
Boray Acar
Gideceğini Bilmenin Telaşı…
AKP kurucularından ve ilk bakanlarından Hüseyin Çelik’in kısa bir süre önce yaptığı açıklamalar ülkenin hâlini anlatması bakımından çok kıymetliydi. “Bizde Kemalist yargı vardı, kendi militan yargımızı oluşturduk. Bağımsız yargı falan artık bana masal gibi geliyor. Mazlumlar zalim oldu. Şu anda parti devletleşmiş, devlet de partileşmiştir. 15 Temmuz yargısı giyotin gibi çalışıyor. Eğer Öcalan çıkacaksa cezaevlerinde siyasi kimse kalmamalı…” Zamanın ruhunu anlatan çok ağır ve vurucu ifadeler... Bu ifadeler karşısında “Ne var ki bunda? Biz senelerdir, her fırsatta aynılarını söylüyoruz.” diyen iktidar muarızları çıkacaktır. Ancak hareketin içinden gelen, özeleştiri niteliği taşıyan, özellikle de partinin kuruluş köklerinde imzası olan böyle bir ismin yaklaşımları -kimse kusura bakmasın ama- hem daha fazla dikkat çekiyor hem de ziyadesiyle önem arz ediyor.
Bilumum devlet kurumları, gerçek amaçları olması gereken “toplum yararı”nı bir kenara atarak iktidar bileşenlerinin yararını ve çıkarlarını gözetir hâle geldi. TÜİK nasıl ekonomi politikalarının manipülasyon aracı hâline geldiyse, RTÜK de iktidar karşıtı söylemlerin sopası olarak medyanın tepesine çöküyor. Özellikle “Muhalif medya” demiyorum zira medya veya basın, doğası itibariyle muhalif olmak zorunda... Çünkü; memlekette iyi olan veya yolunda giden şeyler, icra edenlerce yeterince şişirilerek anlatılıyor. Bunu kolaylıkla yapabildikleri ve duyurabildikleri propaganda makineleri var. İhtiyacımız olan şey ise yolunda gitmeyen hususlardan haberdar olmak ve doğru habere ulaşmak. Bunu yapmaya çalışan sınırlı sayıdaki medya organı ve gazeteci de baskı ve tehdit altında…
Geçtiğimiz günlerde, RTÜK Başkanı olacak şahsiyet Türkiye’de birçok alanda başarılı çalışmalar olduğunu öne sürüyor ve karamsarlık aşılayan haberciliğin kimseye faydası olmadığını ifade ederek bunu yapan medya organlarını üst perdeden tehdit ediyor. RTÜK’ün başındaki kişinin her şeyden önce kurumuna yönelik bir aidiyetinin olması, tarafsız olması ve böyle lakırdılar etmemesi lazım. Beyanatı, kurumun misyonuna aykırı. Belli ki makamını borçlu olduğu ve dolayısıyla aidiyet duyduğu yere olan borcunu ödüyor, daha fazlasını hak etmek için de çabalıyor. RTÜK, verdiği para cezası, yayın durdurma veya Açık Radyo örneğindeki “lisans iptali” gibi kararlar ile medyayı baskı altına alırken RTÜK’ün ulaşamadığı yerde de yargı kurumları devreye giriyor.
Geçtiğimiz hafta sonunda Birgün gazetesinden üç gazeteci şaka gibi bir sebeple savcılığa sevk edildi. Suçları; Sabah gazetesinin, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’i ziyaretini haber yapmaları... Sabah gazetesi bu ziyareti zaten duyurmuştu. Aynı haberin başka bir yayın organında haber yapılması savcılığı harekete geçiriyor ise mesele haber değil, haberi yapanlardır. Bir hafta önce Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş’ın tutuklanması, Barış Pehlivan’ın bilirkişi ile yaptığı telefon görüşmesini yayınladığı için ifadeye götürülmesi, Özlem Gürses’in ev hapsine mahkum edilmesi, Salih Müslim’le röportaj yapan Nevşin Mengü’ye terör davası açılması, İsrail’le olan ticareti bizzat devlet kaynaklarını kullanarak ispatlayan Metin Cihan’ın X(Twitter) hesabının kapatılması gibi hadiselerin temelinde aynı motivasyon var. İktidar; basını tek tipleştirmek, korkutmak, muhalif sesleri susturmak, sindirmek istiyor. Bunun için de Çelik’in ifadesiyle “militanlaştırdıkları yargı”yı kullanıyor.
Çevresine duyarlı olan, biraz da okuma yazması olan herkesin bir deli saçması olduğunu bildiği Gezi iddialarının ısıtılıp ısıtılıp ortaya sürülmesinin arka planında da aynı motivasyon var. Gezi davası sanıklarına beraat veren yargı mensuplarının görevlerinden alınıp yerlerine istedikleri kararları verecek olan güdümlü yargıçların atandığını hatırlıyorsunuzdur. Ayşe Barım örneği gibi; bir suç isnat edildiğinde tutturulamıyor ise Gezi günlerinde oralarda olmayagörün. Hemen hükümeti yıkma, devleti ortadan kaldırma girişimlerinin bir parçası olarak yaftalanıp hakkınızda iddianame yazılması an meselesidir. “Ben çevre duyarlılığıyla oradaydım, bireysel hassasiyetlerimle oradaydım, kimseyle iletişim kurmadım, anayasal düzeni yıkmayı hedefleyen örgütlü bir eylemin parçası değilim…” falan derseniz de bu defa “yalan beyanda bulunmak”tan iddianame düzenliyorlar. Bu zorlama kararları verenlerin, toplumsal huzuru dinamitleyenlerin ve mensubiyetlerinin hakkını vermek için mesleki onurunu ayaklar altına alanların bir gün sokakta yürüyemeyecek hâle geleceklerinden emin olabilirsiniz.
Tarih gösteriyor ki; baskının en dayanılmaz noktaya geldiği zamanlar, aydınlığın en yakın olduğu zamanlardır. Yalnızca biraz sabretmek gerekiyor.