Mutlu Hesapçı
Ayvalık’ta sinemayla geçen zamandan geriye kalanlar…

Ayvalık Uluslararası Film Festivali bugün sona eriyor. Festivalin ilk üç gününde seçtiğim filmleri izledim ve yetişebildiğim etkinliklere katıldım. Gündelik hayattan kendimi soyutlayabildiğim, sinemanın büyüsünde kaldığım, film hikâyelerini sorguladığım bir zaman diliminde olmak bana çok şey kattı. Ayrıca hem tanıdığım hem de yeni tanıştığım sinemacılarla bir arada olmak ve tadına doyulmaz bir sohbetin içinde zamanın nasıl geçtiğini anlamamak çok özeldi.
Sinema insanları buluşturan çok güçlü bir sanat üstelik bu buluşmanın deniz kokusu eşliğinde, tarihi Ayvalık sokaklarında yaşamanın kendisi bir film karesi diyebilirim. Festival sona ererken, festivalde emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Gazete Pencere olarak bizim de medya sponsorluğu olarak festivalin bir parçası olmaktan gurur duyduğumuzu da belirtmek isterim.
Film seçkisi o kadar iyi bir festivaldi ki hangi filmi izlesem diğer filmlerde aklım kaldı. Seçkiden izlediğim filmlerden benim aklımda ve duygumda kalanları festivale veda ederken yazmak istedim. Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde izlediğim filmler; Oslo Üçlemesi’nin yaratıcılarından Sentimental Value (Manevi Değer), Jafar Panahi’ye Altın Palmiye getiren It Was Just an Accident (Görünmez Kaza), Christian Petzold’un merakla beklenen yeni filmi Mirrors No:3 (Aynalar No:3 Okyanusta Bir Tekne), İranlı yönetmen Sepideh Farsi'nin imzasını taşıyan belgesel Yüreğini Eline Al ve Yürü (Put Your Soul On Your Hand And Walk), Huo Meng’in İki Dünya Arasında (Living The Land).

Nermin Er’in sergisi Ayvalık’ta festival kapsamında sanatseverlerle buluştu
Ayrıca festival bünyesinde gerçekleşen sanatçı Nermin Er’in ‘Bana Benden Yakın Benden Yabancı, İçimde Dolaşan Gezen Biri Var’ video yerleştirme olarak tasarladığı son kişisel sergisine katıldım.

Er, 10 videoyu Ayvalık Film Festivali’nde gösterilmek üzere birbiri ardına sinematografik bir şekilde bağladı. Sanatçının çalışmaları, sadece görsel bir anlatımı değil aynı zamanda sabırla ilerleyen bedensel bir üretim sürecini yansıtıyor.

Manevi Değer arayışı…
Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nin 78. Cannes Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nü kazanan Joachim Trier imzalı “Manevi Değer” filmi ile açılışını yapması bile başlı başına festivale gitmeyi gerektiriyordu. Filmi izleyince de yanılmamışım, Türkiye gösteriminde filmi ilk izleyenlerden olduğum için çok mutluyum. Çünkü film tam kelimeyle muhteşem, çok etkilendim ve çok sevdim. Film temelinde bir aile hikâyesini anlatıyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan travmaları baba ve kızlarının ilişkileri eşliğinde ev kavramı üzerinden merkezine yatırıyor ama bunu yaparken de ailenin diğer kuşaklarına uzanarak adeta ailenin ruhsal haritasını ince ince çıkartıyor. Büyüdüğün ev bir yuva olabildi mi sana, sonrasında sen bir yuva kurdun mu? Sorusu film boyunca peşinizi bırakmıyor. Genetik aktarımın altını çizerken iki kız kardeşin babalarıyla yüzleşmesinde aile travmaları bir bir ortaya dökülüyor. Çatı dediğimiz aslında insanları bir arada tutan ve sonraki hayatımızı şekillendiren en önemli manevi değer yani ev, o evden birileri eksildikçe biz de eksiliyoruz ve yalnızlaşıyoruz. Ne zaman kendi ailemizi kurduk o zaman yeni bir ev inşa etmeye başlıyoruz aslında. Yalnızlığını seven ama dönüp dolaşıp o evin içinde kendi bir başınalığına ağlayan insanlarız yaşımız kaç olursa olsun değil mi? Filmde üç farklı son var ama bu çarpıcı olmuş çünkü tam bitti derken yeniden travma nüksediyor, o hikâyenin içinde bocalamaya devam ediyorsunuz ve filmden kopmuyorsunuz. Yönetmen baba gerçek hayatta yapamadığı sorgulamayı, yüzleşmeyi yazdığı hikâyeyle yapabilecek mi? Hayat film değil ki, ileri ve geri saramıyorsunuz ya da donduramıyorsunuz. Yazılan kader belki de, rol değil! Manevi değer arayışımız yaşadığımız müddetçe hiç bitmiyor, o yüzden yaşamak zor sanat.

