Demokrasinin teknolojiyle sınavı

İki haftadır gözetim toplumunun en meşhur metaforu olan Panoptikon kavramını anlamaya çalışıyoruz. Gözetim toplumunun günümüzde ne aşamaya geldiğini, ekonomik, politik ve sosyal etkileri üzerine düşündük, fikirler hatta felsefi bir refleksle spekülasyonlar ürettik. En son, insanlığın teknolojiyi getirdiği noktadan ve teknolojik aygıtların nasıl panoptik birer araca dönüştüğünden bahsettik. Bu noktayı çok önemsiyorum. O yüzden isterseniz gelin tam da bu nokta üzerinden düşünsel bir sondajla biraz daha derinleşmeye çalışalım.

“YENİ PANOPTİKON”

Bu ara başlığı tırnak içerisinde yazdım, zira bu terim bir alıntı. İngiliz gazeteci ve yazar Jamie Bartlett’in 2018’de yayımlanan The People Vs Tech (İnsanlar Teknolojiye Karşı) isimli kitabındaki ilk bölümün başlığı. Hatırlarsanız ben geçen haftaki yazıda buna Technopticon demiştim. Yazar, bu bölümün alt başlığını da What the Power of Data is Doing to Our Free Will olarak belirlemiş. Basitçe, “Veri Gücünün Özgür İrademize Yaptıkları” ya da “…etkisi” diye Türkçeye çevirebiliriz.

Kitabın Yeni Panopticon başlıklı 29 sayfalık bu ilk bölümü geçen hafta üzerine tartıştığımız konuyu çok daha geniş bir biçimde ve benzer neden-sonuç ilişkilerini kurarak tartışıyor ve mealen şunu ekliyor. “Bizi sürekli gözetim altında tutan ve davranışlarımızı kontrol bu yeni yapı demokrasinin sağlığı için ciddi bir tehlikedir.”

Ona göre de halk üzerinde yapılan manipülasyonlar insanların gerçekliği kaybetmelerine neden oluyor. Bu boşluk da elbette zihinlerine yerleştirilen fikirlerle dolduruluyor. İşte bu büyük operasyon, sosyal medya, web siteleri, arama motorları ve iletişim uygulamaları üzerinden toplanan veriler sayesinde oluşturulan algoritmalarla yönetiliyor.

Bartlett’in altına imzamı atabileceğim bu tespitlerini ben şöyle yorumluyorum. Tüm bu süreç çok karmaşık gibi görünmekle birlikte özünde ‘kuşa bak’ yöntemiyle yapılan bir kandırmacadan başka bir şey değil. Sosyal medya bize bahşedilen bir eğlence alanıyken, onlar için dört bir yana dijital ayak izimizi saçtığımız bir gözetleme alanı.

Geçen haftaki yazıda da belirttiğim üzere, biz elimize tutuşturulan bu büyük oyuncakla aslında özgür irademizi onların eline bırakmış oluyoruz. Platon’un mağara alegorisinde bahsettiği esirler gibiyiz. Girmişiz bir dijital mağaraya, gölgelere bakıp eğleniyoruz. Gerçek ise mağaranın dışında ve artık bizim çok uzağımızda.

1-ana-gorsel.jpg

 

TEKNOLOJİNİN SUÇU NE?

Herhangi bir kavrama ya da disipline suç isnat etmek, meseleyi böyle görmek kolaycılık, dolayısıyla konuyu da pek anlamamak olur. Teknolojinin elbette bir suçu olamaz. Suç, bilinci yerinde olma şartıyla, insanın eylemlerinden ortaya çıkan sonuçtur. Bir başka deyişle, teknoloji insanın sahip olduğu bir araçtır ve onu iyilik ya da kötülük için kullanmak, onunla hayır ya da suç işlemek insanın tercihidir.

