Devletin Çözüm Süreci

“Kürt Sorunu”nun çözümüne yönelik girişimlerin tek farkı süreçlere konan isimler değil... Asıl farkı yaratan veya belirleyici olan, süreci kumanda eden ellerin değişmiş olması. Bu da gözle görülür bir paradigma değişimine işaret ediyor. İlk çözüm sürecindeki onaylanma arzusunun, yeni dönemde olmadığını görüyoruz. Ayrıca kapsayıcılık noktasında da birbirlerinden çok uzaklar, zira yeni sürece “Devlet” eli değdiği aşikâr.

İlk çözüm sürecinin toplumsal kapsayıcılık kaygısı yüksekti. “Akil İnsanlar Heyeti” gibi girişimlerin altyapısında bu kaygı vardı. İki taraftan da çok sayıda insanın hayatını kaybettiği çatışma ortamını sulhe bağlamak için toplumu ikna etmek kolay değildi. Malum bir taraf için “şehit” olan, diğeri için “leş” idi. Taraflara bunun tersini kabul ettiremeseler de taviz verdirmek, en azından “Haklısınız, acılar yaşandı ama unutalım artık…” fikrine ikna etmek gerekiyordu. Bunun için de farklı toplum kesimlerine dokunabilecek, farklı dünya görüşlerine sahip aydın profiline ihtiyaç vardı. Abdurrahman Dilipak ile Etyen Mahçupyan’ı, Ahmet Taşgetiren ile Lale Mansur’u bir araya getiren işte bu ihtiyaçtı.

İşi dizayn eden hükümetin elbette siyasi çıkar beklentisi vardı. Erdoğan’ın siyasi pragmatizmi de bu realiteyi destekler. Ancak ön planda olan, tarihin barış sütununa adını yazdırma arzusu ve bunu demokratik teamüller çerçevesinde yapma özeni idi. Hükümet ile devlet bugünkü gibi bütünleşik değildi. Sonunda, demokrasinin devlet merkezli dairenin merkezkaç kuvveti olması gerçeği hükümetin başına balyoz gibi indi. Belli güçler halkın hassasiyetlerini de kaşıyarak süreci sabote etti. Şaibeli Ceylanpınar hadisesi ile gelen şehit haberleri ve AKP’nin ilk defa tek başına iktidar olamaması ile sonuçlanan seçim süreci derken süreç akamete uğradı. Tanımlayamadığımız bu gücün, amatör bir telefon konuşması ile kitleleri sokağa dökebilen Erdoğan’ı dahi pes ettirdiğini gördük. İki dönemi karşılaştıracak olursak; Devlet Bahçeli’nin, bu gücün bir unsuru olduğunu düşünmek makuliyeti yüksek bir seçenektir.

Toplum vasatı için Bahçeli’nin önderlik edeceği bir sürecin yaratacağı güven duygusu da başka olacaktı. Milliyetçi kimliğiyle, hangi şart altında olursa olsun “milli menfaatlere”(!) aykırı davranmayacak lider profili toplum vasatı için kullanışlı bir argümandı. Ancak; meseleye bakışı biraz derinleştirdiğimizde ve Devlet Bey’in temsil ettiği siyasi anlayışın ontolojik köklerine indiğimizde, şiddet temelinde gelişen ve doktrinel ayağı topal kalmış bir eylemsellikle karşılaşıyoruz. Devlet Bey’in zaman zaman basına yansıyan “dava arkadaşı” tipi de bu fikri doğruluyor. Elbette herkesin her şeyi bilmesi, tarihi bağlantılar kurması falan gerekmiyor. Ancak; aydın kesiminin veya en azından bir kısım siyasetçi meslek erbabının bu bilinçle hareket etmesi bekleniyor. Devlet Bey’le fotoğraf çektirmek için şirinlikler yapan muhalif(!) vekil takımının hâlleriyle, genel başkanlarının “Hükümet tarafından dışlanırsanız biz buradayız…” söylemleri bu gerçekler ışığında değerlendirildiğinde hiç hoş görünmüyor. İçinde bulunduğumuz antidemokratik ortamın müsebbiplerinden birisine bu denli kutsiyet atfetmek, dönemin acısını çeken yığınlara da saygısızlık oluyor.

Her neyse biz konumuza dönelim. Devlet Bey’in yeni çözüm sürecinin yürütücüsü olmasının, toplumun aklının ermeyeceği ama iman etmesi gereken gizemli bir gerçek olarak görülmesi isteniyor. Bu nedenle kapsayıcılığı da sınırlı... Bir yanda devlet, bir yanda örgüt, bir yanda meclis komisyonu, ihtiyaç hâlinde de Öcalan resme dâhil ediliyor. Sürecin akıbetiyle ilgili bilgi verilmiyor. Yani sembolik “silah yakma” töreninin akabinde fiilen ne olduğunu bilmiyoruz. MİT’in refakati ile sürecin devam ettiğine yönelik demeçler var ama gözle görülen bir şey yok. Cumartesi ve Barış Anneleri’nin dinlendiği komisyonda Nezahat Teke’nin Kürtçe konuşmasına müsaade edilmemesi komisyonun meseleye bakışıyla ilgili fikir veriyor. Sorunun ana başlıklarından birisi, senelerce iskân ve güvenlik politikalarıyla yok edilmeye çalışılan bu ana dil meselesi değil miydi? En azından çözümün odağında bu denli yasakçı olunmasaydı.

Anlıyoruz ki; Devlet Bey’in süreci üstlenmesine neden olan ana başlık Ortadoğu denklemiydi. Ve ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, geçtiğimiz hafta çıktı “PKK başka SDG&YPG başkadır kardeşim, ayrıca onlar bizim müttefikimizdir.” dedi. Yani Türkiye’nin tüm Kürt unsurlarını aynı çuvala sokan anlayışını reddetti ve Federasyon’a menfez açtı.

Demokratik bağlamdan yoksunluğuyla birinci çözüm sürecinden ayrılan ve devlet eliyle yürütülen yeni süreç şimdi nereye evrilecek, bu samimiyet testinden geçebilecek mi; göreceğiz…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Boray Acar Arşivi