Mutlu Hesapçı
İranlı sanatçı Ahad Saadi’nin fırçası ateş, boyası kumaş
Ateş ile kumaşı kullanarak ortaya görkemli tablolar çıkıyor. ‘Azarnegari’ adını verdiği kendi buluşu olan teknikle hat, tezhip ve minyatürler yapan Tebrizli sanatçı Ahad Saadi ile bir araya geldim, hikâyesini dinledim, İran’ı ve son dönemde yaşananları sordum.
Ahad Bey resim yeteneğiniz ve merakınız nasıl başladı, ressam olmaya nasıl karar verdiniz?
Çocukluktan, ailem sanat ve kültür ile iç içeydi. Özellikle halı taciri babamın ekibinde tasarımcı, iplik boyacısı olan insanlar vardı. Çocukluktan itibaren babamın yanında çırak olarak çalıştım; hem sanat hem de sanatın ticari yönüne dair babamdan ve halı piyasasından çok şeyler öğrendim. Özellikle Tebriz’de dünyanın en büyük kapalı çarşısında mağazamızın olması benim için çok onur vericiydi. Oradaki faaliyetleri görüyordum ve içimde hep hayal ettim; sanatımla neler yapabilirim diye hep düşünürdüm. Çocukluğumdan beri resim yapıyorum, okulu da iyi bir puan ile kazandığımda huzur verici bir ortamda hissettim kendimi. O günden sonra sanat merakım daha da güçlendi ve sanat dünyasına böylece adım atmış oldum.

“Çocukluğumda hep ateş yakıp oynamayı çok severdim”
Sizin kendinize özel geliştirdiğiniz ve dünyada ilk olan bir tekniğiniz, buluşunuz var, bu nedir? Bu teknik buluş nasıl doğdu, resimlerinizi bilinen metotların dışında nasıl yapıyorsunuz?
Kendi geliştirdiğim teknik; ‘‘Azarnegari’’ Farsça bir kelime, Azer dediğimiz ateş, Nagari dediğimiz çizim yapmak anlamına geliyor, yani ateş ile çizim yapmak. Ben tüm yaptıklarımı kalem veya fırça kullanmadan hep ateşle yani kuyumcuların mavi ateşleriyle yakıyorum. Kumaşların da sentetik olması gerekiyor, tabii ki ipek ürünleri de ortalarına yerleştirebiliriz. Bu teknik büyük ve uzun bir hikâye. Çocukluğumda hep ateş yakıp oynamayı çok severdim. Bir gün ateşle oynarken annemin kumaşlarına bir korun atılması ve orada stresle ateş korunu söndürmeyi çalışmam ile başladı her şey. Elimin darbesi ile hem ateşi söndürdüm hem o darbe sayesinde kumaşın birbirine yapışmasını gördüm ve yakından izlediğimde su gibi erimiş, sonra donmuş, o parlaması ile harmoni vermesi ve renklerin değişmesi benim için inanılmazdı. Büyük bir heyecan yarattı ve o olay ile bu değişimi keşfetmem Azarnegari’nin ilk başlangıç noktası oldu. Bu durumu anneme söyledikten sonra dikkatlice kumaşları yakarak tekniğimi pratik etmeye devam ettim. Ailem hep yanımda oldu, sağ olsunlar. Katherine Pandel’in sözü gibi; “Çocuklarımızın kanatlarını kesmeyelim, uçsunlar” ailem onu benim için yaptı ve ben hayalimde uçabildim. Kumaşları annemden alarak yavaş yavaş makaslarla kesip küçücük resimler yaptım. Normal ve standart metotlar dışında sanat dünyasında kumaşla çok işler yapılmış, kolaj olarak veya kesip yan yana- üst üste yapıştırılmış örnekler var ama Azarnegari’de kumaşlar katman katman yakıldığı zaman birleşiyor yani bazen beşinci kattaki kumaşın rengi onuncu kattaki rengi etkiliyor. Şimdiye kadar böyle benzer şeyler olmamış sadece kumaşları kesip üst üste yapıştırılması ve bir şekil verilmesi var. Azarnegari, kendine özgü tekniklerle ve şifrelerle yakılıp birbirine birleşip yapışıyor. Hiçbir yapıştırıcı ve boya kullanmadan kendine öz bir teknik olmuştur.
“Azarnegari felsefesi, aşk ve sevgi içeriyor”
Resimlerinizin temalarını neler oluşturuyor, hangi hikâyeler üzerinden ilerliyorsunuz?
