrışıyor. İlk defa kaybetme ihtimalinin ve buna bağlı olarak kaybetme korkusunun bu kadar yoğun hissedildiği bir kampanya dönemi yaşıyoruz. Seçimin nasıl sonuçlanacağı kadar, bu sonucun siyasi iktidarın aleyhinde olması hâlinde nasıl bir tutum takınılacağı da merak konusu… Dolayısıyla 14 Mayıs seçimleri; iktidarın, demokrasi söylemlerindeki samimiyetinin de testi olacaktır.

Tabii bu kuşkular durup dururken, nedensizce ortaya çıkmıyor. İktidar temsilcilerinin eylemleri ve söylemleri bu kuşkuyu doğuruyor. Söylem dilinin sertliği itibariyle Reis’i ile yarışabilecek düzeyde başarılı(!) olan Süleyman Soylu, 14 Mayıs’ın “Batı’nın siyasi darbe girişimi” olduğunu söylüyor. Tarihine kendilerinin karar verdiği bir halk oylamasını darbe girişimi olarak nitelendirmek her şeyden önce açık bir manipülasyon ve dahası provokasyondur. Batı’nın ekonomik baskılarla veya uluslararası basını kullanarak algı yarattığı ve toplumsal eğilimleri yönlendirdiği hikâyesine yaslanıyorlarsa; bugünlere gelmelerine vesile olan, ağızlarından düşürmedikleri “millet iradesinin” bu oyunu göreceğini bilmeleri, saygı duymaları ve rahat olmaları gerekir. Eğer seçim güvenliğine yönelik bir kaygıları var ise o zaman sıkı bir özeleştiri yapmalılar. Zira seçim ve sandık güvenliğini sağlamak temsil ettiği makam itibariyle bizzat bu şahsın görev tanımı kapsamındadır. Memleketteki teröristin ve uğursuzun ayakkabı numarasını bildiğini söyleyen birinin böyle bir kaygısı var ise bugüne kadar söyledikleri inandırıcılığını yitirir ki, vay halimize... Gerçi; bir mitingin bile güvenliğini sağlamaktan aciz olduklarını Erzurum’da gördük ya, o apayrı bir fasıl…

Arkasından birtakım toparlama girişimleri oldu. Örneğin; İbrahim Kalın, seçim sonucu ne olursa olsun saygı duyacaklarını ifade etti. Bu açıklama da büyük bir talihsizliktir. Seçim sonuçlarına saygı göstermek lütuf değil, zorunluluktur. Bu sözler karşısında; saygı duymama ihtimali de var iken bir tercih yaptıklarını ve saygı duymaya karar verdiklerini öğrenmiş olmanın mutluluğunu mu yaşamalıyız? Ya da şirazesinden kaymayan devlet ciddiyetinin temsilcisi(!) olarak lanse edilen bir bürokratın sağduyusu ile kendimizi güvende hissetmemiz için bir neden var mı? 

Sahi; İstanbul seçimleri göz göre göre iptal edildiğinde, toplum iradesi hiçe sayıldığında, kazananın hakkı gasp edildiğinde, adalet müessesesi baskı altına alınarak seçimler yenilendiğinde neredeydi İbrahim Kalın? Sözde hassas oldukları damardan girecek olursak; “kul hakkı yendiğinde” müktesebatından utanmadı mı? Bu siyasi olgunluk o gün neden gösterilmedi. Ortada hiçbir haklı sebep yok iken, kaybettikleri ilk seçimde mağlubiyetin kabul edilmeyerek çamura yatılması ve açıkça usulsüzlük yapılması kendilerini rahatsız etmedi mi? Etmemiş olmalı ki bugün o makamları hâlen işgal ediyorlar. Üstelik bununla da kalmayıp, “devlet aklının hiçbir durumda insicamını bozmayan timsali” pozları ile bol keseden hak, hukuk, adalet, demokrasi ve güven dağıtıp, bir de kendilerine iman etmemizi bekliyorlar. Beklemeye devam etsinler…

Necip Türk matbuatının birçok ismi, AKP’nin seçimi kaybetmesi hâlinde adına yakışır bir tören ile devir teslim yapılacağını, başka bir şanslarının olmadığını ifade ediyor. Ancak; yirmi küsur senelik iktidar pratiği dikkate alındığında, bu yaklaşımların fazla iyimser olduğunu düşünmememiz için bir neden yok. Balyoz ve Ergenekon dava süreçlerinde darbe yaygarası ile darbe yapıldığının ve kurumların içinin boşaltıldığının yaşayan tanıklarıyız. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ülkenin KHK’lar ile yönetildiği, puslu havada atılan yumrukların büyük mağduriyetlere sebebiyet verdiği bir dönemi yaşadık. O dönemde, bakanların başarılarının ihraç edilen kişi sayısı ile ölçülür hâle geldiğini bizzat içlerinden olan birisi, Ali Babacan söylüyor. Dolayısıyla, bu kadar yaşanmışlığın üstüne demokratik seçim sürecine “darbe” yakıştırması yapılması da artık bünyemize ağır gelmiyor. 

Hatırlarsanız AKP; 3Y yani “Yolsuzluk, Yasaklar ve Yoksulluk” ile mücadele vaadi ile toplumu ikna etmiş ve hayatımıza girmişti. Geldiğimiz noktada; yolsuzluk algı endekslerinde yerlerde sürünüyoruz, konser yasaklarını konuşuyoruz, yaşam tarzını aşağılayan söylemlere, hakaretlere ve küfürlere muhatap oluyoruz, yoksulluktan da ağızımız kokuyor… Velhasıl günden güne çürüyoruz. Umarım 15 Mayıs sabahı, artık çamura yatamayacakları ve yaygara yapamayacakları bir netlikte bu çürümeye dur dediğimiz bir güne uyanır, büyük değişimi başlatırız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Boray Acar Arşivi