Mehmet Yaşin
Ben de Alaska’daydım
Alaska da nereden çıktı diyenleriniz olacaktır! Biliyorsunuz, geçtiğimiz cuma günü Amerika ile Rusya, Ukrayna pazarlığını bu eyalette yaptılar. Böyle olunca da Alaska‘nın adını bütün dünya hatırladı, bilmeyenler bildi. Ben de fırsat bu fırsattır deyip, çuvaldan yıllar önce Atlas dergisi için gittiğim Alaska’yı çıkardım.
Bu gezi sayesinde bir taşla iki kuş vurduğumu da söyleyebilirim. Birincisi, dünyanın sonundaki bu buzlu Eskimo topraklarını tanımak oldu. İkincisi ise karavan yolculuğunun ne kadar keyifli olduğunu öğrendim.
Yolculukta bana Türkiye’nin en usta moda fotoğrafçısı Tamer Yılmaz eşlik etti. Ama ehliyetini Türkiye’de unuttuğu için karavanı 20 gün boyunca ben kullanmak zorunda kaldım. Yemek, bar, mangalı yakmak, fotoğraf çekmek gibi yan işleri (!) Tamer üstlendi.
Alaska’nın dünyanın en büyük “satılmış” toprakları olduğunu biliyor muydunuz? Yazıya başlamadan önce bu “satılmış ülke”den bahsedeyim. Satılmış derken ideolojik bir benzetme yapmıyorum. Alaska gerçekten de “parayla satın alınmış” soğuk topraklar.
Kim kime, kaça, niye satmış? Sabırsızlanmayın, anlatacağım…
Alaska ve Bering Adaları, Kuzey Kutbu’nun hemen altında yer alan buzdan bir ülke. Rus kürk avcıları, buradaki küçük köylerde oturup porsukların, tilkilerin, kurtların ve balinaların neslini tüketmekle meşguldü. Kürk avcıları, yerli halk Eskimolar, o kadar… Başka kimsecikler yoktu! Zaten toprak da yok. Birkaç karış toprak dışında göz alabildiğine buz kaplıydı.
ABD başkanları başından beri Trump gibi çılgınmış meğerse. Başkan Seward da bunlardan biriydi. Sıkı bir pazarlık sonunda Alaska’yı Rusya’dan 7,2 milyon dolara satın almıştı. Bugün o paraya bir futbolcu bile alamazsınız!
Bu anlaşmaya Amerikan halkı çok kızmış ve “Seward’s Folly” (Seward’ın çılgınlığı) adını takmıştı.
KARAVAN TURİSTİ HARCAYAN TURİSTTİR
Artık tarihten, laf ebeliğinden vazgeçip bugüne sıçrayabiliriz. Yıllardır karavanla gezmenin ne kadar keyifli olduğunu anlatıyordum. Avrupa’da sayıları birkaç milyonu bulan karavancıları ülkemize çekmenin yararlarını yazdım, çizdim. Sakalım da olmasına rağmen kimse bu yazılarıma pek kulak asmadı.
Karavan turisti, harcayan turisttir. Benzine, park yerine, yiyeceğe ve her şeye para harcar. Ben karavanla Alaska’da tanıştım. Tam 20 gün bu vahşi topraklarda gezindim durdum. Bu gezi sonrasında da bir karavan tutkunu oldum çıktım. Kaplumbağa oldum yani!
Arabayı, uzun bir yolculuk sonrası vardığım Anchorage kentinden kiraladım. Karavan, üç yataklı, otomatik vitesli bir araçtı. İçinde büyük boy bir buzdolabı, biri normal ve diğeri mikrodalga olmak üzere iki fırını, ocağı, çay-kahve makinesi, tuvaleti, her daim sıcak suyu akan duşu, pırıl pırıl gösteren televizyonu vardı. Isıtma ve soğutma, klima cihazı ile gerçekleştiriliyordu. Yani lüks bir otel odasından daha fazla rahatlık sunuyordu.
Oldukça heyecanlı olduğumu hatırlıyorum! İlk defa bu büyüklükte bir araç kullanacaktım! Depoyu doldurduktan sonra, önüme çıkan ilk süper- marketin önünde durdum. Gerekli yol haritaları, yiyecek, içecek derken alışveriş arabası tepeleme doldu. Direksiyonu önce ülkenin güneyine kırdım. Hedefte, vahşi yaşamın en güzel örneklerini barındıran Kenai Ulusal Parkı vardı. Park dediysem, bizim “Millet Parkı” türünden bir şey değil. Gerçekten vahşi parktı ve dünyanın en büyük boz ayılarının burada olduğu söyleniyordu.