Genellikle resimlerimde hep iç içe yaşıyorum çünkü hiçbir eser kısa bir zamanda tamamlanmıyor ve minimum bir buçuk ay - iki aydan önce bir eser oluşmuyor. En son çalışmamda 4 bin 200 saat emek verdim. ‘‘Barış için savaş’’ anlamına da gelen, Azarnegari felsefesi, aşk ve sevgi içeriyor. Dünya ortamında olan gerginlikleri bu her anlamda siyasi ya da ekonomik her türlü sebep olabilir bunları kendime dert hissettim. Kültürden ve sanattan besleniyorum, her yaptığım eserin bir derdi, felsefesi var. Sanatçı çağının tanığı olmak zorundadır, kendi duygularını da işine katarak eserini oluşturur.
“Emeklerimiz yavaş yavaş dünya çapında görünmeye başlıyor”
Sizi diğer çağdaşlarınızdan, ressamlardan ayıran özellikler neler, fark yarattığınız neler var eserlerinizde?
Bu konuda aslında ben çok fark yaratan biri değilim, böyle iddialı cümleler de hoş olmayabilir. Bu kendi egosu çok yüksek bir konu ama hep barıştan ve sevgiden konuşmak için yola çıktım, her zaman sanata emek vermek çabasındayım. Maalesef hızlı dünyamızda sanatçılarımız çok daha hızlı çalışmaya, hızlıca bir konuyu bitirmeye gayret ediyor. 'Azernegari' bir piramittir… Güzellik, emek, mesaj, felsefe üzerine kurarak ilerliyorum. Her karesi bir insana hitap edebilir; felsefe istemezse güzellik, güzellik istemezse emek, emek istemezse felsefe… Yani bu döngüyle Azarnegari’ni özdeşleştirdik ve özelleştirdik. Çok mutluyum çünkü çok çabalardan sonra sonuca varmış olduk. Art Fact isminde bir web sitesi, bazı sanatçıların etki bıraktığı dünya çapında bir listeye bizi de almış. Ve kendi Azarnegari Contemporary değil Ultra Contemporary ismini vermiş bu da benim hoşuma giden bir teknik. Çünkü geleneksel modelinden bahsederek Ultra Contemporary ismini vermiş. Bu benim için de hoş bir tanımlama, demek ki emeklerimiz yavaş yavaş dünya çapında görünmeye başlıyor.

“Atatürk’ün söylediği gibi herkes doktor, mühendis olabilir ama sanatçı olamaz”
Sanattan para kazanılıyor mu?
Sanattan para kazanılıyor mu? Tabii ki sanat sonuçta bir başarıdır, bir emektir, bir zevktir, bir zanaattır, bir yaratıştır. Sanayi ve sanat dünyasında fark sanatta daha fazla duygu var, sanayide fiziki yaşam için ihtiyaçlarını gideriyorsun. Ne kadar fiziki görsel, duygusal, dokunsal bir konfora ihtiyacımız var ise o kadar da ruhsal konfora ihtiyacımız var. Ruhsal konfor, ruhsal beslenme ve görsel beslenmeler insan için çok önem arz ediyor. Tabii burada hem sanatçı hem galerici olarak, o boşlukları hissettirmesi ve sonradan onun yetiştirilmesi ve sunulması gerekiyor. Tabii ki çok iyi kazanılabilir, sanatçı çok öz ve özeldir. Atatürk’ün söylediği gibi herkes doktor, mühendis olabilir ama sanatçı olamaz. Sanatçının hem maddesel, hem manevi, hem halk için de değerli fert olduğunu Atatürk’ün bu sözüyle hissetmiş oluruz.
“Aşık olduğum kadın Parisa’nın sergimi ziyaret etmesiyle her şey değişti”
Türkiye’ye yolunuz nasıl düştü ve İstanbul’da yaşamaya karar verdiniz?
2009 yılında İran'da son sergimi yapıp İpekyolu ile dünyaya açılmak istiyordum. Hem dünyayı tanımak, hem de sanatımı tanıtmak amacıyla yollara düştüm. İpekyolu diye yola çıktım sonra Amerika’yı gezecektim ardından Viyana'ya yerleşirim diye düşünüyordum. Ama 2009 yılında Tebriz’de son sergimde aşk şimşeği çarptı ve onu gördüm ama irtibatım kesildi. Ta ki 2011'de benim İstanbul'da ilk sergimi organize ettiler, sergim yapıldı ve mucizevi olarak aşık olduğum kadın Parisa’nın sergimi ziyaret etmesiyle her şey değişti. Orada bizim aşk hikâyemiz başladı ve İstanbul bana çok uğurlu geldi. Ardından bu güzel hislerle sanat projelerim İstanbul’da devam etti. İtalya'da galerimiz var, Paris'te şirketimiz var ama İstanbul'da ikamet ediyoruz. İran'dan sonra ikinci vatanımız İstanbul ve Türkiye'yi hissediyoruz. Kültürlerimiz iç içe, yabancılık çekmiyorum, kendi evimde yaşamış gibi hissediyorum.