Tıpkı atom çekirdeği gibi… Onu kullanarak nükleer tıp diye bir alan açarak insanların hayatını kurtarabilir ya da nükleer silah üretip insanların hayatına son verebilirsiniz. Sosyal medyadan topladığınız verilerle insanların ihtiyaçlarını tespit edip bunları giderecek algoritmalar yaratabilirsiniz ya da insanlar için ihtiyaç yaratıp onları sömürebilirsiniz. Teknolojiyi kullanarak insanları doğru bilgilerle bilinçlerini uyandırabilir ve özgürleştirebilirsiniz ya da yalan yanlış bilgilerle manipüle edip bilinçlerine zincir vurabilirsiniz. Sözün özü teknoloji bir araçtır ve onu ahlaklı ya da ahlaksız bir şekilde kullanmak sizin tercihinize kalmıştır. Sonuçta iyilik de kötülük de insana ait niteliklerdir ve bu nitelikler ancak niyetle ortaya çıkar.

 

TEKNOLOJİ ‘İYİ NİYETLİ’ KULLANILIRSA…

İşte o zaman insanlar daha fazla doğru bilgiye erişim olanağına kavuşabilir. Mesela internet, daha önce hiç olmadığı kadar çok bilgiye erişim olanağı sağlıyor. Bu durumda hem niteliği hem de niceliği yüksek bilgiler sayesinde, vatandaşlar için politik süreçler hakkında daha bilinçli olma ve hükümetleri daha etkin denetleme olanağı doğabilir. Ama doğmuyor, doğamıyor…

Sosyal medya ve online platformlar, vatandaşların politik tartışmalara katılımını kolaylaştırabilir. İmza kampanyaları, protesto çağrıları ve sivil toplum hareketleri çok daha hızlı bir şekilde çok daha geniş kitlelere ulaşabilir. Böyle bir durum olabilseydi, katılımcı demokrasi güçlenmez miydi?

Hükümetler verileri (ama doğru ve gerçek verileri) teknoloji sayesinde açık hale getirebilirler. Bu sayede vatandaşlar için devletin harcamalarını, kararlarını, ekonomik hamlelerini takip etmeleri kolaylaşır. Bu da hesap verilebilirliğin olduğu ve yolsuzlukla mücadeleye bile gerek olmayan bir sistemin varlığını mümkün kılardı. Ama mümkün değil.

Sosyal medya azınlıkların ve marjinal kabul edilen bireylerin seslerini daha özgürce duyurmaları için çok elverişli bir alan. Burası pekâlâ farklı seslerin kendini duyurabildiği, kapsayıcı bir fikir bildirme alanı olabilir. Ne güzel bir hayal değil mi?

Bu ideal durumların hepsi mümkün. Ama insanın olduğu yerde ideal olan ütopik, mümkün olansa ancak teorik olabiliyor.

 

TEKNOLOJİ ‘KÖTÜ NİYETLİ’ KULLANILIRSA…

Sosyal medya ve online platformlar, yanlış bilgilerin de dezenformasyonun çok hızlı ve bolca yayılabildiği alanlara dönüşüyor. Algoritmalar, kullanıcıları kendi inançlarını pekiştiren içeriklere yönlendiriyor. Bu sayede oluşturulan ‘yankı odaları’ demokrasinin olmazsa olmazı farklı görüşlerin duyulmasını engelliyor. İnsanların sadece kendileri gibi düşünen kişilerle etkileşimde olmaları kutuplaşmayı körükleyip uzlaşma kültürünü yok ediyor. Tanıdık geldi değil mi?

Devletler ve şirketler teknolojik araçları kullanarak vatandaşları gözetliyor. Büyük veri (big data) analizleri ve parmak izi okuma ve yüz tanıma gibi özellikleri kullanarak insanların mahremiyetini ihlal ediyorlar. Bu sayede demokratik hak ve özgürlükler tehdit edilebiliyor, muhalif kişiler kolayca baskı altına alınabiliyor. Bunu da bir yerlerden hatırlıyor olmalısınız.

Siber saldırılar, seçimlere müdahale edebilme olanakları ve sahte belgelerin kolayca üretilebildiği bir ortamı mümkün kılan teknolojik açıklar her alanda itibarı sarsıyor. Demokratik kurumlara güven kalmıyor. Ne kadar da alıştığımız şeylerden bahsediyorum değil mi?

