Jane Addams: Barışın ve Adaletin Sesi

Gözlerinde, dönemin karanlık sanayi şehirlerine karşın sönmeyen bir umut ışığı vardı. Jane Addams, sadece bir kadın değildi; bir çağın vicdanı, suskunların sesi, görmezden gelinenlerle barışan bir yürekti. 1860 yılında doğan bu ince yapılı kadın, Amerika’nın bağrında dünyayı değiştirme cesaretini taşıyordu.

Sözleri yüksek sesle bağırmaz, etkisi yankısı olurdu. Kadın hakları için yürüdü, barış için yazdı, çocuk emeğine karşı durdu.

Jane Addams, çağının ötesinde bir portre, bir tablo değil gönüllere çizilmiş bir izdir. Sessiz ama derin. Zarif ama sarsıcı. Adaleti, insanlığı ve barışı ince dokunuşlarla örmüş bir yaşamın yaratıcısı...

İlk kez Hull House’a adım attığında, içerisi bomboştu. Oysa Jane boşluğu sevmezdi. O, boşluğu yaşamla, umutla, neşeyle doldurmaya gelmişti. Zamanla evi çocuk sesleri, göçmen annelerin gülümsemesi ile coştu.

Bir gün bir kederli kadın geldi. Çocuğu fabrikada kolunu kaybetmişti. Jane o an anladı: Bu sadece bir sosyal hizmet değil, bir savaş. Çocuk emeğine karşı, adaletsizliğe karşı, suskunluğa karşı bir savaş; silahı kalemi, gücü ise inancıydı.

Yıllar geçti. Kitaplar yazdı, kürsülerde konuştu. Kadınların oy hakkı için yürüdü, barış konferanslarında erkeklerin arasındaki tek kadın oldu.

Bir sabah Chicago’ya yine sis çökmüştü. Chicago’nun gri sokaklarında yürürken, Jane Addams’ın elleri paltosunun ceplerinde, zihni çok uzaklardaydı. Bir mektup, bir kitap ve bir düş…

Tolstoy’u ilk kez okuduğunda, satırlar ona yabancı gelmedi. İnsan Ne İle Yaşar? Onun gibi düşünen bir adam vardı bu dünyada, şöhreti elinin tersiyle itmiş, saraylardan kaçıp bir köylünün odasında insanlığın anlamını aramış bir adam.

1896’da Rusya’ya doğru yola çıktığında, içini bir merak, bir kavuşma duygusu sarmıştı. Sanki bir dostu ziyarete gidiyordu; bu dostu daha önce hiç görmemişti. Moskova’nın dışında, Tolstoy’un yaşadığı sade çiftlik evine vardığında, karşısında yaşlı ama gözleri ışıldayan bir adam duruyordu.

İkisi bir süre konuşmadılar. Gerek de yoktu. Sükût bazen sözcüklerin taşıyamadığı şeyleri taşır. Sonra Tolstoy, Jane’e döndü ve dedi ki:

“Gerçek barış, dışarıda değil, önce insanın içinde başlar.”

Jane bu cümleyi unutmadı. Not defterine değil kalbine yazdı. Günlerce söyleştiler. Tolstoy’un bahçesinde yürürken ona, evinden söz etti. Göçmen çocuklardan, çaresiz kadınlardan, küçük bir evin nasıl büyük bir değişime dönüştüğünden…

Tolstoy gülümsedi. “Bir ev, bazen bir dünyadan daha büyüktür” dedi.

O yolculuk Jane’i yalnızca Rusya’ya değil, kendine de götürmüştü. Tolstoy’un sadeliği, onun içindeki karmaşayı sadeleştirdi.

Chicago’ya döndüğünde Jane artık daha sessiz, daha derindi. Yıllar sonra, Tolstoy’un ölüm haberini aldı.

1914’te, Birinci Dünya Savaşı başladığında, Jane bir kez daha kalemini eline almış, yeryüzüne seslenmişti:

“Barış, korkakların değil, cesurların yoludur.”

1915’te, Lahey’de Uluslararası Kadınlar Barış Konferansı’nda yüzlerce kadının arasında bir lider gibi değil, bir yoldaş gibi yürüyerek adalete çağırıyordu.

1931’in Aralık ayında, Oslo’dan bir mektup gelmişti.

“Sayın Jane Addams, barış uğruna yaptığınız yılmaz mücadele, insanlık adına bir minnettarlık ifadesiyle, 1931 Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştür.”

O an, içeriden gelen çocuk kahkahaları mektubun üzerini örttü. Jane gülümsedi. Gözleri doldu, ağlamadı. İçinde “Demek ki, birileri duymuş” dedi.

Oslo’ya gitmedi. O ödülü alırken kürsüye çıkmadı, alkışları duymadı, gazetecilere poz vermedi. Bir sonraki adımı düşündü: “Daha ne yapabilirim?”

Ama o gün Hull House’un duvarlarına sessiz bir ışık doğdu. Sanki Tolstoy oradaydı, sanki o yaşlı sesiyle şöyle diyordu:

“Gerçek ödül, barışta ısrar etmektir.”

Ödül, odasının köşesine, kitaplarının yanına konuldu. Camlı bir vitrinde değil; halk kütüphanesinin rafının üstüne. Çünkü Jane’e göre bir ödül, halktan daha yüksek bir yere konmazdı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yaşar Seyman Arşivi