‘Ahad, kapıdan giren kız senin yaptığın tabloya ne kadar benziyor’
Eşinizin portresini onu görmeden yapıyorsunuz ve resmini yaptığınız kadın karşınıza çıkıyor. Resminiz çizip de hayatınızın aşkını bulmak nasıl bir duygu ve tesadüf, his?
Bir gün bir kadın portresi çizmek istedim. Burada da gerçekten ruhumdan gelen bir kadın nasıl olur diye düşünerek yaptım. Bazen annem de sorardı, ‘Ahadcığım bir arkadaşın, sevgilin var mı?’ diye. Ama ben aşka çok inanıyordum, gerçek bir aşka, güzel bir aşka. Bu portreyi yaptığım sırada annem atölyeye geldi, ‘Ahad bu ne kadar güzel bir kız, ne yapıyorsun?’ diye sordu. Ben de, ‘İçimden gelen kız, böyle birini istiyorum. Gözleri böyle olsun, saçları böyle olsun’ dedim. Ve annem de ‘Çok güzel bir kız olmuş, Allah buna can versin, senin olsun’ dedi. İstanbul’a yerleşmeden önce İran’da 2009 yılında son bir sergi düzenledim. Serginin açılışında Parisa ile ilk göz göze geldik. İçeri giriş yaptığında ablam benim yanımdaydı, misafirleri ağırlıyordu. Beni biraz dürttü ve, ‘Ahad, kapıdan giren kız senin yaptığın tabloya ne kadar benziyor’ dedi. Ben o sırada Parisa’yı hala görmesem de kalbimin inanılmaz çarptığının farkındaydım ve sebebini anlayamıyordum. Ne olabilir diye düşünüyordum ki Parisa ile göz göze geldiğimiz anda ‘‘Sebebi bu’ dedim”. Yıllar sonra İstanbul’da yollarımız kesişti, hikâyemiz çünkü yeni başlıyordu.

İstanbul ve dünyanın diğer şehirlerindeki sergileriniz, sanat çalışmalarınız nasıl gidiyor, ne gibi çalışmalar imza attınız?
İstanbul olsun, İran olsun, Venedik, Paris olsun tüm çalışmalarımız çoğunlukla söylediğim gibi ‘Azarnegari’yi temsil ediyor. Sevgi ve barış mesajıyla dünyaya sanatımızı yansıtıyoruz şükürler olsun. Dünya çapında da bazı koleksiyonerlerimiz, alıcılarımız sebebiyle adımızı, sesimizi duyanlar var ve o konuda çok mutluyum. Özellikle İran’dan sonra İstanbul, İstanbul’dan sonra Venedik, Venedik’ten sonra Paris devam ediyor. Geçen sene Paris’te Chantilly şehrinde Cannes Film Festivali’ne beni davet etmişlerdi orada da aşk ve barış için 5 dakika konuşma yapacaktık ama tarih olarak bana uymadı. Beni temsil eden bir eserim Cannes Film Festivali’ne gitti ve Cannes şehrinde lansmanı yapıldı. Ayrıca UNESCO’nun ev sahipliğinde ve sponsorluğunda Tahran’da bizi ağırladılar ve güzel bir etkinlik orada da yaptık. Orada da büyük bir eserimizin lansmanını yaptık, güzel tepkiler aldık şükürler olsun. Hem Türkiye hem uluslararası olsun çok mutluyum, güzel gidiyor.
“İlber Ortaylı ile 2015 yılında İran Kültür Ataşesi sayesinde bir etkinlikte tanıştık”
İlber Ortaylı yaptığınız bir eseri çok beğenmiş ve siz de kendisine hediye etmişsiniz. Bu tanışmanın ve buluşmanın sizin için önemi nedir?
Sevgili Prof. Dr. İlber Ortaylı çok beğendiğimiz, önemli şahsiyet ve Türkiye için hakikaten çok değerli bir isim, yaşayan bir tarih. 2015 yılında İran Kültür Ataşesi sayesinde bir etkinlikte tanıştık. Sevgili İlber Bey’de benim iki tane eserim mevcut. ‘Ahad’ın kendi şahsiyetini hem de eserlerine çok inanıyorum çok emek ve çaba veriyor ve bu farkındalığını tamamen hissediyorum’ demiş ve bu cümleleri duymak benim için büyük bir onur. Hatta İran İlim Bakanı’na sergim sırasında; ‘Ahad’ın kadrini kıymetini biliyor musunuz, Ahad sanat dünyasında biri incidir, onun kadir ve kıymetini bilmeniz gerekiyor’ diye ifade etmiş. İran İlim Bakanı da ‘Tabii ki biliyoruz ve biz onun için, sergisi için buradayız’ demiş.