Hepsi de bize bakan ve bakışlarıyla üzerimizde iktidar kuran, ama bizim kendilerine bakamadığımız, kendilerini görünmez kılan güçlerin üzerimizdeki tahakkümleri. Böyle bir ortamda demokrasinin gerçekten var olduğunu düşünmek çocukça bir saflıktan başka bir şey değil.

2-the-people-vs-tech.png

 

İŞLER TERSİNE DÖNEBİLİR Mİ?

Peki bakışları üzerimizde olanlarla aramızdaki bu iktidar ilişkisini tersine çevirmeye çalışırsak yani biz de onlara bakmayı denersek ne olur?

Julian Assange ismini hatırladınız mı? Hayır mı? WikiLeaks desem hatırlamanıza yardımcı olur mu? Peki ya Edward Snowden? Bir âşinalık var değil mi? İşte bu iki insan, devletlerin vatandaşlar üzerindeki bakışlarına isyan ettiler ve bu süreci tersine çevirdiler. Tabii ki devletler bundan hiç hoşlanmadı.

Peki ne yapmıştı bu iki isyankâr?

Assange WikiLeaks isminde bir site kurdu. Adından da anlaşılacağı üzere burada sızdırılmış belgeler yayımladı. Yaklaşık 400 bin belgeyle Irak savaşının çarpıcı gerçeklerini ortaya sererek Amerika Birleşik Devletleri’ne müthiş bir bakış fırlattı. Kötü muamelelerden yargısız infazlara, işkencelerden sivillerin öldürülmesine her türlü pisliği kanıtlayan yüzbinlerce belge… Ne ABD ne de Irak hükümeti hiç hoşlanmadı bu ifşalardan. Devletin bakışını tersine çeviren Assange, 14 yıl boyunca yargılandı, 5 yıl hapiste kaldı ve sonunda casusluk suçunu kabul ederek ABD hükümetiyle anlaşıp mahkûmiyetten kurtuldu.

Ama bir kez devlet ifşa olmuştu ve tüm bakışlar üzerine çevrilmişti. Aslında herkes biliyordu kralın çıplak olduğunu ama kanıtlayamıyordu. Assange bunu belgelerle kanıtlayarak devletin görünmezliğini kaldırmış, bekasını tehdit etmiş, iktidarını zayıflatmıştı. Gördünüz mü bir bakış nelere kâdir?

Assange, ulusal güvenliği tehlikeye atmakla suçlandı. Oysa yaptığı tek şey yapılan ahlaksızlıkları ortaya çıkartmaktı. Yani devletin ‘ulusal güvenlik’ dediği şey, aslında ahlaksızlıkların üzerinin örtülü kalmasını sağlamaktan ibaretti.

Gelelim Edward Snowden’a…

Eski bir Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) çalışanı olan Snowden 2013 yılında gazetelere bazı gizli belgeler sızdırdı. Bu belgeler ABD hükümetinin teknoloji şirketleriyle iş birliği yaparak milyonlarca vatandaşın iletişim verilerini topladığını kanıtlıyordu. Hükümet hiçbir izin almadan ya da mahkeme kararı olmadan insanların e-posta, telefon görüşmesi ve internet aktivitelerine dair verileri toplamıştı. Bir anlamda Snowden ABD hükümetinin kurduğu Panoptikon’a saldırı düzenlemişti. Görünmeden vatandaşlarını gözetleyen hükümet bir anda milyarlarca insanın bakışlarını üzerinde hissetti. Müthiş bir iktidar zedelenmesi.

Tabii Snowden da casuslukla suçlandı. O da ulusal güvenliği tehdit etmişti. Ama gerçek şu ki Snowden ulusun güvenliğini değil, ulusun mahremine giren devletin iktidarını tehdit etmişti.

