Boray Acar
Biz ve onlar ayrımı üstüne…
Türkiye’deki siyaset okumaları “biz ve onlar” ayrımı veya karşıtılığı üstünden yapılırken bir hata yapılıyor. Elbette kutuplar var, eridiği zamanlarda da dirilmesi için çalışılıyor. Ancak bu kutupları tanımlarken birlikte yaşaması mümkün olmayan biz&onlar ayrımı üstünden ele almak doğru değil. Zira toplumsal ölçekte bakıldığında sadece “biz” varız. Muhafazakârıyla, seküleriyle, dindarıyla, milliyetçisiyle, sağcısıyla, solcusuyla “biz” bir bütünün parçalarıyız.
Gündelik eylemlerimizde alışveriş yaptığımız mahalle marketinin, saçımızı kestirdiğimiz berberin veya ayaküstü hasbihal ettiğimiz bir ahbabımızın siyasi eğilimleri onunla olan ilişkimizi belirlemiyor. Çünkü ayrışmak mümkün değil. Çekirdek ailemizde bile görüş farklılıkları var. Bazen kavga ediyoruz, sözümüz geçiyor ise ikna etmeye çalışıyoruz. İstisnai hâller haricinde görüşlerinden ötürü kimseyi yok saymıyoruz ve hayatımızdan çıkarmıyoruz. İlişkiyi belirleyen görüşler değil, kültürel sınıflar arasındaki saygı oluyor.
70’lerin ve 80’lerin siyasi çatışma dönemlerine dönelim. Yani aynı silahlarla toplumun bölündüğü ve karşıt görüşlü insanların birbirlerini öldürdüğü dönemler yaşandı. O günün karşıtları bugün aynı meclis sıralarını, sokakları ve evleri paylaşıyorlar. Yaratılan kutuplaşma, birlikte yaşama iradesine zarar verdi ama yıkamadı. Bırakın onu, günün birinde Öcalan’ın mesajlarının ana akım medyada yayınlanacağı ve hoş görüleceği hayal edilebilir miydi?
Toplumun gerçeklerine tahammülsüz bir kitle her zaman oldu. Örneğin; İstanbul, Bağdat Caddesi’nin veya Nişantaşı’nın bir yaşayan profili vardır. Ağırlıklı olarak seküler bir hayat tarzlarını benimsemişlerdir. Ekonomik statü olarak toplum ortalamasının üstünde olduklarını söyleyebiliriz. Özellikle toplu taşıma imkânlarının zenginleşmesi sonrasında kentin kenar mahallelerinden insanlar da buralara kolaylıkla gelmeye ve sosyal donatıları oraların sahipleri(!) ile paylaşmaya başladılar. Bu durum bölgenin yerleşiklerini rahatsız etti. Aksanlı konuşan, köylü alışkanlıklarından arınamamış veya başörtülü birisiyle aralarındaki statü farkının ortadan kalkmasından rahatsız oldular. Çünkü onları ikinci sınıf insan gibi görüyorlar, hatta içten içe hizmet edenden öte olmalarını istemiyorlardı. İşte bu da bizim kültür çatışmamızdı. Ülkenin her bölgesinden benzer örnekler verebiliriz. Bugünkü iktidar bunu çok iyi kullanarak ezilmiş kitleyi mobilize etti. Siyaseti belirleyen de bu kitle oldu, zira bunu yapabilecek sayısal ağırlığa sahiptiler.
Kentlileşememiş bir toplumun sağ eğilimlerinin güçlü olması son derece normaldir. Şükretmeye meyilli, tanımlayamadıkları bir vatan sevgisi ile dolu (ki bu gibi dogmalar kendisini sol veya sosyal demokrat olarak nitelendiren tarafta da yoğundur), devleti kutsal gören bu kitlenin reflekslerine sağ siyaset cevap verir. Bunun bir aldatmaca olduğunu, sağın sermayenin güdümünde bir şey olduğunu ve kutsal addettikleri birçok şeyin de uyuşturucu etkisinde olduğunu anlatamazsınız. TÜİK’e göre “%70’i hiç kitap okumamış” bir topluma bunları anlatmak neredeyse imkânsızdır.
Sağ siyaset, bu dengeleri korumak üzerine çalışır. Bilimsel eğitime yönelik adımların atılması, toplumsal kültür ve gelişmişlik düzeyinin artırılması sağ siyasetin zararına olur. Analitik düşünebilen ve sorgulayan beyinler sağ siyaset esnafının işine gelmez. Sağın ihtiyacı olan şey belli bir gelişmişlik düzeyinin üstüne çıkamayan bir kitledir. Sözde ideolojik eğilimleri olan, ancak sıra bunu tarif etmeye geldiğinde aklı o kadarına ermeyecek bir kitle… O nedenle sağ partilerin söylemlerinde bir “kitle partisi” olma özlemi görürsünüz. İdeolojilerin eridiği değil, neyin olduğunun “bilinmediği” bir toplumsal düzen sağı besler.
Sanayileşmenin olmadığı bir ülkede bilgi toplumuna dönüşememiş bir kitle de maalesef bir “vasat”ı temsil eder. Hatırlarsınız, bir üniversitenin rektör yardımcısı “cahil halkın ferasetine güvendiğini” söylemişti. Sağ cenahta bu tür söylemleri çokça duyarız. Feraset anlayışta ve sezgide derinlik, öngörülü olmak demektir ki, öngörmek için bilmek, bilmek için de eğitim ve kişisel&kültürel gelişim şarttır. Halkın ferasetine güvenen beyefendi esasen mecaz yapıyor olsa gerek. Esasen güvendiği değil yaslandığı ve beslendiği şey halkın öngörüsüzlüğü ve cehaletidir.
Toplum geride bıraktığımız yirmi küsur senede bu hâle gelmedi. Kasaba kurnazlıkları, vurgunlar, soygunlar, mülk fetişizmi bu dönemde ortaya çıkmadı. Sadece toplum vasatının daha önce gizlenen özellikleri feraset gibi derin kavramlarla yüceltildi, utanılması gereken kusurlar ve toplumsal maluliyetler bir övünç nedeni hâline getirildi.
Başladığımız noktaya dönersek; olumlu ve olumsuz taraflar, entelektüel zenginlikler ve kültürel sığlıklar, kentlilik bilinci ve kurtulamadığımız köylülük toplamda “biz”i temsil ediyor. Toplumu kendi mahallesinden ibaret gören, kapsayıcı olamayan, çoğunluğu göz ardı eden elitist anlayış ise daima kaybediyor.