“İran medeniyetinden beslenmek çok farklı ve bir ayrıcalık”
İran’da doğup büyümek nasıl bir duygu, yaşadığınız coğrafya sanatınızı hangi anlamlarda ve nasıl etkiledi?
Bir İranlı olarak tabii ki bunu hiç abartmadan söylüyorum… Dünyanın en büyük medeniyetine hakim olan, en eski medeniyet ve kültürünün sahibi olan bir kimliğin bir çocuğu olması, orada doğması ve onun genini taşımak büyük bir onur. Bunca zorluğa rağmen de olmuş olsa, o kadar zenginlik var ki… O zenginlik zaten gündemde olan zorluklar. Köksüz bir zengin olmanın ne kadar anlamsız bir şey, köklü bir insanın bazen zorlanması da o kadar önemli değil. Önemli olan senin kökünün değerli olması. İran’da iç içe her şey; sanat üst seviyede, entelektüellik tamamen hissedilir. İran medeniyetinden beslenmek çok farklı ve bir ayrıcalık. Sanat ve kültür konusunda çok etkiliyor bizim coğrafya insanı. Özellikle özgüven başta geliyor çünkü sanatın ve kültürün zenginliği, birikimiyle başka bir yerlerden kopyalamaya hiç ihtiyacın kalmıyor. İran ilham veren bir ülke.
“İran, savaş açan bir ülke değil”
İran-İsrail savaşı sizi özellikle orada yaşayan ailenizi nasıl etkiledi, bu konuda düşünceleriniz neler?
İran-İsrail savaşı hep bu savaştan önce konuşuluyordu. İran’da savaş olursa maalesef bazı kanallarda da bilmiyorum nerden kaynaklanan sebeplerle anti İran konuşmaları oluyor. Anti-İran konuşmaları insanı bazen üzüyor çünkü hem yanlış bilgiler medyada veriliyor hem de kötü bir şey enjekte ediliyor. Doğru ve gerçek yerine dezenformasyon haliyle uygulanması çok üzücü. İnsaniyet ve hakikat adına lafta değil de yaptığı ile İran halkı gösterdi. İran-İsrail savaşından önce eğer savaş fazla sürseydi biz de İran’a gitmek istiyorduk hatta haberlerde çıktı çok enteresan ki savaş olduğu zaman İran’a tersine göç başlamıştır. Dünyada olan İranlıların bir kısmı savaş devam ederse de yüzde çok büyük oranda İran’a dönüp ailesinin yanında olmak ister bu da zaten İran’ın kökünden, kültüründen kaynaklanan bir varlıktır ve bu çok çok önemlidir. Tabii ki savaş her şeyi etkileyebilir ama İran’ın gücünü dünya da gördü. Tabii ki İran’ı sevenler ve isteyenler çok mutlu oldular, sevindiler ama istemeyenler çok üzüldüler, korktular. İran’da İran-İsrail savaşını hep beklerdik. Umarım hep dünyada barış sevgi içinde yaşansın. Barış için savaş dediğimde hiçbir zaman barış rica ile yalvarma ile olmuyor maalesef. Sen güçlü olduğun zaman zaten barışı belki yerine koyabilirsin. Savaş her zaman olmuş ama her zaman da barış için savaşmak zorundasın. Hep söylerler iki savaşın ortasında olan bir boşluk ismi barıştır. Yoksa, maalesef insanlar savaş içinde olmuş, hep mutlaka iki kişi savaştı ve birisi savaş başlatıyor, birisi de hakkını ve kendini koruyor. Tabii ki İran hep tarihte nefsi müdafaa etmiş ve kendini korumuş yoksa hiçbir zaman İran, savaş açan bir ülke değil. Genelde savaşı açanlar zayıf insanlar, hırsız insanlar ve kendi boşlukları, kökleri olmayan insanlardır. Yoksa zengin, değerli ve kültürü olan insanlar çok zor savaş yaparlar. Çünkü zaten onun neler kaybedeceğini de çok iyi biliyor. İran kaç bin yıllık medeniyeti olan bir ülke, hiçbir zaman savaşı başlatan veya savaş kabul eden bir kişiliği yoktur onun için her zaman diplomasi taraftarıdır.