Panoptikon kavramını ele aldığımız seriden önce Jean Paul Sartre’ın başkası, başkasının bakışı ve bakışın iktidarı kavramlarını anlamaya çalışmıştık. Ne diyordu Sartre? “Bir başkasının bakışı altında olmak, kendi varoluşumuzun nesneleşmesine ve o bakışın gücüne maruz kalmamıza neden olur. Gözetim altındayken, ne zaman ve nasıl izlendiğimizi bilmediğimiz için sürekli bir baskı hissederiz; bu da özgürlüğümüzü kısıtlar. Gözetim, işte bu bilinmezliğin ve görünmezliğin yarattığı iktidar boşluğunda yükselir.”

Snowden ve Assange’ın yaptığı şey tam olarak bu ‘bakışın iktidarı’nı tersine çevirmekti. Bu ifşalar, devletin görünmez ve her şeye kâdir olan gözetleyici bakışını, bir anda kamuoyunun ve dünyanın gözü önüne serdi. Gözetim mekanizmalarının iç işleyişi, kullandıkları programlar ve hedefleri görünür kılarak ‘gözetleyen’ iktidar sahibi devleti, ‘gözetlenen’ pozisyonuna itti.

Snowden ve Asssange’dan önce, devletler gözetim faaliyetlerini gizli tuttukları için bu konuda hesap vermeye zorlanmıyorlardı. Ama bu ifşalar, gizlilik perdesini kaldırarak, devletin halka karşı olan sorumluluğunu ve şeffaflık zorunluluğunu yeniden gündeme getirdi. Bu durum, gözetleyen iktidarın temelini oluşturan ‘bilgi asimetrisi’ni ortadan kaldırdığı için doğrudan bir tehdit oluşturuyordu.

Onların cezalandırılması için kullanılan yasal gerekçeler casusluk ve ulusal güvenliği tehlikeye atmak olarak açıklandı. Ama gerçek neden gözetleyenlerin bakışını, dolayısıyla iktidarlarını tehdit etmiş olmalarıydı.

5-bakin-daha-neler-olacak.jpg

 

PEKİ SONRA NE OLDU?

Ne olacak? İkisi de unutuldu gitti. Politik güçlerin gündem değiştirme, algıları yönetme ve halkın dikkatini başka yönlere çekme konusunda usta olduklarını söylemiştim. ABD hükümeti vatandaşlarına “kuşa bak” dedi, onlar da baktı, hâlâ da bakıyorlar. İktidara değil, onun yarattığı gölgelere baka baka gözlerine perde iniyor. Bakışın iktidarıyla yaşadıkları otokrasiyi göremedikleri için hâlâ demokrasi var zannediyorlar.

İnsanların kendi aklına kullanma yeteneklerini de elinde almakta usta olan iktidarlar eleştirel aklı yok etmek için her şeyi yaparlar. Daha önce de yazmıştım. Düşünmek zor zanaat. İnsan kendi yerine düşünecek birilerini buldu mu değme keyfine.

 

BAKIN DAHA NELER OLACAK…

Elimize tutuşturulan son teknolojik oyuncağımız yapay zekâya karşı da aynı tutum içindeyiz. Hiç eleştirel aklımızı kullanmadan ne de çabuk aldık kabul ettik. Hatta onu çok sevdik. Neden biliyor musunuz? O da bizim yerimize düşünüyor da ondan. Son günlerde yapay zekânın eleştirel düşünceyi zayıflattığına dair araştırma sonuçları açıklanıyor, haberler yapılıyor. Ama bunun sonuçları kimin umurunda? Anca “işimi elimden alacak” diye endişe edip duruyoruz.

Teknoloji bugün eleştirel düşünmeyi, yarın analitik düşünmeyi, sonraki gün stratejik düşünmeyi, daha sonra yaratıcı düşünmeyi en sonunda da düşünmeyi alacak elimizden. İktidarlar bu teknolojiyi de ustalıkla kullanacaklar ve bize demokrasinin ne olduğunu iyiden iyiye unutturacaklar.

Artık ben şunu sormadan edemiyorum. Biz teknolojiyi ilerletelim derken kendimizi geriletiyor muyuz acaba?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi