Seccadeye sığınmak

Tüm temel politikaların iflas ettiği, ülkenin yönetilemez hâle geldiği ve gittikçe otoriterleşen rejimin ufkumuzu kararttığı bir ortamda seccade üstüne retorik yapmak siyasi iktidarı ve onun yandaşlarını epeyce rahatlattı. Özellikle İslam ve milliyetçilik ekseninde siyaset yapan sağcı zihniyetin koruduğu değil, sığındığı bir takım semboller daima olur. Özellikle “semboller” diyorum, çünkü siyasi kurnazlıkları bunların “değerler” olarak algılanmasını sağlamak yönünde. Toplumların inançlarını ve değerlerini yaşama serüveninde yer edinmiş bir takım nesneler, o inanç ve değerler sistemi ile özdeşleşir ve toplum nezdinde de öğretinin ayrılmaz bir unsuru gibi algılanır hâle gelir, yani sembolleşir. Siyaset mekanizması tam da burada devreye giriyor. Bu sembolleri kutsallık zırhına saran, toplum nezdinde savunur gibi yaparak aslında onlara sığınan, rasyonel düşünme yeteneği zayıflamış olan toplum vasatını da bu yolla istismar eden bir siyasi pragmatizmden söz ediyoruz.

Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, ibadethane olmadığı anlaşılan bir yerde seccadenin üstünde ayakkabıları ile kadraja girmesiyle kıyametler kopartıldı. Belli ki dikkatsizliklerinin esiri olmuşlar veya bir provokasyona kurban gitmişler. Mutat söylemimizi tekrar edelim; ana muhalefetin imaj çalışmalarında, iletişim stratejilerinde, sıradan “arkayı toplama” faaliyetlerinde vs. geçmişten itibaren bir türlü giderilemeyen eksikler ve zafiyetler var. ‘Ne önemi var canım’ demekle de olmuyor, Türkiye’de siyasetin ve siyasetçinin kalitesi (veya kalitesizliği) ile toplumun algısı, maalesef bu gibi şeyleri önemli kılıyor. Normalde ancak kahve sohbetlerine malzeme olabilecek konular, makam mevki sahibi koca koca adamlar için üstünde durulması gereken mühim meselelere(!) dönüşüveriyor. Hâliyle muhalefetin de gündelik eylemlerinde, özellikle de bu kadar kritik bir seçimin arifesinde karşısındaki siyaset cambazlarını hesaba katarak hareket etmesi gerekiyor.

Siyasi iktidar ve yandaşları tarafından getirilen eleştiriler öyle süfli bir noktaya geldi ki; Kılıçdaroğlu’nun yaptığını, Stockholm’deki Türkiye Büyükelçiliği önünde Kuran yakan faşist Rasmus Paludan’ın provokasyonlarına benzeten bir takım yorumlarla bile karşılaştık. Bu kadarı da fazla, diyemiyoruz. Zira buna zemin hazırlayan, dahası bu düşmanca söylemlerden beslenen bir siyasi anlayış tarafından yönetiliyoruz. Nedeni açık… Fakirleşen toplum ve uluslararası endekslere göre her geçen gün itibar kaybettiğiniz dünya kamuoyu nezdinde savunulacak bir tarafınız kalmadığında, saldırıya geçmek tek çıkar yoldur. Bunun için de yakaladıkları ve istismar edilmeye uygun böyle konular, elverişli bir saldırı aracına dönüşüyor.

Tayyip Erdoğan’ın böyle hâllerde uyguladığı strateji belli… Öncelikle resmi ve gayri resmi memurları ile kamuoyu oluşturuyor. Örneğin; yirmi küsur senelik iktidar pratiğinin en kritik dönemlerinde adalet bakanlığı görevini yürüten ve adalet mekanizmasının bugünkü hâlinden de mesul olan Bekir Bozdağ bile konuyu CHP zihniyetine bağladığı yorumlar yaptı, gerisini siz düşünün. Her neyse devamında kutuplaşma körükleniyor, kitlenin heyecanı artırılıyor ve sahne “Reis” için hazırlanıyor. Tabii beklendiği üzere seccadeyi kaptığı gibi sahneye çıktı. Görsel şovun yanında bir de söylenenler var; “Fazla kalmadı 40 gün. Bu 40 gün içinde seccadelerin üstüne ayakkabılar ile basabilir. Bunlar Pensilvanya’dan alıyorlar talimatı. Onlara göre meşrudur, yapabilirler…” Tartışmasız bu bir hüner(!). Kılıçdaroğlu’nun sehven bastığı seccadeden Pensilvanya’ya köprü kurmak herkesin harcı değil. Sıkça dile getirilen Pensilvanya veya Kandil bağlantısı, devlet organlarınca bilinen bir şeyse ve harekete geçilmiyor ise durum vahim. Yok, eğer bu bir öngörü veya hayal ürünü ise meydanlarda fantezi dinliyoruz demektir ki bu daha da vahim…

Velhasıl; olmayan tehlikeler ve seccade gibi kutsallık arz etmeyen semboller üstünden toplumu istismar etmeyi üslup edinmiş sağ siyasetin bayat bir numarası ile karşı karşıyayız… Aslında böyle bir hassasiyetleri de saygıları da yoktur. Dertleri gerçekten manevi değerler olsaydı; “Bakara, makara…” diyen şahıs, hâlihazırda büyükelçi sıfatı ile ülkeyi temsil ediyor olmazdı.

Bakın daha birkaç hafta evvel neler söylemişiz:
“Sahaya inmenin, Tayyip Erdoğan’ın siyasi terminolojisinde önemli bir karşılığı olduğunu ve daima bundan bir fayda sağladığını da unutmayalım. Bu vesileyle; özellikle deprem acısı döneminde bir saygı ifadesi olarak muhalefet adına ortaya konan “renksiz kampanya” stratejisini hiç de doğru bulmadığımı ifade etmeliyim. Kısa bir süre sonra felaketten sorumlu olanların asgari düzeyde de olsa böyle bir hassasiyetlerinin kalmayacağını göreceğiz.”

Ve yeni başladılar, daha da çirkinleşecekler…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Boray Acar Arşivi