Alaska’da otoyollar dahil, asfalt yol sayısı pek fazla değildi. Biraz asfalt, biraz çukur… Bizim köy yollarının bile, bu yollardan daha iyi olduğunu söyleyebilirim! Birkaç saat yol aldıktan sonra, önümüze yarısı buzlarla kaplı bir göl çıktı. Karavanı manzaranın en güzel göründüğü bir köşeye çektim. Arkadaki yatak-koltuklara uzanıp, manzarayı seyrederek kahvelerimizi içtik. İşte o an, karavanın ne kadar keyifli bir araç olduğunun ipucunu yakaladım! Kenai’ye yaklaştığımızda öğle olmuştu. Yoldan ayrılıp ormanlık bir alana girdik. Meydanlık yerde durup, yemek hazırlığına başladık.
Öğle için makarna ve salata yeterliydi. Masayı çimenlerin üstüne kurup, karnımızı doyurduk. Akşamın geç saatlerine doğru da dağ manzaralı bir düzlükte daha mola verdik. Tamer, etraftan topladığı odunlarla mangalı yaktı. Ben de güzel bir salata yaptım. Daha sonra, dana pirzolalarını marinattan çıkartıp, ızgaranın üstüne dizdim. Ben onları alt-üst ederken, Tamer kaşla göz arasında patates kızarttı. Tüm bunların yanına, bir de Zinfandel üzümünden yapılmış kırmızı Kaliforniya şarabı açınca, masanın dekoru tamam oldu. Böylesine keyifli bir akşam yemeğini çok az yedim dersem yalan olmaz. Karavanla gezmek işte böyle bir şeydi: İstediğin manzara, istediğin yemek ve mutlak sessizlik!

KARAVAN VE ÖZGÜRLÜK
Etrafı toplayıp, kuş seslerini, domuz homurtularını dinleyerek uyumaya çalıştık. Ulusal parkta kaldığımız birkaç gün hep böyle geçti. Canımız nereye isterse kampımızı orada kurduk, dilediğimiz yemekleri yaptık, hoşlandığımız manzaraları seyrettik. Yani karavan sayesinde vahşi doğada lüks içinde yaşadık. “Dikkat Boz Ayı” tabelalarının sayısı artmaya başlayınca da parkı terk etmeye karar verdik. Bir sonraki durağımız, deniz kıyısındaki Seward şehri oldu. Şehir dediğime bakmayın, 23-30 evlik bir yerdi. Zaten haritada kasaba denen yerlerde 4-5, köy denen yerlerde 3-4 ev vardı. Yani Alaska alabildiğine ıssız, donmuş soğuk topraklardı. Deniz kıyısındaki bir lokantada mola verip, “Kral Yengeç” bacağı yedik. Bacak dediysem polis copu büyüklüğünde, dikenli bir sopa gibiydi! Birer bacak, bize yetti de arttı bile.
Seward’tan sonra başka rotalara saptık. Her karavan parkı tam teşekküllü olmadığı için, iki günde bir büyük parklarda konaklıyorduk. Buralarda, tuvalet tanklarını boşaltıyor, eksilen suyumuzu tamamlıyor, çamaşırımızı yıkıyorduk. Hayatımın en büyük karavanlarını buralarda gördüm. Kimi TIR’dan, kimi otobüsten, kimi kamyondan karavan yapmıştı. Hiçbirinin dayalı döşeli apartman dairelerinden farkı yoktu. Karavanlarda mutlaka bisiklet, motosiklet, kayık gibi yardımcı ulaşım araçları da bulunuyordu. Karavan parklarında eğlence de vardı. Düzenlenen “Park Partileri”nde eğlencenin dibine vuruluyordu. Karavancılar, böylesine özgür bir yaşamı seçmişlerdi! Biraz daha genç olmadığıma hayıflandım! Karavanla Alaska’nın yollarında dolaşıp durdum. Beni en çok etkileyen yerlerden biri de Amerika kıtasının en yüksek dağı Mckinley’in eteklerinde geçirdiğim iki gün oldu.
Haziran’ın ortasında oradaydım ve hiç güneş batmadı. Bütün renkler, McKinley’in zirvesine takılıp kalmışlardı. Amerikan viskisinin en lezzetli görsel mezesiydi sanki! Yukon ve Susitma nehirlerinde, Amerika’nın simgesi kartallarla, akbabalarla tanıştık. Eğer bu aylarda giderseniz, sivrisinek konusunda sizleri uyarırım. İnsana ordular halinde saldırıyorlar.
Kuzeye çıktıkça, Alaska daha da ıssızlaştı! Kuzey Kutup Dairesi’ni törenle geçtik. Görünmeyen bir çizgiydi. O çizgiyi geçince medeniyet sona eriyordu. Geçtik. Beaufort Denizi’nde Amerika’yı bitirdik. Bir tek, göl kıyısında “mantı” pişiremedik. Çünkü sade yoğurt bulamadık! Anlatacak daha çok şey var ama sonuna geldik! Şimdilerde bir karavan yolculuğunu öylesine özledim ki... Aklıma geldikçe burnumun direği sızlıyor, yüreğim güm güm atıyor.