“Ülkede hiçbir şey sadece bir kaza, bir tesadüf değildir belki de…”
Tahran hükümeti tarafından 15 yıl boyunca film yapması yasaklanan İranlı yönetmen Cafer Panahi'nin Cannes’da Altın Palmiye Ödülü kazanan filmi ‘It Was Just An Accident’ Ayvalık’ta izlediğim filmlerden oldu. Baskılar arttıkça yılmayan, hikâyelerini anlatmaya devam eden en cesur yönetmenlerden biri kendisi. Ve her röportajında İran’a mutlaka geri döneceğini belirtmesi içinde umut barındıran bir cümle. Ama İran’da değişmeyen çok şey var ve Cafer Panahi bu filmiyle daha da sert bir şekilde gözler önüne seriyor. Bir kazayla başlayan hikâyede yolları kesişen insanların geçmişin gölgesinden kurtulmadıklarını görüyoruz ve yaşadıkları tarifsiz acının içinde adalet arayışına düşmelerine ortak oluyoruz. İran İslam Cumhuriyeti’nin uyguladığı baskı ve şiddetin insanların hayatlarında açtığı yaralar o kadar derin ki, derine indikçe her şeyin normalleştirildiği bir sistemin içinde kalıyorsunuz. Ama yaralar kabuk bağlamadığı gibi kanamaya devam ediyor. Bir araba kazası gibi basit bir olaydan yola çıkarak İran’da yaşanan her şeyi anlatma başarısı inanılmaz etkileyici. Filmde her şeyi özetleyen cümleleri ise çok vurucu; “Bizi özgürleştirmesi gerekenlerin ağızlarından dua eksik olmuyor… Yetkimiz Allah’tan diyerek şeriata sarılıyorlar… Onlar şiddete başvurdu diye bizim de şiddete başvurmamız gerekmez…”
Cenneti tapulu malı olarak görenlerin kötülüğünde bir yaşam… Bu kadar kötülüğü yaparak sonra şehitlik mertebesine erişip yine cennete gideceklerini düşünmeleri nasıl bir ahlaksızlıktır!

Petzold yeni filmiyle bende hayal kırıklığı yarattı!
Christian Petzold, yeni filmi ‘Aynalar No:3 Okyanusta Bir Tekne’de, tıpkı bir önceki filmi Kızıl Gökyüzü’nde olduğu gibi, kırsalda ve az sayıda karakter arasında geçen bir öykü anlatıyor. Ama Kızıl Gökyüzü gibi başarılı olamıyor. Filmin konusu; “Erkek arkadaşıyla Brandenburg’dan Berlin’e dönerken geçirdiği araba kazasından canlı kurtulan Laura’nın yardımına, bölgenin yerlilerinden Betty koşar. Erkek arkadaşı kaza yerinde ölen Laura Berlin’e geri dönmek istemez, Betty’ye bir süre onunla kalıp kalamayacağını sorar. Laura’yı Betty’nin evine ve sakin hayatına çeken bir gizem vardır. Betty de karşısına tesadüfen çıkan bu genç kadına hayatında yer açmaya dünden razıdır.” Film çok güzel başlayıp arada kopukluklar barındırıyor açıkçası bağlantı kuramadığım çok yer vardı ve anlamadım. Verdiği his ne oldu şimdi, o karakter oraya nasıl geldi, sonra nasıl gitti gibi basit soruların içinde kaldım diyebilirim. Filmin bana anlattığı tek şey; İnsan birinin yerini birini koyabilir, kayıplar derin yaralar açabilir.

Çin’de fakir bir köyde geçenler…
1991 yılında geçen ‘İki Dünya Arasında’, yoksul bir köydeki geniş bir ailenin yaşadıklarını 10 yaşındaki Chuang’ın gözünden anlatıyor. Yönetmen Huo Meng’in çocukluk anılarından esinlenerek çektiği film Çin’de fakir bir köyde geçenleri ele alıyor. Hikâyenin içinde tarım yaşamından, ölüme, düğünden aile ilişkilerine uzanan gündelik hayatlarının içinde yaşanan her şey var. Basit bir hayat süren köylülerin köylerine gelen petrol arayıcılarının gelişiyle, topraklarındaki yıkımla birlikte hayatlarının yavaş yavaş değişimine tanık oluyoruz. Ülkedeki değişim onların hayatları hangi yönde değiştirecek? Filmde geçen ve özetleyen cümle ise; “Hakkını arayan çiftçilerdik, alt tarafı açtık ve karnımızı doyurmak istedik”

Gazze’de olan bir soykırımdır, tüm dünya ayağa kalkmalıdır!
Sevgili Fatima seni izledim; gülümseyen yüzünü ve yeşil gözlerini gördüm. Sonra o bitmeyen hem Allah’a hem de yaşama olan inancına hayran oldum. Sen ölmeden önce ‘dünya sesimizi duysun’ diyerek korkusuzca anlatmışsın yaşadığınız soykırımı, zulmü, açlığı, kötülüğün, gaddarlığı… Gazze’de ölümü beklerken, inadına yaşama isteğiyle dolu hikayeni izleyerek seninle tanış oldum. Sinema perdesinde oturduğum yerden yaşadıklarınıza tanıklık etmek çok acı verdi, kendimden, yediğim içtiğim her şeyden utandım. Gazze’nin dolayısıyla senin sesin olmayı istediğimiz gibi henüz başaramadık çünkü sana ve ailene geç kaldık. Tüm dünya oturmuş izliyoruz! “Kaybedecek bir şeyimiz yok, en büyük gücümüz bu” diyorsun, seni ve seninle birlikte inancımızı kaybettik. Ve gittikçe daha güçsüz kalmadık mı?
Bu satırları filmden çıkınca ağlamaktan başka çare bulamayınca yazdım. Sepideh Farsi’nin yönettiği ‘Yüreğini Eline Al ve Yürü’ beni dağıttı. Film, Gazze’de bir fotoğrafçı olan Fatima
Hassouna yapılan görüşmelere dayanan, güçlü bir tanıklık sunuyor. Filmin en çarpıcı yanı ise yönetmenin bir yıl boyunca görüştüğü Fatima Hassouna’nın filmin Cannes’daki ilk gösterimden yalnızca bir gün önce bir hava saldırısında hayatını kaybetmiş olması; bu da filmde anlatılan trajedinin ne kadar gerçek olduğunu bir kez daha yüzümüze vuruyor.